Bu sayfayı yazdır
Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:13

I. BÖLÜM İKİLİ İLİŞKİLER

Yazan
Ögeyi Oylayın
(5 oy)

I. BÖLÜM

İKİLİ İLİŞKİLER

 

1980'li yıllarda uluslararası siyasal sistemde güç dengesinin değişim geçirmesi ve bloklar arasında "Soğuk Savaş" döneminin yerini "Yumuşama"ya bırakması, etkileri Türk dış politikası üzerinde de gözlemlenen bir dizi önemli gelişmeye yol açmıştır.

ABD ve SSCB arasında, Reagan ve Gorbachev tarafından sürdürülen ve nükleer silahsızlanma konusunda önemli  ilerlemeler sağlayan anlaşmaların imzalanmasından sonra SSCB'nin, Batı Avrupa üzerindeki tehditi hafiflemiş ve Avrupa'da kurulan yeni denge sonrasında SSCB, Dünya liderlik yarışından çekilerek kendi ülkesel sorunlarına çözüm yolları aramaya başlamıştır.

SSCB'nin izlemeye başladığı yeni politika sonrasında Doğu Bloku ülkelerinde önemli sosyo-ekonomik sorunlar yaşanmaya başlamış ve bir yandan halkın demokrasi istekleri, diğer yandan ekonomik yaşam koşullarının yeniden düzenlenmesi istekleri, bu ülkelerde yönetimlerin hızla sarsılmalarına neden olmuştur. Doğu Bloku ülkelerinde siyasi ve ekonomik dengenin bozulması, bu ülkelerin toplumsal yapılarında etnik/dinsel ayrımcılığın yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Öyle ki, SSCB'de bile farklı etnik topluluklar ulusal bağımsızlıklarını elde edebilmek için yoğun bir savaşım vermeye başlamışlardır. Bu bağlamda Batı Avrupa ülkeleri açısından en dikkate değer gelişmeler, Polonya'da yönetimin değişmesi ve Dayanışma Sendikası'nın iktidara gelmesi, Baltık Cumhuriyetlerinin SSCB'ye karşı ayaklanması ve daha da önemlisi, Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesi olmuştur. Bu son gelişme, Avrupa'da ekonomik ve siyasal bütünleşmeyi hedefleyen ülkeler arasında kimi şüphelerin de gün ışığına çıkmasına yol açmıştır. Özellikle, tek bir Almanya'nın Avrupa'da ekonomik, siyasi ve askeri açıdan diğer ülkelere göre daha güçlü bir yapı sergilemesi, İngiltere ve Fransa'da kuşkulu değerlendirmelerin yapılmasına yol açmıştır.

Bütün bunların yanı sıra, bloklararası ilişkilerde sağlanan yumuşamanın Batı Avrupa ülkeleri açısından önemli bir diğer sonucu da, bu ülkelerin askeri ittifak ilişkileri içerisinde bulundukları ABD'ye olan güvenlik bağımlılıklarının azalmış olmasıdır. Bu durum NATO üyesi ülkeler arasında ittifak bağlantılarının ve stratejilerinin yeniden düzenlenmesi gereğini tartışma konusu yapmakla birlikte, hemen hiçbir ittifak üyesi ülke NATO ittifakının Varşova Paktı'ndan kaynaklanan tehditin ortadan kalkmasıyla birlikte sona erdirilmesi gereğini tartışmamıştır.

Batı Avrupa ülkeleri ve ABD ile ittifak ilişkileri içerisinde olan Türkiye, uluslararası sistemdeki son gelişmelerden sonra, kendi ulusal dış politika seçenekleri arasında tercihlerini belirlerken ve yeni stratejiler oluştururken uluslararası bağlantılarının tehlikeye düşmesine yol açabilecek düzenlemelerden özenle kaçınmıştır. Batı ile olan bağlantılarında bu ülkeler açısından stratejik konumunun kazandırmış olduğu önemi, sürekli olarak dış politikasında taktik avantaj olarak kullanan Türkiye, SSCB ve Doğu Bloku'nun Batı Avrupa'nın güvenliği açısından bir tehdit olmaktan çıkması karşısında elindeki taktik avantajı kaybetmiş olmanın şaşkınlığını yaşamıştır.

Bu şaşkınlık, kısa sürede AET çerçevesinde Batı Avrupa ile ekonomik ve siyasi bütünleşmeyi hedeflemekte olan Türkiye'de Avrupa'dan dışlanma korkusuna dönüşmüştür. Ancak, Türkiye'nin bu korkusu kısa sürmüştür. Türkiye'nin stratejik konumunun genelde Batı, özelde ABD çıkarları  açısından taşımış olduğu önem Ortadoğu'da çıkan bunalım üzerine tekrar gündeme gelerek Türk yöneticilerini kısmen rahatlatmış, Batı çıkarları açısından Türkiye'nin vazgeçilmez olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, Türkiye, stratejik konumunun vermiş olduğu avantajlardan yeterince yararlanamamıştır. Irak'ın Kuveyt'i işgal girişimi karşısında Batı ve ABD'nin yanında yer alan Türkiye, Ortadoğu'ya ilişkin geleneksel dış politikasını değiştirirken yeni dış politika yaklaşımları ile gelecekte Ortadoğu sorunlarında etkin bir rol oynayabileceğinin ve statükonun değişmesi durumunda, kimi istemlerle ortaya çıkabileceğinin işaretlerini vererek bölge ülkelerinin Türkiye'ye yönelik politikalarında değişiklikler yapmalarına yol açmıştır.[1]

1990'lı yıllar Türkiye'nin Balkanlar'da da yoğun faaliyet göstermesini gerektirmiştir. Dağılan Yugoslavya topraklarında kurulan yeni devletler arasında Bosna-Hersek sorunu, ardından Makedonya ve en son olarak da Kosova sorunu, Türkiye'nin bölgede yeni roller üstlenmesini gerektiren gelişmeler olmuştur. Özellikle Balkanlar'da yaşayan ve kendilerini Türkiye'ye etnik/dinsel kültürel bakımdan yakın hisseden yeni bağımsız ülkelerde yaşanan savaş ve soykırımlara Türkiye'nin göstermiş olduğu tepki, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye'nin dış politikasında aktif yönelimler içerisinde olduğu şeklinde yorumlanırken bölge ülkelerinde de Türkiye'nin etkisinin artacağı endişesi hakim olmaya başlamıştır. Bununla birlikte Türkiye, Bosna-Hersek ve Kosova sorunlarında da görüldüğü gibi bölgede tek başına bir inisiyatif üstlenmek yerine savaş ve soykırımı durdurmaya yönelik olarak uluslararası kamuoyunu harekete geçirmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Bu bakımdan ele alındığında Türkiye'nin gerek Balkanlar'da gerek Ortadoğu ve Kafkaslar'da giderek artan bir bölgesel güç olma kapasitesi hissedilmeye başlanmıştır. [2]

Uluslararası ve bölgesel düzeyde bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye'nin dış politika gündemindeki temel sorunlardan birini oluşturan Yunanistan ile olan uyuşmazlıkların giderilmesi konusu, Türkiye'nin uluslararası bağlantılarını güçlendirmek için tasarladığı girişimleri yaparken önüne bir engel olarak çıkmaktadır. Özellikle Türkiye'nin AB ve NATO çerçevesinde topluluk ve topluluk üyesi ülkelerle olan ilişkileri, Yunanistan ile olan uyuşmazlıktan büyük ölçüde etkilenmekte; dolayısıyla, Yunanistan'la olan uyuşmazlık, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini yürütürken yoğun bir mücadele sergilemesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, Türk - Yunan uyuşmazlıklarının, hem iki ülke arasındaki ilişkiler açısından Türkiye için bir sorun oluşturduğu, hem de Türkiye'nin uluslararası bağlantıları açısından bir sorun olarak değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir.

Coğrafi konumları gereği bir arada yaşamaya zorunlu olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık, oldukça karmaşık bir sorunlar yumağı olarak karşımıza çıkmaktadır; bu sorunları üç genel başlık altında toparlamak mümkündür, bunlardan birincisi ve belki de en kolay çözümlenebilecek olanı, azınlıklar sorunu, ikincisi Kıbrıs sorunu, üçüncüsü ve en güç çözümlenebilecek olanı da Ege Denizi'ne ilişkin sorunlardır. İki ülke arasındaki ilişkilerde, kimi zaman yukarıda sıralanmış bulunan sorunlardan biri üzerinde ortaya çıkan yeni bir gerginlik, bir an içerisinde aşılması güç bir bunalıma dönüşebilmektedir. Taraflar arasındaki uyuşmazlıklara kesin ve kalıcı bir çözüm şeklinin bulunamaması, iki ülke arasında güvensizliği arttırmakta ve uyuşmazlığı kalıcı kılmaktadır. Bu durum, uzlaşmazlığa taraf ülkelerin dış politika seçeneklerini belirlerken algılamalarına yansımakta ve çözümsüzlüğü katılaştırmaktadır.

Sovyetlerin çöküşünün ardından Avrupa'nın askeri güvenlik endişelerinin artması ve gerek Avrupa'da gerekse Balkanlar ve Orta Asya'da yeni işbirliği ve etkinlik alanlarının ortaya çıkması bu yönde çıkarlarını kanalize etmeye çalışan sistem içerisindeki aktörlerin kıyasıya mücadelesini de beraberinde getirmiştir. AET(AB), bir yandan Doğu Bloğunun çökmesi ile bağımsızlıklarına kavuşan Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa siyasi, ekonomik ve kültürel yapısına uyumlulaştırılarak bütünleştirilmesine çalışırken diğer yandan da ABD ile Balkanlar ve Orta Asya'daki enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara aktarılmasından pay alma mücadelesine girmektedir. Bu durum Türkiye'nin stratejik konumunu ABD ve AB açısından öncelikli kılarken, aynı zamanda, Türkiye'nin gelişmişlik düzeyi ve demografik yapısı ile AB bütünleşmesi içerisinde yer almasına olumlu bakılıp bakılmayacağını da tartışma konusu haline getirmektedir. Türk - Yunan ilişkileri, bir yönüyle bu ikilemi de bünyesinde barındırmaktadır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin uluslararası bir niteliğe büründürülerek pazarlık konusu yapılması; AB, ABD, BAB, Avrupa Konseyi gibi çok yönlü ilişkilerde tartışılmaya başlanması, uluslararası siyasal sistemin yeni oluşum düzeyinde hangi kıstaslara sahip ülkelerin daha etkin olabileceğinin de işaretlerini vermektedir. Nitekim, bu türden bir yapılanma içerisinde, Türkiye'nin bölgesel düzeyde etkin ve dengeler üzerinde söz sahibi bir ülke olduğunu gösteren ve bunu da diğer bölge ülkelerine kabul ettiren önemli olaylar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle Türkiye'nin yıllardan beri güneydoğuda dış destekli ayrılıkçı teröre karşı sürdürmekte olduğu askeri mücadelede sergilemiş olduğu başarı ve terörün dış desteklerinden birine -Suriye'ye karşı sergilenen sert çıkışta somutlaşan askeri müdahaleler de dahil her türden girişime başvurulacağına ilişkin kararlılık, Türkiye'nin inisiyatif kullanma yetisine sahip bir güç olarak sisteme müdahale edebileceğini göstermiştir. Bu durum Türkiye'nin stratejik çıkarları söz konusu olduğunda bölgesel / uluslararası aktörlerle olan ittifak ilişkilerinde de kendini göstermiştir. Bu bağlamda, İsrail ve ABD ile kurulan stratejik ortaklıkların olumlu sonuçlar vermekte olduğu görülmüştür. Nitekim, Öcalan'ın Suriye dışına çıkmasının ardından Kenya'da, Yunanistan'ın Büyükelçiliğinde, ortaya çıkması ve Türk timleri tarafından yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi, AB'ne tam üyeliğe aday olma sürecinde, Helsinki Zirvesi sırasında ABD'nin AB ülkeleri üzerindeki etkisi, İstanbul'da yapılan AGİT Zirvesi'nde ABD'nin Türkiye'yi stratejik ortak olarak niteleyerek gelecek yüzyılın bu ortaklık çerçevesinde belirleneceğini dile getirmesi, İran destekli terörist hareketlere karşı ülke genelinde yürütülen operasyonlarda sağlanan başarılar, Türkiye'de ekonomik, siyasi ve askeri istikrarın kurulmasının ulusal olduğu kadar uluslararası ilişkiler bakımından da sürece uygun bir gelişme olarak değerlendirildiğini göstermesi bakımından ilginçtir. İstikrarlı bir Türkiye'nin ABD tarafından desteklenen yeni uluslararası siyasal sistemde önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Bu durum özellikle ABD'nin ve uluslararası sermayenin 21. yüzyıla ilişkin beklentilerinin de başarı şansını doğrudan etkileyebilecek bir nitelik taşımaktadır. Bölge ülkelerinin yapısal özellikleri dikkate alındığında Orta Asya ülkelerinin uluslararası pazarlara entegrasyonunun ve bu ülkelerin doğal kaynaklarının, zenginliklerinin uluslararası pazarlara açılmasının hangi güzergahlar üzerinden istikrarlı bir şekilde sağlanabileceğinin çıkar çatışmalarına yol açtığını görmekteyiz. Bu bakımdan, öne çıkan AB, ABD ve Japonya'nın yanı sıra Rusya Federasyonu'nun stratejik tercihlerinin birbiriyle örtüşmesi mümkün değildir. Japonya ve Rusya Federasyonu bir yana bırakılırsa, AB ve ABD arasındaki çekişmede Türkiye'nin yerine ilişkin öngörüler ve bu öngörülerin gerçekleştirilmesine ilişkin çabalar, Türkiye'yi 21. yüzyılda da uluslararası ilişkilerde bölgesel bir aktör olarak gündeme oturtmaktadır. Türkiye, sahip olduğu stratejik önceliklerini bu yapılanma içerisinde ulusal çıkarlarını gözeterek maksimize etmek zorundadır. Bu da geçmişten farklı olarak, Türk siyasi yaşamındaki aktörlere yeni bir avantaj yaratmaktadır. Geçmişte istikrarsızlıkların sürdürülmesinden yana bir AB / ABD siyasası söz konusu iken bugün bu siyasa değişmiş ve istikrarlı bir Türkiye'nin Batı genel çıkarları için daha rasyonel bir tercih olacağı anlaşılmıştır. Bu bağlamda Türkiye ve Rusya Federasyonu arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve güvenin sağlanmasına koşut olarak, istikrarın Rusya'nın da çıkarlarını gözetecek bir yapılanmaya kavuşturulması olanaklıdır. Bunu zorlaştıran ise, Rusya ile ABD arasındaki çekişmenin doğrudan Kafkaslar ve Orta Asya'da çıkar ve hegemonya mücadelesine, üstünlük arayışına dönüşmüş olmasıdır. Türkiye'nin etnik ve dinsel yakınlık duymuş olduğu bu bölgedeki etkinliğinin artmasının Rusya'nın bölgedeki etkinliğinin azalmasına, dolayısıyla bu ülkelerin Rusya ile olan bağımlılık ilişkilerinin azalmasına yol açabileceği endişesi Rusya'nın duyarlılığını arttırmaktadır.

Böylesi bir ortamda Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulmasına ilişkin çabalar ve ilişkilerin gerginlikten bir anda yumuşamaya dönüşmesi de ilginçtir. İki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine getiren sayısız gerilime rağmen, 17 Ağustos depreminin ardından başlatılan yakınlaşmanın ulusal kamuoylarının da psikolojik desteğini kazanmış olması, istikrara ilişkin çabaların her iki ülke siyasileri tarafından da paylaşıldığının işareti sayılabilir. Nitekim, 1990'ların ikinci yarısında her iki ülkenin de stratejik ortaklıklarını kurarlarken değişik, giderek karşıt saflarda yer aldıkları görülmüştür. Bu durum her iki ülkenin de aynı askeri ve siyasi sistem içerisinde yer almış olması ile çelişmiştir; Yunanistan, Balkanlar'dan Orta Asya ve Ortadoğu'ya Türkiye'yi stratejik olarak sorunlu olduğu ülkelerle çevreleyen bir stratejik ortaklık kurma yönünde faaliyetler içerisinde olmuştur. Bulgaristan, Rusya Federasyonu, İran, Gürcistan, Ermenistan, Suriye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile kurmuş olduğu askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler ve ittifakların ortak noktası ise, Türkiye'ye karşı izlenecek politik tavır olmuştur. Dolayısıyla, 1999 - 2000 süreci, izlenen bu politikaların Yunanistan ile olan ilişkilerde etkisini daha az hissettireceğinin işaretlerini vermesi bakımından ilginçtir. Her iki ülke arasında işbirliğini arttıracak girişimler yaşama geçirilerek bu süreç güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bununla birlikte, iki ilke arasında statükoyu değiştirecek esas duyarlı sorunların çözümüne ilişkin somut adımların atılması ise, henüz yaşama geçirilmekten uzaktır. Bununla birlikte, ılımlı bir iyimserlik her iki ülkeye de hakim görülmektedir.

İlerleyen bölümlerde iki ülke arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların dış politika davranışlarının oluşum sürecini etkileyen temel faktörlere değinileceğinden, bu bölümde yalnızca iki ülke arasındaki uyuşmazlık konularına ağırlık verilecektir. Konu incelenirken elden geldiğince ve ulaşılabildiğince, tarafların görüşleri nesnel ve doğrudan belirtilmeye çalışılacak, sorunlara ilişkin siyasi ve hukuki savlar sergilenecektir. 
  
 


1- Bu durum gerek iç ve gerekse dış politikada tartışmalara yol açarken Türkiye'nin revizyonist amaçlarla ortaya çıkmasının kendi ulusal toprak bütünlüğünü de tehlikeye düşürebilecek bir süreç olduğu üzerinde durulmuştur. Bu yaklaşımın aktif dış politika olarak sunulması ve Türk Silahlı Kuvvetleri ve Dışişleri Bakanlığı'nın dışlanarak oluşturulması dış politikada bir tür çok başlılık yaratmış ve eleştirilmiştir. 
2- Sürece ilişkin gelişmelerin bir değerlendirmesi için bkz; Şule Kut, "Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye'nin Bosna-Hersek ve Makedonya Politikası: 1990-1993", Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998; ss.321-344.

Okunma 7522 kez
Yorum yapmak için oturum açın