KEİÖ ve Türk - Yunan İlişkileri
  • Üyelik

TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ-SAEMK (65)

TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ

BY FUAT AKSU

KARŞILIKLI ALGILAMALAR

1980 Sonrası Dönem Türk - Yunan İlişkilerinde Niyetlere İlişkin Algılamalar

1981 sonrası dönem, her iki ülkede de ulusal ve uluslararası koşular göz önünde bulundurulduğunda, Türk-Yunan ilişkileri açısından sertlik yönünde tırmanışların yaşandığı bir dönem olmuştur. Gerçekten de, Yunanistan'da özellikle Türkiye, ABD ve NATO ile ilişkiler konusunda radikal sayılabilecek görüşlerle iktidara gelen Papandreu'nun kendi ulusal kamuoyu önünde güçlü bir hükümet imajı yaratmaya çalışması ve bu durumu sarsmamak için Türkiye ile doğrudan görüşmelere girmekten kaçınması ve görüşmelere başlanması için önkoşullar ileri sürmesi, uluslararası ilişkileri açısından Avrupa'dan dışlanma tehlikesi içerisinde olan Türkiye'nin, bu ülke ile olan ilişkilerdeki yaklaşımını da etkilemiş ve karşılıklı olarak, iki taraf da görüşmelerin kesilmesinden ve gerginliğin artmasından diğer tarafı suçlamaya başlamıştır.

Bu yapısallaşma içerisinde, Türk-Yunan diyalog süreci büyük bir sarsıntı geçirmiş ve sonuçta, iki ülke arasındaki güvensizliklerin keskinleştiği bir dönem yaşanmaya başlamıştır. Taraflar arasındaki uzlaşmazlıklar konusunda yürütülen görüşmelerin kesintiye uğramasıyla, iki ülke de, ulusal görüşlerindeki kararlılıklarını gösteren fiili olaylardan yararlanma çabalarına ağırlık vermeye başlamışlardır.

Papandreu'nun Türkiye'yi Yunanistan'ın toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliği bakımından bir "tehdit" kaynağı olarak göstermesi ve NATO ittifakından, ABD'den, Yunanistan'ın doğu sınırları için etkin garanti istemesi, Türkiye'nin yoğun tepkisini doğurmuştur. Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik dış politikasında gösterdiği dönüşüm, Türkiye'de Yunanistan'ın Türk ulusal çıkarları açısından uzlaşmaz, giderek hırçın bir politika izlemekte olduğu şeklinde değerlendirilmiş ve bu konuda bir açıklama yapan dönemin Başbakanı B. Ulusu; " Yunan Hükümeti'nin bugün takındığı uzlaşmaz tutum gerginlikleri kaçınılmaz kılar ve Yunanistan'ı hüsrana götürür" demiştir. [252]

Bu değerlendirme, Yunanistan'da geniş yankılar uyandırmış ve basında yer alan haberlerde Türkiye'nin Yunanistan'ı tehdit ettiği yorumu yapılmıştır.

"Türklerin bize ve kardeşlerimiz Kıbrıslılara karşı gittikçe artan saldırılarından endişe duyuyoruz. Türkiye'nin tehditleri bir tesadüf eseri değildir. Türk tehditlerinde sinsilik gizlidir. Hiç kimse Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı saldırgan emeller beslediğini söyleyemez ve söylememelidir de... Türkiye'nin Yunanistan ile yine kendisinin sebep olduğu anlaşmazlıklar için karanlık bir planın olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye, bu anlaşmazlıkları, uluslararası adaletin ve müttefiklik şerefinin aksine çözmemekte ısrar ediyor..." [253]

Bu dönemde Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, karşılıklı suçlamalara sahne olmuştur. Yunanistan'ın NATO askeri kanadına dönüşünü sağlayan Rogers Anlaşması hükümlerinin Yunanistan tarafından geçersiz kılınması, Ege Denizi'ndeki Türk-Yunan komuta kontrol sorumluluklarını belirsizleştirdiğinden, Türkiye'nin bu bölgedeki faaliyetleri, Yunanistan tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle Türk savaş uçaklarının askeri manevra ve rutin görev uçuşları Yunanistan'ın Türkiye'yi protesto etmesine yol açmıştır. Bu dönem ilişkilerinde en çok tartışılan konu Türk askeri uçaklarının Yunan hava sahasını ihlal ettiğine ilişkin suçlamalar oluşturmuştur. Bu uçuşlar sırasında Türk uçaklarının Yunanistan'ın ilan etmiş olduğu 10 millik sınırı tanımayarak Türkiye tarafından kabul edilen 6 millik karasularına kadar ki bölgelerde  uçuşlarını sürdürmeleri, Yunanistan tarafından iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirmeye yönelik ihlal girişimleri ve Türk saldırganlığının göstergesi olarak yorumlanmıştır. [254]

İki ülke arasındaki gerginlik ve karşılıklı suçlamalara koşut olarak Yunan basın ve kamuoyunu duygusal davranmaya ve "Türk tehditi" suçlamalarına yönelten kimi yanlış algılamalar da yaşanmıştır. Bunlardan bazıları özellikle dikkat çekicidir; 1982 yılı Ocak ayı başlarında bir Yunanlı avcının Türk-Yunan sınır bölgesinde Meriç ırmağı kıyısında Türk avcılarla olan kişisel bir paylaşım sırasında çıkan kavga sonucunda ölmesi, Yunan basın ve kamuoyunda bu kişinin bölgede devriye görevi yapan Türk askerleri tarafından öldürüldüğü şeklinde yer almış ve konu bir anda, ulusal boyut kazanmış ve "Türk saldırganlığı" olarak propagandize edilmiştir.

"Türk askerlerinin sınır bölgesinde bir Yunanlı avcıyı öldürmeleri civar köylerde yaşayanları üzüntüye boğmuştur... Türk nöbetçiler Meriç'te arkadaşı ile birlikte balık avlayan bir balıkçıyı öldürdüler..." [255]"Ördek avlayan bir Yunanlı balıkçının Türk devriye erleri tarafından vurulup öldürülmesi, Meriç bölgesinde şaşkınlık yaratmıştır." [256]

"Cinayet, Evren Cuntasının intikamıdır. Yunanlıyı, Cuntaya karşı olanların kaçmasını önleyebilmek için öldürdüler." [257]

"Protesto edilmeyen tokat... Yunan Hükümeti'nin Meriç'teki olayla ilgili tutumu gariptir. Bir girişimde bulunmak için ilgili raporu beklediğini söylemesi, Türklerin bu tahriğini hiçbir protestoda bulunmadan kabul ettiğini göstermektedir." [258]

"Meriç'te 6 Ocak günü işlenen cinayetin siyasi ve milli bir sebebe dayanmadığı, bir 'hesaplaşma' sonucu meydana geldiği anlaşılmıştır." [259]
Bu olaydan kısa bir süre sonra, bir Yunan gazetesinde Kıbrıs'a ilişkin olarak yayınlanan bir yazıda; "Türkler, Kıbrıs'da Yunan-Türk ilişkilerindeki krizi daha da artıracak olaylar hazırlamaktadır" denildikten sonra, Türkiye'nin adaya bir tümen göndermiş olduğu, Türk kuvvetlerinin alarm durumunda oldukları, Larnaka ve Lefkoşe'ye askeri üslerin havaya uçurulmasını, Kıbrıslı Rumlardan savaş malzemesi çalınmasını, Yunanistan'ın Kıbrıs'a asker gönderdiğini ispatlayabilmek için Yunan subaylarının kaçırılmasını amaçlayan saldırılar düzenledikleri iddia edilmiştir. Ayrıca, bu konuda Kıbrıs Savunma Bakanlığı tarafından bir raporun hazırlandığı ve BM Genel Sekreterine bilgi verildiği ileri sürülmüştür. Bu arada, Kıbrıs Dışişleri Bakanı Rolandis'in "Türklerin tehlikeli planlarına engel olunabilmesi için Moskova'nın yardımını istediği" belirtilmiştir. [260] Bu haber daha sonra Kıbrıs Dışişleri Bakanı ve Savunma Bakanı tarafından yapılan açıklamalarla yalanlanmış ve halk sükunete çağrılmıştır. [261]Bu arada, bir başka gazetede, Türkiye'deki askeri rejimin Ege Adalarına karşı bir saldırı hazırlığı içerisinde bulunduğu iddiası yer almış; [262]   diğer bir gazete ise, Türklerin Midilli Adasını Yunanistan'dan  talep ettiklerini iddia etmiş, "Türkiye'nin Yunanistan'a bu konuda bir nota gönderdiğini Midilli Adasını istemesine gerekçe olarak da Lozan Antlaşması'nın başlıca maddelerinin çiğnenmesini gösterdiği" iddia edilmiştir. [263]   Diğer yandan, bütün bunların yanı sıra, bir başka gazete de, "Türkiye'nin Yunanistan aleyhindeki yalan yanlış haberleri bir kampanya şeklinde yürüttüğünü"  ileri sürmüştür. [264]

Bir kaç gün sonra ise, bir Türk savaş gemisinin Ege Denizi'nde Yunan adaları etrafından geçmesi basının yoğun ilgisini çekmiş ve basın, bu olayı, "Yunan karasularının ihlali" ve "Türk tahriği" olarak değerlendirmiştir. [265]  "Türkiye, Ege'deki tahriklerini artırmaktadır... Türk emelleriyle ilgili olan bu tahrik endişe verici bir olay olarak kabul edilmektedir..." [266]  Bunun yanı sıra, Yunan Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün,  "Türk gemisinin seyrinden önceden haberdar olduklarını" açıklamasıyla olay bir başka boyut kazanmıştır. Bu olay sırasında basına yapılan açıklamalarda tutarsızlıklar görülmüştür.

Olaya ilişkin olarak Yunan Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı (Drosoyiannis); "Evia'nın güneyinde görülen Türk savaş gemisi bilinen bir rotada seyrettiği için Silahlı Kuvvetlerimiz şaşırmadı. Yunanistan'ın elinde 'hatta savaş gemileri için' denizcilik kurallarını ihlal ettikleri takdirde bunların seferlerine engel olacak yasalar yoktur" demiş ve "Türk tahriği konusunda Genelkurmay'da bir toplantı yapıldığını" açıklamıştır. Ancak buna karşın, Hükümet sözcüsü (Marudas) yaptığı açıklamada, Türk savaş gemisine ilişkin olarak bir toplantı yapılmış olduğunu yalanlamış ve "Türk savaş gemisi olayı, yalnız denizcilik yasalarıyla ilgilidir ve bu konuda Yunan Hükümeti, Ankara'ya demarşta bulunmuştur" demiştir. Ayrıca  yaptığı açıklamada; "Savaş gemisinin gerek Ege'deki uluslararası sularda gerekse, Yunan karasularındaki seyri hakkında Yunan yetkili makamlarına evvelce gerekli bilgi verilmiştir" demiştir. [267]

Bütün bu tartışmalar, olaya yeni bir boyut kazandırmış ve Türk savaş gemisinin Ege Denizi'nde seyrederken  Sovyet gemilerinin gözlemini üstlenmiş olması ve bundan Yunan Hükümeti'nin haberdar olması, bu denizde NATO operasyonel sorumluluklarının yeniden gündeme getirilmesine yol açmış; Yunan Hükümeti bu konudaki tutumundan dolayı eleştirilmiş ve olay sırasında tutarsız davranmakla suçlanmıştır. [268]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin süreçsel gelişimi içerisinde yukarıda sıralanmış türden yanlış algılamalara sıklıkla rastlanmaktadır. Türk-Yunan uzlaşmazlıklarına diyalog yoluyla bir çözüm bulunmasının kesintiye uğramış olması, tarafların her türden davranışını kuşkulu kılmıştır. Gerçekten de iki ülke arasında kurulmuş ilişkilerde diyalogun sürmesi, görüşmeler sürerken tarafların bu süreci bozacak davranışlardan kaçınmalarını gerektirdiğinden hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de, iki ülke arasında diyaloga yeniden başlanması konusu sıklıkla vurgulanmıştır. Ancak, Yunanistan'ın iki ülke arasında kurulacak bir diyalog süreci için bazı koşullar öne sürmekte oluşu Türkiye'nin tavrını sertleştirmesine neden olmuştur. Özellikle Türk-Yunan ilişkilerini gerginleştiren ve iki ülke arasında tahrik ve saldırganlık suçlamalarına yol açan olaylar, her iki ülkenin de üyesi bulundukları NATO çerçevesinde yürütülen askeri tatbikatlar sırasında yaşanmıştır. Bu tatbikatlar sırasında tatbikata katılan Türk ve Yunan kuvvetlerinin operasyonel sorumluluk alanlarının belirlenmesinde yaşanan güçlükler tatbikatların her iki ülke arasında sorun oluşturmasına yol açmıştır. Bunun yanı sıra, Yunanistan'ın Rogers Anlaşması'nda kurulması kararlaştırılan Larissa karargahına karşı olumsuz bir yaklaşım sergilemesi ve diğer yandan da Limni'de konuşlandırmış olduğu kuvvetleri NATO savunma planları içerisine almak istemesi, Türkiye'nin tepkisini çekmiş ve giderek, iki ülke arasında karşılıklı suçlamalar bu konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Limni adasının silahlandırılması ve bu kuvvetlerin NATO'ya tahsis edilmesi çabası, bu bölgedeki adaların silahsızlandırılacağına ilişkin antlaşmaların ihlal edilmekte olduğunu savunan Türkiye ile Yunanistan arasında karşılıklı suçlamalara dönüşmüş ve her iki ülke de bu konudaki görüşlerini ulusal savunma ve güvenlik kaygılarına dayandırmış ve diğer tarafı kendi toprak bütünlüğü açısından tehdit olarak algıladığından silahlanma yoluna gittiğini savunmuştur. Bu arada, Türkiye ve Yunanistan arasında ulusal hava sahasının ihlal edildiğine ilişkin görüş ayrılıklarının sürmekte oluşu, Yunanistan'da, "ulusal karasuları sınırının 12 mile çıkarılarak bütün ilgili sorunların çözümlenebileceği" yaklaşımının sıklıkla dile getirilmesine neden olmuştur.

Dönemin genel karakteristik özelliği, iki ülke ilişkilerinin istikrarsız bir karşıtlık göstermiş olmasıdır. Zaman zaman, iki ülke arasında diyalog kurulması gereği dile getirilmesine karşın, bu yöndeki çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Türkiye'nin iç ve dış politik ortamda, "Yunanistan'a yönelik bir tehdit" oluşturduğuna ilişkin algılamalar, Yunanistan'da, Papandreu yönetiminin bu tehlikeye karşı etkin güvence arayışlarına hız vermiştir. Gerçekten de, Papandreu Hükümeti, "Türk tehditi" iddiasına dayanarak NATO çerçevesinde sağlamaya çalıştığı baskı ve garanti arayışlarını sağlamada başarısız kalınca, bu kez, yönünü ABD'ye çevirmiş ve bu ülke ile gerçekleştirilmeye çalışılan üsler anlaşması ve savunma işbirliği anlaşmasının imzalanması karşılığında, Türkiye ile olan sınırlarının garanti edilmesi koşulunu ileri sürmüştür. Bu konuda yapmış olduğu açıklamada, "Yunanistan'ın toprak bütünlüğüne yönelik Türkiye'den gelen gerçek bir tehdit bulunduğuna kuşkumuz yok" [269] diyen Papandreu, Ege Denizi'nde bir süre sonra yapılan planlı tatbikatlar sırasında Türk savaş uçaklarının Yunan hava sahasını ihlal etmiş olduğunu ileri sürerek; "...eğer Türkler on milden rahatsız oluyorlarsa, o zaman biz de kimsenin elimizden alamayacağı bir hakkımızı kullanarak karasularımızı 12 mile çıkarırız. O zaman, hava sahamız da otomatikman 12 mil olur" demiştir. [270]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin karasularının 12 mile genişletilmesiyle çözümlenebileceği düşüncesi, Türkiye'nin sert tepkisine yol açarken, Yunanistan'ın ulusal karasuları sınırını Ege Denizi'nde 12 mile çıkarmasının "casus belli" savaş nedeni sayılacağı açıklanmıştır.

Bu bağlamda, Yunanistan, Türkiye'den kaynaklandığını iddia ettiği ulusal güvenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik tehdit algılamalarını karşılamak için uluslararası çabalarını yoğunlaştırmıştır. Özellikle NATO, AET ve ABD çerçevesinde yürütülen ilişkilerde Yunanistan sıklıkla Türkiye ile olan sorunlarını  dile getirmiş ve bu ülkeden kaynaklanan güvensizliğin giderilmesi için gereken baskı ve çabaların gösterilmesini istemiştir. Bu arada, Limni Adasının NATO tatbikatlarına dahil edilmesi sırasında Türkiye'nin bu karara karşı çıkması, Yunanistan'ın tepkisini doğurmuş ve NATO'nun, Yunanistan'ın istemini reddetmesi üzerine Yunanistan bölgede düzenlenen tatbikatlara katılmama kararı almıştır. NATO'yu Türk-Yunan uzlaşmazlığında taraf tutmakla suçlayan Papandreou, bir süre sonra Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup temsilcilerine yaptığı bir konuşmada "Biz bir NATO üyesi olan Türkiye'den tehdit gören NATO üyesi tek Avrupa ülkesiyiz. Toprak bütünlüğümüzü koruma ve savunmada doğudan sorunları bulunan gene tek ülkeyiz" demiştir. [271]

1983 yılı sonlarında, Kıbrıs Türk toplumunun bağımsızlık kararı alarak KKTC'yi ilan etmesi ve kurulan devleti, Türkiye'nin tanıması, Yunanistan'ın şiddetli tepki göstermesine neden olmuştur. Bu konuda bir açıklama yapan Yunan Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin ilan edilen yeni devleti tanımasını ve bu konudaki tutumunu kabul edilemez olarak nitelendirmiş ve "Türkiye bu tutumundan vazgeçmediği takdirde herhangi bir konuda görüşmemiz imkansızdır" demiştir. [272] İlerleyen günlerde, Türkiye'nin kurulan devleti hemen tanımış olması, Yunanistan tarafından kınanmış  ve Yunan Hükümet Sözcüsünün yapmış olduğu açıklamada, "Türkiye KKTC'yi tanıdığı sürece Yunanistan, Türkiye ile ne ikili ne de Kıbrıs sorunu üzerinde herhangi bir konuyu görüşmeyecektir. Türkiye, Kıbrıs'daki kuvvetlerini geri çekmediği sürece, Yunan Hükümeti Kıbrıs konusunda Ankara ile müzakereye girişmeyecektir" denilmiştir. Bu arada Papandreou, "Yunanistan için yegane tehditin Varşova Paktı'ndan değil, Ege'de Türkiye'den geldiğini" vurgulayan açıklamalarda bulunmuştur. [273]

Türkiye'den kaynaklanan tehdit açıklamaları sürerken 1984 yılı Martında, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştiren bir başka olay yaşanmıştır. 8 Mart'ta basına bir açıklamada bulunan Yunan Hükümet Sözcüsü, Semadirek Adasının kuzeyinde ve açık denizde tatbikattan dönmekte olan 5 Türk savaş gemisinin, Yunan karasuları içindeki Yunan savaş gemisi ve bazı balıkçı teknelerine ateş açtığını iddia etmiş; olayla ilgili olarak Türkiye'nin protesto edildiği ve kendilerinden açıklama istendiğini bildirmiştir. Türkiye'nin böyle bir olayın gerçekleşmediğini bildirmesi ve konuya ilişkin verilerin yeniden ve dikkatli bir şekilde incelenmesini istemesinden sonra, Türkiye'nin bu konudaki görüşleri kabul edilemez bulunmuştur. Ayrıca, basına yapılan açıklamada, Yunanistan'ın, Türkiye'deki Büyükelçisini geri çağırdığı, bu durumda Türkiye'nin Atina'daki Büyükelçisinin de geri dönmesi gerektiği belirtilmiştir. [274]

Diğer yandan yapılan açıklamada; "ABD'nin Atina maslahatgüzarının Yunan Dışişleri Bakanlığına davet edilerek, kendisine, Amerika tarafından Türkiye'ye yapılan yardımlar ve bu ülkenin isteklerinin yerine getirilmesinin Türkiye'yi küstahça cüretkar davranmaya ve bu tür tahriklerde bulunmaya yönelttiği.... NATO üyesi ülkelerin Atina Büyükelçileri davet edilerek kendilerine, bu müttefik ülkenin diğer bir müttefiği tahrik etmesinin kabul edilemez olduğu bildirildi" denilmiştir. [275]

Papandreu ise, olayın, "iki ülke arasında 1974'den bu yana (yaşanan) en büyük tahrik olduğunu"; "Türkiye'nin bu olaydaki asıl amacının Yunanistan'ın kararlılığını ölçmek olduğunu" belirtmiştir. [276]

Bununla birlikte, olay, Türkiye tarafından şaşkınlıkla karşılanmış ve Yunanistan'ın bütünüyle hayali bir olaya dayandığı dile getirildikten sonra, atış yapan Türk gemilerinin uluslararası sularda bulundukları ve Yunan gemilerinin bulunduğu batı yönünde değil, aksine, kuzey ve doğu yönünde atış yaptıklarını ve bu durumdan, Yunan resmi makamlarının haberdar olduklarını açıklamışlardır. Ayrıca açıklamada, Türkiye'nin Atina'daki Büyükelçisini geri çekmeyeceği ve Yunanistan'ın bu konuda yeniden incelemelerde bulunarak durum yeniden normale dönecek şekilde suçlamaların geri alınacağının umut edildiği belirtilmiştir. [277]

Nitekim, bir süre sonra, Yunan kamuoyunu panik havasına sürükleyen bu olayın gerçek yönü anlaşılmış ve olayın, bütünüyle, hükümete yanlış bilgi verilmesinden kaynaklanmış olduğu, bu konuda hükümetin yeterince sağduyulu davranmadığı, gerekli incelemelerin yapılmadan acele, suçlayıcı bir yaklaşım izlendiği öne sürülerek Papandreu Hükümetine yönelik şiddetli eleştiriler sergilenmiştir. Dış basında ise, Yunanistan'ın ileri sürmüş olduğu saldırı olayının gerçek olmadığının anlaşılması ile Yunanistan'ın "gaf"ını kabullenmek zorunda kaldığı ve olayın sorumluluğundan kurtulmak için "Türkiye'den tatmin edici cevapların alındığını" ileri sürdüğünü belirten yorumlar yapılmış ve Papandreu Hükümeti'nin, sürekli "Türk tehditi" konusunda iddialarda bulunduğu belirtildikten sonra, bunun gerçekliğinin "kuşkulu" olduğu belirtilmiştir. Gerçekten de, Yunan basınında da bu yönde yorumlara yer verilirken olay sırasında izlediği tutumdan dolayı, "Papandreu'nun sorumsuz davrandığı" ve "Yunanistan'ı Türkiye ile bir savaş riskine sürüklediği" iddia edilmiştir. [278]

Bununla birlikte Papandreu, "Türkiye'nin Yunanistan için bir tehdit oluşturduğunu" dile getirmeye devam etmiştir; Atina Ticaret ve Sanayi Odası'nda bir konuşma yapan Papandreou, "Türkiye'nin yayılmacı gücünün müttefiklerin de yardımı ile kalıcı ve tehlikeli bir tehdit oluşturduğunu" açıklamıştır. [279]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin çeşitli yanlış algılamalar yüzünden savaş riskini taşımakta oluşu, iki ülke arasındaki diyalogun kesin bir şekilde yeniden kurulmasını gerektirirken, Papandreu yönetimi, yapmış olduğu açıklamalarda "Türk tehditi"nin devam ettiğini ileri sürmüştür. Yunanistan'ın ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün Türkiye tarafından tehdit edilmekte olduğunu savunan Papandreu, Türkiye'nin tehditleri karşısında ülkesinin modern silahlara gereksinim duyduğunu söylemiş ve Girit'te yapmış olduğu bir açıklamada Türkiye'yi uyararak, "Yunan halkının Ege'de ortaya çıkacak her tehdite karşı koyacağını Türkiye'ye bildiririz" demiştir. [280]

Selanik'de bir konuşma yapan Papandreu, "Türkiye'ye, silahlı bir el ve tahrikkar hareketlerle önerilen sahte barışçı sözler yerine yapıcı, barışcı hareketlerde bulunması çağrısını" yineleyen Papandreou, "... diğer tarafın yayılmacı politikasını sadece bir ülkenin kararlılığının ikna edebileceğini" belirtmiş ve "Barışçı bir diyalog (Türkiye tarafından) barışçı hareketler ve jestler geldiği zaman başlar... Yunan Silahlı Kuvvetleri'nin dikkati kuzeye değil, tehlike ve tehditin geldiği doğuya -Türkiye'ye- yöneliktir... Bağımsızlık ve toprak bütünlüğü olmadan barış olmaz" demiştir. [281]

Türkiye ve Yunanistan arasında uzlaşmazlığın giderilebilmesi için gereken güven ve diyalog oluşturulabilmesi için, Türkiye'nin, Yunanistan tarafından ileri sürülen koşulları kabul etmesi gerektiğini öne süren Papandreu, "... iyimser olduğu Kıbrıs sorununu çözdükten sonra bile Türkiye'nin Ege'deki durumu gerginleştirmesinin ihtimal dışı olmadığını... Türkiye ile diyaloga girilebilmesi için bu ülkenin Lozan ve Montrö Antlaşmalarıyla belirlenmiş olan Ege statüsünü kabullenmesi gerektiğini" savunmuştur. [282]

Bu arada, Yunanistan'ın ulusal savunma stratejisinde değişikliğe gidileceğine ilişkin haberler yayınlanmıştır. Haberleri doğrulayan Yunan Hükümet sözcüsünün açıkladığına göre; "Yunanistan'ın değiştirilmiş yeni savunma dogması" konusunda bir öneri yapılmış ve Hükümet bu öneriyi Noel tatilinden hemen sonra Dışişleri ve Savunma Konseyi'nde (KYSEA) ele almayı kararlaştırmıştır. Sözcü, Yunanistan'ın savunma sisteminin bugüne kadar "tehlike kuzeyden var" dogmasına dayalı olduğunu, Hükümetin ise, "Yunanistan'ın doğudan tehdite" maruz bulunduğunu önceden açıklamış olduğunu belirtmiştir. [283]

Yunanistan'ın bu yöndeki değişiklik kararını değerlendiren ve Türkiye'nin görüşlerini açıklayan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü (Eralp), yeni Yunan planının "Yunanistan'ın NATO üyeliğinin uydurma olduğunu ortaya koyduğunu" belirtmiş; "... öyle görülüyor ki, Yunanistan Başbakanı Papandreou bile iç tüketim amacıyla yarattığı sahte Türk tehdidinden korkmaya başlamıştır" demiştir.[284]

Bu konuya ilişkin olarak yapılan bir başka açıklamada ise; "Yunan Başbakanı bir kere daha ülkesinin Türkiye'den tehdit edildiğini iddia ederek Türkiye'ye karşı silahlı kuvvetlerinde düzenlemeler yapacağını açıklamıştır. Bu gelişme hiç şüphesiz Yunanistan'ın NATO içindeki durumu ile ilgili bir görüşmeye sebep olacaktır. Yunanistan Türkiye'den tehdit edildiği efsanesini kullanarak NATO savunmasını mahvetmek istemektedir... Türkiye, sorumsuz Yunan tutumuna karşı kendi tedbirlerini almaktadır. Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı olan düşmanca politikasında ısrarı Ege'deki karasuları konusunda bir hazırlık anlamındadır. Bunun doğuracağı kötü sonuçlar konusunda bir kere daha dikkatli olmalıyız. Bu konudaki sorumluluk tümüyle Yunanistan'a aittir" denilmiştir. [285]

NATO çerçevesinde yapılan değerlendirmelerde de, Yunanistan'ın silahlı kuvvetlerini NATO savunma planları dışında bir şekilde düzenlemesinin ittifakın benimsemiş olduğu değerlerle bağdaşmadığı vurgulanmış ve bu durumun, ittifak sisteminin güneydoğu kanadının işlerliğini aksatacağı ileri sürülmüştür.

Yunanistan'ın savunma planlarında değişiklik yapması ve ulusal silahlı kuvvetlerini Türkiye'den duymuş olduğu askeri tehditi önlemek üzere yeni bir konuşlandırmaya gideceğini açıklaması, Yunanistan'da iç politika açısından hükümete yönelik eleştirilerin yapılmasına neden olmuştur. Genel olarak Yunan basını, Türkiye'nin Yunan ulusal güvenliği açısından bir tehdit oluşturduğu fikrini benimser görüşleri savunmakla birlikte, uygulamada Yunan silahlı kuvvetlerinin zaten bu tehditi göz önünde bulundurarak konuşlanmış olduğu ileri sürülmüş ve askeri açıdan gerçekte herhangi bir yenilik getirmeyen bu durumun aslında uygulanan politikaların siyasi yönünün dile getirilmesine yönelik olduğu belirtilmiştir. Bu arada Papandreu'nun gerçekleştirmeye çalıştığı yeni savunma doktrininin, "Yunanistan'ın uluslararası alanda güvenilirliğini tartışılır duruma soktuğu" ve "Türkiye'nin bu durumdan yararlanarak NATO ve ABD çerçevesinde Yunanistan'ı zor duruma düşürecek bir propagandaya girişmesine olanak tanıdığı" dile getirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan  arasındaki ilişkiler, Yunanistan'ın, Türkiye'yi açık ve doğrudan tehdit kaynağı olarak gördüğünü açıklaması ve ulusal kuvvetlerini bu tehditi karşılamak üzere yeniden konuşlandırmaya karar vermesiyle yeni bir boyut kazanmış ve iki ülke arasındaki gerginlik, giderek tırmanmaya başlamıştır. Nitekim, Türkiye'nin dile getirmiş olduğu diyalog arayışları Yunanistan'ın ileri sürmüş olduğu ön koşullardan dolayı sonuçsuz kalmıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, 1986 yılından itibaren dalgalanma göstermeye başlamıştır. Bir yandan, Yunanistan'ın Türkiye'den duymuş olduğu tehdit algılamalarına ilişkin suçlamaları devam ederken iki ülke arasındaki diyalog sürecinin ilk adımları atılmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, özellikle, Türkiye'nin AET'le bütünleşme çabaları açısından Yunanistan, Türkiye ile olan uzlaşmazlıkların giderilmesi gerektiğini vurgulamaya başlamış ve Türkiye'nin Avrupa Konseyi ile ilişkilerini canlandırmasına Yunanistan'ın karşı olduğu dile getirilmiş; "Yunanistan'ın, Türkiye'nin tehditi altında olduğu" ve "Türkiye'de demokrasi ve insan haklarının Avrupa ile ilişkilerin normalleşmesini sağlayacak düzeyde olmadığı" savunulmuştur. [286]

Diğer yandan Limni'nin NATO çerçevesinde savunma planlarına dahil edilmesi konusunda çıkan tartışmalar sonrasında Papandreou, verdiği bir demeçte "Türk yayılmacılığının Yunanistan aleyhinde harekete geçmesinin gelecek asır içerisinde beklendiğini... durumun kendileri için giderek daha tehlikeli geliştiğini bildirmiş; gerekçe olarak da nüfus bakımından zaten az olan Yunanistan'a karşılık Türkiye'ye askeri açıdan verilen silahların da durumu bir kabusa dönüştürmekte olduğunu" ileri sürmüştür. [287]

Parlamentoda Yunan dış politikasına ilişkin bir konuşma yaparken Türkiye ile ilişkilere değinen Papandreu;

"Şu anda, Yunan topraklarının tümü konusunda Türkiye'den kaynaklanan bir güvenlik sorunu mevcuttur. Bildiğiniz gibi, Türklerin ülkemiz aleyhinde uzun vadeli talepleri vardır. Şu anda Dışişleri Bakanlığı'nda Türklerin uzun vadeli emelleriyle ilgili olarak 1975 yılına ait bir belge bulunmaktadır... Yunan ve Türk halklarını ayıran bir şey yoktur, aksine ortak çıkarlarımız vardır. Ancak her türlü 'olumlu' adım konusunda bir Türk reddi mevcuttur.... Türk tarafı hava sahamızı sürekli bir biçimde ihlal ederek 1982 yılındaki moratoryum çabalarımıza set çekmiştir. Biz diplomatik diyalog için bazı çabalar harcadık; Ancak Denktaş'ın sahte devlet ilanından sonra Türklerle her türlü 'teması' kesmiş olduk. Kıbrıs konusu muallakta bulunurken ve Ege ile ilgili hukukî statü hakkında tereddütler ifade edilirken diyalogdan söz edilemez... Gerçek şudur ki, Türkiye, Ege'deki adaları Yunan adaları olarak kabul eden 1923 Lozan Antlaşması'nı tereddütle karşılamaktadır... 1947 Paris Antlaşması ve BM tüzüğünün ülkemizin Oniki Adayı savunmasına hak tanıyan 51. maddesi konusunda tereddüt yaratmakta... uluslararası hukuka uygun bir biçimde karasularımızı 12 mile çıkarma hakkımızdan ve 1958 Cenevre Antlaşması'ndan kaynaklanan adalarımızın kıta sahanlığı konusunda ... (Türkiye) ilk defa olarak  1974 yılından sonra, yani Kuzey Kıbrıs'ın işgalinden sonra 10 mil konusunda uyuşmazlık çıkarmaktadır.... Size şunu söylemek isterim ki, Türkiye son zamanlarda NATO'yu ve kendi topraklarına  daha yakın olduğu gerekçesiyle, adalarımızı bizden daha iyi savunacağını bildirmiştir. Bu toprak bütünlüğümüze karşı yöneltilen bir tehdit anlamında bir işlemdir"
demiştir. [288]Bir süre sonra ise, Kıbrıs konusunda BM Genel Sekreteri tarafından hazırlanan önerilerin Yunanistan tarafından, Türk askerlerinin adadan çıkarılması ve Türkiye'nin garantörlüğü konusunun yeterince açıklığa kavuşturulmadığı gerekçesiyle reddedilmesinden sonra Türkiye; Yunanistan'ın bu konudaki görüşlerini sert bir dille kınamıştır. Türkiye Başbakanı (Özal) tarafından yapılan bir konuşmada, Papandreu'nun izlemekte olduğu yaklaşım eleştirilmiş ve "Ne yapmak istiyorsun Papandreu?.. Kıbrıs eskiden Türk vatanıydı. Ya Türkiye'nin doğrudan garantörlüğünü içeren çözüme varırız ya da geliriz. Yunanlıların şunu bilmeleri gerekir; Türklerin sabrının da bir sınırı vardır" denilmiştir. [289]

Türkiye'nin sert tepkisi hem Yunanistan'da hem de Kıbrıs'ta içerik bakımından "tehdit"ve "şantaj" nitelikli olarak değerlendirilmiş ve Türkiye'nin Yunanistan'la ilişkilerini sertleştirmek istediği şeklinde yorumlanmıştır.

Bir süre sonra, Yunan basını ile bir toplantı yapan Türkiye Başbakanı Özal, bu toplantı sırasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin, Yunanistan tarafından Türkiye'ye yöneltilen sertlik yanlısı politikalarla daha da kötüleştiğini öne sürmüş ve Yunanistan'ın, Avrupa Konseyi'nde Türkiye'nin Konseyle olan bağlarını güçlendirme çabalarını engellemesini, AET ile ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde güçlük çıkarmasını, NATO çerçevesinde Limni konusunu gündeme getirmesini örnek olarak göstermiştir. Ayrıca, Yunanistan'ın ulusal güvenliği açısından Türkiye'yi tehdit kaynağı olarak göstermesini eleştirmiş ve Papandreu'nun bu durumu kullanarak adaların silahlandırılmasına çalıştığını ileri sürmüştür. BM Genel Sekreteri'nin önerilerinin Yunanistan'la sıkı bağları  olan Kıbrıs Rumları tarafından reddedilmiş olmasının, Yunanistan'ın görüşmeler yoluyla bir çözümden kaçındığını ve gerilimi sürdürebilmek için Kıbrıslı Rumların zararına da olsa, bunu bahane olarak kullandığını iddia etmiştir. [290]

Diğer yandan, iki ülke arasında güven ortamının sağlanması gerektiğine değinen Özal;

"3 Nisan 1985 tarihli demecimde, Yunanistan'a halihazır sınırların ihlal edilmezliğini de garantileyecek bir Dostluk, İyi Komşuluk, Uzlaşma ve İşbirliği Anlaşması imzalamayı teklif ettim. Bu Papandreou tarafından reddedildi... Şimdiye kadar olumlu bir cevap almış değilim... Ege kıta sahanlığında Türk ve Yunan iddiaları çakışmaktadır. Kıta sahanlığı henüz hukuken sınırlanmadığı için, bir ülke, kendi topraklarında gözü olduğu iddiası ile diğerini suçlayamaz. 1976 Bern Anlaşması, bunun anlamlı müzakereler yolu ile çözümlenmesi anlayışını getirmiştir. Problem, Yunan Başbakanı'nın uluslararası hukuku tek yanlı yorumlaması üzerine dayandırdığı kendi haklılığı ve maksimalist iddialarını Türkiye'ye empoze etme girişimlerinden doğmaktadır. Bu aşırı tutumun doğal sonucu olarak, Papandreou, sonunda taviz verileceği gerekçesiyle, Türkiye ile müzakereye girmeyi reddetmektedir. Sonuç olarak, Türkiye tarafından herhangi bir diyalog çağrısının ardında saldırgan emeller görülmektedir. Savunmaya yönelik herhangi bir demeç, tahrikkâr olarak yorumlanmaktadır ve herhangi bir bıkkınlık ifadesi tehdit olarak algılanmaktadır... Temelde yapay olan bu politikanın başarısı en az iki şarta bağlıdır. Her şeyden önce, Yunan kamuoyunun tehditin Türkiye'den geldiğine inandırılması; bunu pekiştirmek için de, Türkiye'nin geçmişi ve geleceği ile, antidemokratik, askeri, baskıcı, insan haklarını ihlal eden bir ülke olarak sunulması gereklidir. Yunan Hükümeti'nin, Türkiye'deki demokratik süreçteki ilerlemenin herkes tarafından kabulünden dolayı duyduğu derin hayal kırıklığının hatta kızgınlığının sebebi budur. Her şeye rağmen, Türkiye'den gelen 'tehdit' diye yarattıkları şeye kendileri inandıkları zaman, bu hayalin gerçekliğine Dünya kamuoyunu da inandırmaya  Çalışmaktadırlar... Nihai değerlendirmede, diyalogun reddi, kendi politikasının gücüne ve haklılığına olan güven eksikliğini göstermektedir. Bu nedenle, provokasyonlar karşısında Türkiye'nin sabrını deneyeceğine, Yunanistan'la iyi ilişkilere girme yönündeki samimiyetini sınamasını Papandreu'dan talep ediyorum"
demiştir.[291]Diyalog konusunda ise Papandreu;

"Diyalog her iki tarafın da her ikisini de tatmin edecek bir çözümün olduğuna inanıldığı zaman yapılmaktadır... Biz Türkiye'den bir şey istemiyoruz; Türkiye bizden istiyor. Türkiye ülkemizin egemen haklarından gerçek tavizlerde bulunmamızı istemektedir. Demokratik ve halktan seçilmiş bir Yunan Başbakanının 'tehditlerinize son vermek için benden ne vermemi istiyorsunuz?' sorusu ile diyaloga gideceğine inanmam. Eğer soruyu Türkiye'ye sormuş olsaydık cevabı şöyle olacaktı; 'yarı Ege'yi ver de sonra bakarız, yarı Trakya'yı ver de sonra bakarız' diyalog bu mu ?" [292]

Bu arada Yunan basınında Yunanistan'ın Bulgaristan ile işbirliğini artırmasının ve karşılıklı dayanışma içerisine girmesinin Türkiye ile ilişkilerde Yunanistan'a stratejik yararlar sağlayacağı yönünde görüşler dile getirilmiştir. [293] 
  
 


252- Cumhuriyet, 22 Aralık 1981. 
253- Mesimvrini, 11 Ocak 1982. 
254- Bkz; 1981-82 dönemi Türk ve Yunan basını. 
255- Ta Nea, 7 Ocak 1982. 
256- Eleftherotipia, 7 Ocak 1982. 
257- Eleftherotipia, 8 Ocak 1982. 
258- Vradini, 9 Ocak 1982. 
259- Kathimerini, 13 Ocak 1982. 
260- Kiryakatiki Eleftherotipia, 10 Ocak 1982. 
261- Filelefteros, 12 Ocak 1982. 
262- Mesimvrini, 10 Ocak 1982. 
263- Simerini, 10 Ocak 1982. 
264- Haravgi, 10 Ocak 1982. 
265- To Vima, 15 Ocak 1982. 
266- Kathimerini, 15 Ocak 1982. 
267- To Vima, 16 Ocak 1982. 
268- Bkz; Ta Nea, 20 Ocak 1982; Elefheros Kosmos, 20 Ocak 1982. 
269- Cumhuriyet, 19 Ekim 1982. 
270- Apoyevmatini, 3 Aralık 1982. 
271- Akajans, 8 Kasım 1983. 
272- Bkz; dönemin Yunan basını; ERT-2 TV, 16 Kasım 1983. 
273- Atina Radyosu, 2 Aralık 1983. 
274- Cumhuriyet, 3-10 Mart 1984; ERT-2, 8 Mart 1984. 
275- ERT-2, 8 Mart 1984. 
276- Genel olarak bkz; dönemin Yunan basın ve TV'si. 
277- Cumhuriyet, 3-10 Mart 1984 
278- Bkz; dönemin Yunan basını. 
279- Atina Radyosu, 13 Mart 1984. 
280- Atina Radyosu, 13 Mart 1984. 
281- Atina Haber Ajansı, 20 Aralık 1984. 
282- Eleftherotipia, 20 Aralık 1984. 
283- Atina Radyosu, 17 Aralık 1984. 
284- BYE, 18 Aralık 1984. 
285- BYE, 19 Aralık 1984 
286- Bkz; dönemin Yunan basını. 
287- Fileleftheros, 22 Şubat 1986. 
288- Demokratikos Logos, 24 Nisan 1986. 
289- Bkz; dönemin Türk basını; General Anzeiger, 29 Nisan 1986. 
290- Başbakan Turgut Özal'ın Yunanlı gazetecilerle yaptığı toplantı için bkz; BYE, 23 Haziran 1986. 
291- BYE, 23 Haziran 1986. 
292- Eleftherotipia, 8 Eylül 1986. 
293- Bkz; dönemin Yunan basını.

KARŞILIKLI ALGILAMALAR

Yunanistan'ın NATO Askeri Kanadına Dönüşü, NOTAM'ların Kaldırılması


Türkiye'ye uygulanan ABD askeri ambargosunun kaldırılması sonrasında, Yunanistan'ın Türkiye ile olan ilişkilerinde yeni bir süreç yaşanmaya başlamıştır. Gerçekten de ABD ambargosunun kalkması Yunan kamuoyunda bir yandan ABD aleyhtarı görüşlerin yoğunlaşmasına ve Yunan hükümetini yetersiz kalmakla suçlayan eleştirilere neden olurken diğer yandan, ambargonun kalkması ile yeniden başlayan askeri yardımların, Türkiye'nin Ege Denizi'ndeki güç dengesini yeniden lehine çevirmesine olanak vereceğinden duyulan kaygı, Yunanistan'ı Türk-Yunan ilişkileri açısından yeni bir yaklaşım benimsemeye yöneltmiştir. Bu çerçevede, Yunanistan, bir yandan Türkiye ile diyalog yollarını kullanarak fiili gerginliğin azaltılmasına çalışırken, diğer yandan da, AET ile siyasi ve ekonomik bütünleşmesini kolaylaştıracak atılımlar içerisinde olmuştur. NATO askeri kanadına yeniden dönülmesine ilişkin olarak başlatılan görüşmeler ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüş ayrılıklarını gündeme getirmekle kalmamış; aynı zamanda Karamanlis Hükümetine sert eleştirilerin yapılmasına yol açmıştır.

Karamanlis Hükümeti'ne bu konuda yöneltilen eleştiriler özellikle, Yunanistan'ın NATO'dan çıkarken gerekçe olarak göstermiş olduğu Kıbrıs ve Ege konularında, Yunanistan'ın geri dönmesini kolaylaştıracak yeni gelişmelerin henüz elde edilmemiş olduğu noktasında toplanmıştır. Bu eleştirilere göre; Yunanistan'ın NATO askeri kanadından ayrılmasına neden olan Türkiye'nin Kıbrıs'taki işgali hala sürmekte, Ege Denizi'nde ise, Türkiye, Yunanistan'a karşı kıta sahanlığı, karasuları ve hava sahası-FIR sorunlarına ilişkin görüşleri dikkate alındığında, Yunanistan'ın çıkarlarına karşı yayılmacı eğilimlerini korumaktadır; bu durum dikkate alındığında, Yunanistan'a yönelik tehditler karşısında sessiz kalan NATO'ya Yunanistan'ın geri dönmesi, uygun, tutarlı bir davranış olarak görülmemektedir. Ayrıca, Karamanlis Hükümeti'nin NATO askeri kanadına dönüş yeni kaygılar ortaya çıkmış ve Türkiye'nin veto yetkisini kullanarak Yunanistan'ın NATO askeri kanadına geri dönmesini engelleyebileceği göz önünde bulundurulduğunda; Türkiye'nin, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü kolaylaştırmak için bazı ödünler koparmaya çalışacağından endişe duymuşlardır.

Bu bağlamda, Türkiye'nin ilke olarak Yunanistan'ın NATO askeri kanadına dönmesini olumlu karşılamakla birlikte, dönüşün 1974 öncesi koşullarla olmamasında direnmesi ve Ege Denizi'ndeki NATO deniz ve hava komuta kontrol sorumluluk bölgelerinin yeniden paylaşılmasında ısrar etmesi; Yunanistan'da Türkiye'nin  yayılmacı isteklerini yeniden gündeme getirdiğine ilişkin kuşkuları ortaya çıkarmıştır. Bu çerçeve içerisinde, Yunanistan'ın NATO askeri kanadına geri dönmesine ilişkin görüşmeler; NATO çerçevesinde yürütülen görüşmeler ve arabuluculuk çalışmaları, hem Yunanistan'ın hem de Türkiye'nin görüşlerinde ısrarlı olmalarından dolayı 1980 sonlarına kadar çözümlenememiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan gerginlik ve karşılıklı güvensizliğin 1980'li yıllarda daha da artmış olduğunu söylemek mümkün. 1980 Şubatında, Türkiye'nin 1974 yılından beri uygulamakta olduğu NOTAM 714'ü kaldırmış olduğunu açıklamasından sonra Yunanistan'ın da 1157 sayılı NOTAM'ını kaldırması, iki ülke arasındaki ilişkileri yeni bir sürece yöneltirken, Yunanistan'ın NATO'ya dönmesi açısından hala iki ülke arasında  bir görüş birliğinin sağlanamamış olması, karşılıklı suçlamaların sürmesine yol açmıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler konusunda dönemin Dışişleri Bakanı Erkmen'in

"Komşuyuz. Ve ortak güvence zorunlulukları içinde olup ortak tehlike karşısındayız. Aramızda bir deniz var. Denizden her ikimiz de belirli çerçeve içinde olmak üzere yararlanmalıyız. Adil temeller üzerinde adil çözümler aramalıyız. Ancak bunu Yunanlılar da arzu etmelidirler. 'Sen karasularında kal' diyemezler. Bunu kabul edemem. Bu tarihi sorumluluğu üstlenemem. Ancak ben güçlüyüm diye de başkasına bazı şeyleri empoze edemem," [240]
şeklindeki demeci, Yunanistan'da eleştirilere yol açmıştır. 
 "Ortak güvence zorunlulukları içinde olduğumuz gerçek değildir. Türkiye için güvence belirtilen bir olay bizim için bunun aksidir... Yunanistan-Türkiye arasında bir deniz olduğu gerçek değildir. Gerçek olan, (Ege'nin) Yunan denizi olmasıdır...." [241]

Parlamento'da yapmış olduğu bir konuşmada Türkiye ile ilişkilere değinen Karamanlis;

"Yunanistan hiçbir zaman Ege'nin 'Yunan Gölü' olduğunu iddia etmemiştir. Ancak Türkiye, Ege'nin 'Yunan Gölü' olduğunu propagandize etmiştir. Şurası gerçektir ki, uluslararası sayılan Ege'de Türkiye'nin karasuları vardır. Ancak Türkiye şunu unutmamalıdır ki, Ege'de binlerce ada Yunan adalarıdır. Gerçek şudur ki, Ege konusunda da Türkiye anlayış gösterseydi bu problem de kolaylıkla çözülecekti. Ve bu konunun da çözümlenememesinden Türkiye sorumludur,"
görüşünü savunmuştur. [242]Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların önemli bir parçasını oluşturan Yunanistan'ın NATO'ya geri dönüşü konusunda Erkmen, yaptığı açıklamada;

"Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünün yararlı olacağına inanıyoruz. Ancak, dönüş yeni ayarlamaları da gerekli kılmaktadır. 1974'den önceki şartlarla dönüş konusu yoktur tabii. Zaten 1974'den önceki şartların yasal temeli yoktur. Bir 'de facto' durumdur. Biz 'de facto' durumun kaldırılmasını ve onun yerine bir 'de jure' nin uygulanmasını istiyoruz. Denizin üzerinde olduğu kadar, hava sahasında da yönetim konusu vardır; bütün bunların ayarlanması gerektiğine inanıyoruz... Ege, ortak bir denizdir. Hem güvenlik hem de ekonomik yönden ülkeyi ilgilendiren bir sahadır. Bu saha üzerinde ayarlamalar var olmalıdır. Bir ülke kendi karasuları içinde kalıp, diğer ülke tüm deniz kontrolünü ve bundan istifade etmeyi kendi başına ele alamaz. Ege'nin bir kısmında Türkiye tarafından ve Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından telekomünikasyon ve yönetim kontrolünün ele alınması kaçınılmaz bir şeydir. Ortaklık konusu ortaya çıkınca bir bölüm bir ortağa, diğer bölüm de diğer ortağa aittir,"
demiştir. [243] Erkmen'in açıklamaları, Yunanistan'da bazı basın organlarının bu açıklamaları "tahrik" ve "tehdit" olarak nitelemesine yol açmış ve basın, Yunan Hükümeti'nin kamuoyunu yeterince aydınlatamamasını eleştirmiştir. [244]Bu arada, PASOK partisi lideri Papandreu da Hükümeti eleştirmiş ve "Ege'de ileri sürülen Türk istekleri NATO ve Amerika tarafından cesaretlendirilen şovenist ve  yayılma isteklerini göstermektedir. PASOK, Yunan Hükümetinin Ege'de Yunan haklarıyla ilgili görüşmelerin yapılmasına karşıdır. PASOK için böyle bir konu yoktur ve görüşmeyi mahkum ediyoruz" demiştir. [245]

Yunanistan'ın NATO askeri kanadına geri dönmesi  Yunanistan'da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuş ve özellikle muhalefet NATO'ya geri dönüşe sert eleştiriler yöneltmiştir."... NATO'ya dönüşümüz basit bir konu değildir. Çünkü burada Türkiye müttefiğimizdir. Türkiye de bize karşı yeminli bir düşmandır. Türkiye'nin topraklarımızı ele geçirebilmek için programlanmış planları vardır; onun için de, konu basit değildir." [246]

"Türkiye, Yunan cuntasının arkasında gizlenen, Makarios'a suikastten sonra Kıbrıs'ın % 40'ını ele geçirince, biz NATO'dan ayrılmıştık. Millet, bunun üzerine NATO'dan ayrılma kararını alan kişiye, çoğunlukla oy verdi.... NATO'ya dönüşümüz, ulusal onurumuzu zedeliyor. NATO'nun bize karşı olan davranışları, bizi küçük düşürüyor. Liderlerimiz milli birlik ve özgürlükten söz ediyorlar. Batının çıkarları, aynı zamanda Yunanistan'ın çıkarlarıdır deniliyor... NATO'dan çıkarken Karamanlis, Kıbrıs'ın Türkiye tarafından işgalinde NATO'nun aciz olduğunu iddia etmişti. Bakarsın 200 bin Kıbrıslı mülteci bize bu konuda bir şey sorar. Onlara ne cevap vereceğiz ?..." [247]

Yunanistan'ın Türkiye ile imzalamış olduğu "Rogers Anlaşması" çerçevesinde NATO askeri kanadına geri dönüşü, Yunanistan'ın Türkiye karşısında duymuş olduğu güvensizliği azaltıp iki ülke arasındaki diyalogu hızlandıracağına tam tersine, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden sertleşmesine yol açabilecek gelişmelere neden olmuştur. Özellikle Yunanistan'ın NATO'ya geri dönüşünü kolaylaştıran "Rogers Planı"nın uygulamada yeni sorunlara yol açması ve NATO çerçevesinde askeri ve siyasi ilişkiler içerisine giren Yunanistan ve Türkiye'nin ABD ile ilişkilerine aralarındaki uyuşmazlıkları yansıtmaları, giderek karşılıklı suçlamaların artmasına ve güvensizliğin pekişmesine neden olmuştur.

1981 yılı içerisinde Yunanistan'da genel seçimlerin yapılacak olması, bu ülkede Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin sık sık gündeme gelmesine yol açarken Yunanistan'ın ABD ile ilişkilerinde Türkiye'den  kaynaklanan kuşkularını azaltmak için kimi garantiler istemesi, bir yandan Türkiye'nin tepkisini çekerken diğer yandan da Türk-Yunan yakınlaşmasını sekteye uğratmış ve diyalog çabaları, kolaylıkla iç politikada partiler arasındaki propagandalara konu edilmiştir.

ABD-Yunanistan arasında Yunanistan'daki üsler konusunda yapılan görüşmelere ilişkin olarak Yunan basınında yer alan haberlerde Türk-Yunan uzlaşmazlığının bu görüşmelere yansıması açıkça görülmüştür. "... Yunanistan, 1976 yılında, o zaman Yunan Dışişleri Bakanı olan D. Bicios'a Ege'nin güvenlik konusu ile ilgili olarak verilen güvencelerin yenilenmesini istemektedir. O zaman bu konudaki güvence, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger tarafından verilmişti ve şöyle idi; 'Ege'de hangi taraf aktif bir biçimde askeri girişimde bulunursa, ABD buna karşı çıkacak, bu tür hareketlerin önlenmesine gayret edilecektir'." [248]

Yunanistan'ın, ABD'nin Türkiye ve Yunanistan'a vermekte olduğu yardımlarda 7'ye 10 oranının korunmasında ısrar etmesi ve bunu Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege'deki güç dengesinin korunması açısından esas kabul etmesi, Türkiye tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu konuda Türk Savunma Bakanı Bayülken; "...Biz bu talebi müttefiklik titri ile bağdaştıramadığımızdan ve Yunanistan'ı tehdit olarak görmediğimizden, bu güç dengesinin anlamını kavramak da güç oluyor," derken; aynı konuyla ilgili olarak Türk Dışişleri Bakanlığı sözcüsü; "... Yunanistan'ın garantiler istediği sınırlar konusunun Yunan-Türk sınırları ile bağlantılı olduğunu sanmıyoruz. Çünkü, aynı ittifakın üyesi olan bir ülkenin diğer müttefik bir ülkeye karşı garantiler istemesini akıl almıyor. Böyle bir konu sadece Türkiye'ye karşı değil, tüm NATO üye ülkelerine karşı güvensizlik anlamındadır," demiştir. [249]

Bu konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamada Türkmen'e göre;

"... Yunan sınırları için, ABD'nin bir Türk saldırısı ihtimaliyle ilgili olarak garantiler vermesini, Türkiye, mantık dışı bulmaktadır... Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü, iki ülkenin ortak savunma için işbirliği yaptıkları anlamındadır. Bu nedenle, ABD'nin sınır konusunda garanti vermesi mantıkdışı kabul edilecektir. İttifakın bütün anlamı, müttefiklerin birbirleriyle savaşmamalarına dayalıdır." [250]

Bu konudaki tartışmalar sürerken, Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüşme sürecini olumsuz yönde etkileyen kimi yeni olaylar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle, Yunanistan'da yapılacak olan seçimlerin yaklaşmakta oluşu, Türkiye ile ilişkilerin sık sık gündeme gelmesine yol açarken Yunan kamuoyunun dikkati dış politika üzerinde yoğunluk kazanmış, bu arada hükümet ve muhalefet partileri arasında karşılıklı suçlamalar yapılmıştır.

Yunanistan ve Türkiye arasında ulusal hava sahası ve FIR sorumluluklarına ilişkin olarak yapılan görüşmelere Yunan basını yoğun bir ilgi göstermiştir. Görüşmeler sürerken Türkiye'nin, Ege Denizi'nde yapmış olduğu askeri uçuşlar ulusal hava sahasının ihlal edildiği suçlamaları ile protesto edilmiş ve bu durum yeniş bir Türk saldırganlığı olarak yorumlanmıştır. Bu bağlamda, Türkiye'ye ilişkin  konularda Yunanistan'da ilginç tartışmalar da yaşanmıştır; 19 Mayıs 1981 tarihinde Atatürk'ün 100. doğum yılı kutlamalarında Atatürk'ün Selanik'teki doğum yeri olan evde yapılacak tören konusu Yunanistan'da uzun süre kamuoyu ve basını uğraştırmış, törenin yapılmasına izin vermiş olmasından dolayı hükümete sert eleştiriler yöneltilmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin 1981 yılı sonunda yapılan Yunan seçimlerinde Papandreou liderliğindeki PASOK'un iktidara gelmesiyle yeni bir süreç içerisine girdiğini söylemek mümkündür. Gerçekten de, seçimler sırasında Türkiye ile diyalog çabalarını sürdüren Rallis Hükümetine karşı yoğun eleştiriler yönelten ve onu Türkiye ile gerçekleştirilen diyaloglar sırasında ödün vermekle suçlayan  Papandreu'nun iktidara geldikten sonra nasıl bir yaklaşım içerisinde olacağı merak konusu olmuştur.

Seçim konuşmaları sırasında Yunanistan için gerçek tehditin kuzeyden değil doğudan geldiğini, buna karşın, ulusal savunma açısından NATO'nun ya da ABD'nin Yunanistan'ın doğu sınırlarını garanti altına alması gerektiğini ileri süren Papandreou, iktidara geldikten sonra doğu sınırlarına ilişkin garanti verilmesi konusunu tekrar gündeme getirmiş ve bu konudaki görüşlerini ABD ile yapılan görüşmelerde ve NATO toplantılarında dile getirmiştir. 1981 Aralık ayı başlarında Brüksel'de yapılan NATO toplantısı sırasında Yunanistan, bu konudaki görüşlerini dile getirerek NATO ortak bildirisine,

"NATO, üyelerinin toprak bütünlükleri ve sınırlarına yönelik tehditlere karşı onları savunacaktır"
şeklinde bir paragrafın eklenmesini istemiş, ancak Türkiye bu isteğe karşı çıkmış, sonuçta, NATO ortak bildirisi yayınlanamamıştır.[251] 
  
 
240- Milliyet, Aralık 1979. 
241- Eleftherotipia, 24 Aralık 1979. 
242- Bkz; 14 Ocak 1980 tarihli Yunan basını. 
243- Bkz; 5 Mart 1980 tarihli Yunan basını. 
244- Kiryakatiki Eleftherotipia, 5 Mart 1980. 
245- To Vima, 11 Mart 1980. 
246- Akropolis, 22 Ekim 1980. 
247- Eleftherotipia, 22 Ekim 1980. 
248- Akropolis, 21 Şubar 1981. 
249- Kathimerini, 12 Mart 1981. 
250- To Vima, 4 Nisan 1981. 
251- To Vima, 13 Aralık 1981.

ABD Silah Ambargosu'nun Kaldırılması ve Güvenlik Kaygıları


Montreux görüşmeleri, özellikle ABD tarafından Türkiye'ye uygulanmakta olan ambargonun kaldırılması için gerekli olan Türk-Yunan ilişkilerindeki yumuşamaya doğru gidişi başlattığı için Yunanistan'da bazı eleştirilere neden olmuştur. Bu nedenle, basın ve muhalefet Karamanlis'e bu konuda eleştiriler yöneltmiş ve ambargonun Kıbrıs sorununa bağlı olarak değerlendirilmesi gerektiğini, diğer yandan, Türk-Yunan güç dengesi açısından Türkiye'ye uygulanan askeri ambargonun Yunanistan'a Türkiye karşısında kaybetmiş olduğu silah dengesini yeniden kazanma olanağı verdiğini, oysa ambargonun kalkması ile Türkiye'nin yeniden Yunanistan aleyhine sonuçlar doğuracak bir silahlanma hareketine girişeceğini ileri sürmüşlerdir. "Amerikalıların elinde Ankara'yı makul yapabilecek tek husus ambargodur. Ambargoyu kaldırırlarsa, Türkiye hangi nedenden ötürü Kıbrıs'da gerileme yapsın ki? En çok olası olan husus da Türkiye'nin yeni maceralara girişmesine cesaret vermesi olur; bunlar da Ege'deki krizi gerginleştirir." [230]

"Türkiye'ye tekrar askeri malzeme verilirse, bu ülkemizi hiç memnun etmeyecektir... Ümit ettiğimiz ve dilediğimiz, Washington'un çok dikkat edip, Ankara'ya cesaret verip Ege'de tehlikeli durumlar yaratabilecek faaliyetlerden kaçınmasıdır." [231]

Türkiye ve Yunanistan arasında Montreux ile başlayan diyalog süreci, kısa bir süre sonra, ABD ambargosunun kaldırılmasına ilişkin çabaların gündeme geldiği dönem içerisinde, yeniden sert tartışmalara sahne olmuştur. Ambargonun kaldırılması durumunda, Türkiye'nin Ege Denizi'nde güç dengesini Yunanistan aleyhine değiştirebileceğinden ve Yunanistan'a karşı ileri sürmüş olduğu isteklerini güçlendirerek, Kıbrıs sorunundaki uzlaşmazlığı daha da derinleştirebileceğinden kuşkulanan Yunan kamuoyunun yoğun baskısı altında kalan Karamanlis, Montreux görüşmelerinde dile getirdiğinden farklı bir yol izlemeye yönelmiştir. Gerçekten de, Karamanlis'in yaklaşımlarındaki farklılık kendini Washington'daki NATO toplantısı sonrasında yayınlanacak ortak bildiride ambargonun kaldırılmasına ilişkin Türk görüşlerine yatkın bir yaklaşımın dile getirilmesine Karamanlis karşı çıkmış ve "Ben ahlaki ve siyasi yönden ambargonun kaldırılmasını isteyen bir bildirinin altına imza atmam" demiştir. [22] Buna karşılık olarak, toplantıda Türkiye'yi temsil eden Ecevit, Yunanistan'ın ikili bir politika izlemekte olduğunu, önce ambargonun kalkmasını engellemek için elden gelen her şeyi yapıp ardından da bu konunun Yunanistan'ı ilgilendirmediğini, Yunanistan ile Türkiye arasında bir sorun olmadığını, bir Türk-Amerikan sorunu olduğunu belirtmenin Yunanistan'ın içtenliğine gölge düşürdüğünü vurgulamıştır. [233]

Ambargonun kaldırılmasına ilişkin olarak, Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüşlerin çatışmakta oluşu ve ABD yönetiminin, eskisine oranla ambargonun kaldırılmasına daha yatkın bir politika izlemesine karşın Senato Dış ilişkiler Komisyonu ve Kongre'de ambargonun kaldırılmasına ilişkin görüşlerini kabul ettirmede güçlüklerle karşılaşması; Türkiye'nin bu konudaki seçeneklerini değiştirmesine neden olmuştur.

Ambargonun kaldırılmaması durumunda Türkiye'nin NATO'ya ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmede büyük güçlüklerle karşılaşacağını, askeri açıdan yeni bir savunma kavramı-politikası oluşturulması gerektiği vurgulanmış; "... değişen Dünya koşulları karşısında tek kaynağa sıkıca bağlanmanın zararları (görülmüştür)." [234]

Ambargonun kaldırılmamasının Türkiye'yi savunması açısından yeni seçenekler aramaya iteceği endişesini dile getiren Türkiye, bununla bağlantılı olarak, bölgede ve uluslararası sistemdeki denge değişikliklerine değinerek, süper güçler arasındaki ilişkilerde yumuşamaya doğru bir gidişin gözlenmekte olduğuna işaret etmiş; eskisinden farklı olarak, Türkiye'nin savunma planlarını yaparken SSCB'den kaynaklanan güvenlik kaygılarını ve tehdit algılamalarını daha az göz önünde bulunduracağını; buna karşın, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlığın sürmekte oluşu göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin ulusal güvenliği açısında nasıl önemli tehditin Yunanistan'ın izlemekte olduğu uzlaşmaz tutumundan kaynaklanmakta olduğu sıklıkla dile getirilmeye başlanmıştır. [235]

Türkiye'nin Yunanistan'dan duymuş olduğu tehdit algılamalarını SSCB'den duyulandan daha öncelikli görmesi, kısa süre içerisinde Yunanistan'da sert tepkilerin yapılmasına neden olmuştur.

" 'Barışcı' ve 'iyiniyetli' Ecevit'e göre, Türkiye'nin düşmanı SSCB değildir; Yunanistan'dır. Türkiye'nin güvenliğini Yunanistan'ın tehdit etmekte olduğunu söylemiştir.... Mademki Ecevit SSCB'yi değil de Yunanistan'ı tehdit olarak görüyor; o zaman, Amerikan silah yardımını, Türkiye'nin savunmasını Varşova Paktına karşı yapmak için değil de Yunanistan aleyhinde kullanmak için istiyor." [236]

"Ambargo kalkmadığı takdirde askeri yardım tekrar edilmezse, Türkiye, yeni bir savunma politikası uygulayacaktır.... Türkiye'nin bütün bu kuvvetlenme çabaları niye? Sınırları ve çıkarları nereden  tehdit ediliyor ki o kadar askeri yardım istiyor?... Türkiye'nin güçlenme çabalarının hedefi... 'Atilla' kuvvetlerinin desteklenmesi; Ankara'nın Ege'deki planlarının gerçekleşmesi için askeri (gücün) oluşturulması(dır.)" [237]

"... Buna göre Türkiye, SSCB değil de Yunanistan tarafından tehdit edilmektedir ve bunu önlemek için silah istemektedir. Yani, ambargo hemen kalkmalı. Buna göre Türklerin en büyük düşmanı Yunanlılardır.[238]

Yunan Dışişleri Bakanı, konuya ilişkin olarak Yunanistan'ın tepkisini dile getirirken; "Türk Başbakanı'nın ülkesine tehditin Rusya'dan (SSCB'den) değil de Yunanistan'dan geldiğini söylemesini hayretle karşılıyorum. Türkiye, ambargoyu NATO düşmanlarına karşı savunmak için değil de, Yunanistan'a karşı silahlanmak için kaldırtmak istiyor" demiştir. [239]

Ambargonun kaldırılması konusunda görüş ayrılıkları, tartışmalar sürerken, Ege Denizi'ndeki Türk-Yunan uzlaşmazlıkları açısından önemli bir başka konu gündeme gelmiştir; İzmir'deki NATO karargahlarının Türk komutasına devredilmesi. NATO askeri kanadından ayrılmasından sonra Yunan subayları İzmir'deki karargahtan ayrılmış ve sorumluluklar Türk ve ABD subayları tarafından yürütülmüştür. Ancak, yapılan yeni düzenlemeler sonucunda bu bölgedeki sorumluluklar İzmir karargahındaki Türk subaylarına devredilmiştir. bu durum Yunanistan'da yoğun tartışmalara neden olmuş ve Türkiye'nin Ege Denizi'ndeki yayılmacı isteklerini gerçekleştirmesine olanak sağlayabilecek bir gelişme olarak yorumlanmıştır.

Ambargonun kaldırılmasına yönelik görüşler ağırlık kazanırken İzmir'deki NATO karargahının bir Türk komutanın sorumluluğuna bırakılmış olması, Yunanistan'da Ege'deki güç dengesi açısından Türkiye'nin Yunanistan'a tercih edildiğine dair kanıların yerleşmesine neden olmuştur. Bu bağlamda İzmir'deki NATO karargahına tek başına komuta eden Türkiye'nin bölgedeki sorumluluklarını yerine getirirken ayrımcı bir yaklaşım sergileyebileceğinden ve özellikle deniz ve hava komuta kontrol sorumluluklarını yerine getirirken, bu sorumluluklarını Yunanistan'ın çıkarlarının aleyhine sonuçlar doğurabilecek girişimlere destek olarak kullanılmasından çekinen Yunanistan, bir yandan NATO askeri kanadına hemen dönmenin yollarını açmaya çalışırken, diğer yandan da ambargonun kalkması durumunda, Türkiye'nin hızla silahlanmasının yaratacağı dengesizliğin olumsuz etkilerini ortadan kaldırabilmek için AET ve ABD çerçevesinde etkin garantilerin sağlanmasına ağırlık vermeye başlamıştır. 
  
 


230- Akropolis, 29 Mart 1978. 
231- Akropolis, 31 Mart 1978. 
232- Bkz; M. A. Birand, Diyet.., 
233- Bu konuda bkz; M. A. Birand, Diyet.., ayrıca, Bülent Ecevit, Türkiye'nin Uluslararası İlişkileri 79 - Başbakan Ecevit'in 14 Haziran 1979 Tarihinde TBMM'de Yapmış Olduğu Konuşma, Ankara: CHP Genel Merkez Bürosu. 
234- M. A. Birand, Diyet.., B. Ecevit, Türkiye'nin Uluslararası.., 
235- Genel olarak bkz; M. A. Birand, Diyet..; dönemin Türk ve Yunan basını. 
236- Akropolis, 17 Mayıs 1978. 
237- Eksormisi, 17 Mayıs 1978. 
238- Vradini, 17 Mayıs 1978. 
239- M. A. Birand, Diyet.., s. 305.

KARŞILIKLI ALGILAMALAR
Saldırmazlık Paktı Önerisi ve Fiili Durumlar Yaratma Politikası


Kıbrıs sorununa ilişkin olarak yürütülen, toplumlararası görüşmelerin 1976 yılından itibaren çıkmaza girmesinden sonra, Yunanistan açısından Ege Denizi'ndeki sorunlar daha önemli görülmeye başlanmıştır. Ege Denizi'ndeki uzlaşmazlık çerçevesinde, Türkiye'nin Yunan egemenlik hakları aleyhine genişleme isteğinde olduğundan endişe duyan Yunanistan, 1976 Nisan ayı başlarında, Türkiye'ye bir saldırmazlık paktı önerisinde bulunmuştur. Parlamento'da yapmış olduğu konuşma sırasında Karamanlis, Türkiye ve Yunanistan'ın silahlanma yarışından vazgeçilmesini sağlayacak bir anlaşma imzalanması ve iki ülke arasında bir saldırmazlık paktının imzalanması ile anlaşmazlıkların barışçıl yollardan giderilmesini sağlamak önerisinde bulunmuştur.

Karamanlis'in bu önerisi Türkiye tarafından olumlu karşılanmış, yapılan açıklamada; "iyi niyetimizi ortaya koymak amacıyla, ilişkilerimize hakim olan güvensizlik havasını en kesin şekilde ortadan kaldırmak ve birbiriyle müttefik iki komşu arasında mevcut olması gereken düzeye yükseltmek için her türlü gayreti göstermeye hazır bulunuyoruz," denilmiştir. [221]

Birand'ın aktardığına göre, Karamanlis'in önerisi hakkında Demirel'e ayrıntılı bilgi veren Yunan Büyükelçisi (Kozmadopulos), iki ülke arasındaki gerginliğin giderek artmakta oluşunu dile getirmiş; Yunan kamuoyunun bir Türk saldırısından kaygılandığını açıklamıştır. Buna göre, iki ülke arasındaki, sorunların böylesi bir ortam içerisinde çözümlenmesi güçtür; ikili sorunların çözümünü güçleştiren ortamı değiştirebilecek iyi niyetli bir yaklaşımın ortaya konulması için iki ülke arasında yapılacak bir saldırmazlık paktına gerek vardır. [222]

Karamanlis tarafından önerilen saldırmazlık paktı imzalanması önerisine karşı, Türkiye'nin görüşlerini açıklayan Demirel; Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların, iki ülke arasında sağlanacak karşılıklı güven ve yakın işbirliği ortamı içerisinde, görüşmeler yoluyla çözüme kavuşturulabileceğine değinmiş ve NATO müttefiki olan iki ülke arasında yapılacak bir saldırmazlık paktının, ittifakın ilkeleriyle ne ölçüde uyuşacağını tartışılabilir bulmuştur. Türkiye'nin görüşlerini açıklayan Demirel'e göre, iki ülke arasında bir saldırmazlık paktının imzalanması için öncelikle mevcut sorunların görüşmeler yoluyla çözümlenmiş olması gerekmektedir. [223]

Karamanlis tarafından önerilen saldırmazlık paktı gerçekte Türkiye açısından gerçekçi bulunmamakla birlikte, Türkiye'nin dış politikada izlemiş olduğu strateji ve taktik girişimleri de engeller nitelikte bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Türkiye'nin görüşüne göre, iki ülke arasında bir saldırmazlık paktının imzalanmasından sonra, mevcut sorunlara çözüm bulunabilmesi için yapılacak girişimlerde Türkiye açıkça eldeki  avantajlarını yitirecektir. Saldırmazlık paktının imzalanmasında Yunanistan'ın amacı, Ege Denizi'nde egemenlik hakları ve çıkarlar açısından statükonun olduğu gibi korunmasıdır. Türkiye açısından, bu tür bir yaklaşımın geçerli olması, bu denizde, Türkiye'nin de hak ve çıkarlarının bulunduğunu göstermesi açısından oldukça önemli olan, fiili durumlar yaratılmasını engelleyecek ve Yunanistan'ın ikili görüşmelerden kaçınmasına olanak sağlayabilecektir.

Saldırmazlık anlaşmasına ilişkin önerinin sonuçsuz kalması, iki ülke arasındaki güvensizliği artıran bir gelişmeye yol açmış; Yunan kamuoyunda Türkiye'nin saldırmazlık paktı imzalanmasından önce ikili görüşmelerle sorunlara çözüm bulunmasını istemesi eleştirilere konu olmuş ve Türkiye'nin saldırmazlık paktını reddettiği şeklinde yorumlanmıştır.

"Türkiye'nin maskesi tamamen düşmüştür. Karamanlis tarafından saldırmazlık paktı hakkında yapılan teklif reddedilmektedir. Bu jest için Başbakan Demirel'e teşekkür ederiz, zira, bu şekilde ikiyüzlülüğü ortaya çıkıyor ve Türkiye'nin suç dosyası daha da kabarıyor... Türkiye eğer bu fırsatı benimsemiş olsaydı, içinde bulunduğu politik çıkmazdan sıyrılabilirdi. Ancak, şovenizmin hırsı içinde bu jestin anlamını kavrayamamıştır. Ve adi bir şantajcı olarak karşılık veriyor; adalar için özel statü istiyor... Türkiye Yunanistan'ın müttefiki değildir ki; Türkiye, Yunanistan'ın düşmanıdır." [224]

Kathimerini'de yer alan bir yazıda bu konudaki görüşler şu şekilde dile getirilmiştir; "Açık ve acı bir dille itirafda bulunalım; bu ülkede her işi ve gelişmeyi, Türkiye ile ilişkilerimizdeki buhran gölgelendiriyor ve hayatımızı zehirliyor. Bu buhran, milletimizin yaşamını zehirlediği gibi, ekonomik dengemiz sarsılıyor ve uluslararası ilişkilerimizi zorlaştırıyor... Bu problem ancak karşılıklı  ödünlerde bulunmakla çözümlenebilir; bizler bu ödünlerde bulunalım, ancak hangi ödünlerde? Türkler herkesle oyun oynuyorlar. Bütün alemle alay ediyorlar; ne istediklerini de açıkça söylemiyorlar. Kıbrıs'a gelince üçüncü kişileri toplumlararası görüşmeler oyunuyla aldatıyor ve avutuyorlar... Bunun dışında Ege'de problemler vardır. Türkler 'bazı adaları silahlandırdınız' diye dert yanmaktadırlar. Ancak, neden rahatsız oluyorlar; yoksa, bizlerin oradan hareket edip Küçük Asya'yı fethetmemizden mi korkuyorlar?... Demek ki kötü niyet beslediklerinden adaların tahkim edilmesi onları kuşkulandırıyor ve arzularının yerine getirilmesini engelliyor. Bunun ötesinde, söylendiği gibi, Türkler Ege Adalarında kurulmasının gerektiğini ifade ettikleri bir özel statüden söz etmektedirler. Böyle bir talep zaten çılgın bir görüşün ifadesidir. Adalar Yunan adlarıdır... Bizler Kütahya veya Antalya için özel statü mü istedik?... Biz de deli rolünü oynayalım; İstanbul için özel bir statü isteyelim. Türkiye'nin bazı noktalarında ortak hükümranlık önerisinde bulunalım." [225]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki güvensizliği artıran ve ilişkileri gerginleştiren kıta sahanlığına ilişkin gelişmeler, Türkiye'nin Ege Denizi'nde araştırmalar yapmak üzere HORA-MTA SİSMİK I araştırma gemisini hazırladığını açıklamasıyla yeni bir boyut kazanmış ve karşılıklı suçlamalar yapılmaya başlanmıştır. MTA SİSMİK I araştırma gemisinin Ege Denizi'nde araştırma yapacak oluşu hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de ulusal bir prestij sorunu olarak değerlendirilmiş; Yunanistan'da bu durum, Türkiye'nin, Yunan hak ve çıkarlarına saldırmakta oluşunu gösteren bir olay olarak değerlendirilirken; Türk kamuoyu açısından olay, Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkması ve Yunan uzlaşmazlığına verilen bir cevap olarak değerlendirilmiştir. Olayın hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de ulusal kamuoylarının yoğun ilgisini üzerinde toplamış olması, iki ülkenin diplomatik esnekliklerini sınırlandırmış ve gerginliğin artmasıyla beraber, iki ülke sıcak bir savaşın eşiğine gelmiştir. [226]

Türkiye'nin Ege Denizi'nde araştırma yapmak üzere MTA SİSMİK I'e görev vermesi karşısında Yunanistan'ın doğrudan bir savaşı göze alamayarak, Türkiye'yi BM'e ve Uluslararası Adalet Divanı'na şikayet etmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler açısından yeni bir süreç ortaya çıkmıştır. Bu süreç içerisinde BM Güvenlik Konseyi'nin iki ülke arasındaki sorunların barışçıl yöntemler kullanılarak ve doğrudan görüşmeler yoluyla giderilmesine karar vermesinden sonra, Uluslararası Adalet Divanı da ihtiyati tedbirlerin alınmasını gerektirecek bir girişimin olmadığına karar vererek, kendini sorunun özüne ilişkin karar almada yetkisiz görmüş ve böylece, Türkiye ve Yunanistan, Bern Anlaşmasının imzalanması ile sonuçlanan bir diplomatik yumuşama içerisine girmişlerdir.

Bern Anlaşması ile oluşturulan süreç içerisinde, Türk ve Yunan kamuoyları açısından iki ülke arasındaki gerginliği artıracak gelişmeler elden geldiğince azaltılmaya çalışılmıştır. 1980'lerin başına kadar Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlara, uzlaşmazlık konularına ilişkin çözüm girişimleri sonuçsuz kalmakla birlikte, iki ülkenin de gerginliği artırmak yerine diyalog sürecine girmelerine yaramıştır.

Bu bağlamda, özellikle 1978 yılında, Türkiye ve Yunanistan arasında iki ülkenin Başbakanları düzeyinde yapılan Montreux Zirvesi, iki ülke arasındaki güvensizliğin giderilmesinde önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Gerçi zirve öncesinde Türkiye'nin olduğu kadar, belki de daha fazla Yunanistan'ın güvensizliği ve kuşkulu yaklaşımları söz konusu olmuştur, ancak uluslararası baskıların da etkisi ile Karamanlis ve Ecevit arasında bir zirvenin gerçekleşmesi sağlanabilmiştir.

Montreux Zirvesi, Karamanlis ve Ecevit'in ilk kez karşılıklı olarak görüşmelerine olanak sağlarken, her iki taraf da zirveye gelirken bazı kuşkularını da beraberlerinde getirmiş ve zirveden fazla bir şey beklenmemesi görüşünü yaymaya çalışmışlardır. Özellikle Yunanistan'da Karamanlis, Ecevit tarafından önerilen zirvenin ABD ambargosunun kaldırılmasını sağlamak ve Yunanistan'ı köşeye sıkıştırmak amacıyla yapılmak istendiğine ilişkin kuşku içerisinde olmuştur. 1975 yılında, Demirel ve Karamanlis arasında hazırlanmış olan Brüksel ortak açıklamasında Türkiye ve Yunanistan'ın kıta sahanlığı konusunda Adalet Divanı'na gidilmesinde anlaşmış olduklarını belirtmeleri ve daha sonra Türkiye'nin Divan'a gitmekten kaçınması, Karamanlis'de Türklere güvenilmeyeceği kanısını yerleştirmiştir. [227]

Montreux Zirvesi konusunda Yunanistan'da basın ve muhalefet kimi endişeler taşımakla beraber, genellikle Yunanistan'ın zirveden kaçınan taraf olmaması konusunda görüş birliği içerisinde olmuştur. Basın ve muhalefetin kuşkularının yoğunluk kazandığı noktalar, genellikle, Türkiye'nin Yunanistan ile yapmak istediği zirvenin asıl amacının ABD tarafından Türkiye'ye uygulanmakta olan ambargonun kaldırılmasına yönelik olduğu, gerçekte Türkiye'nin Yunanistan ile ilişkilerini barış ve işbirliği düzeyine getirmek konusunda samimi olmadığı, uluslararası kamuoyu önünde Yunanistan'a karşın Türkiye'nin barışı isteyen taraf olarak görünmek istediği, vb noktalar olmuştur. Yunan basın ve kamuoyu genellikle Montreux'da yapılacak zirveye Yunanistan'ın iyi niyetle katılacağını, ancak, anlamlı bir gelişme sağlanacağı yolunda pek ümitli olunmadığını açıklamıştır. Örneğin, Yunan basınında yer alan bir yazıda; "Ankara'nın niyet ve düşünce değiştirdiği yolunda herhangi bir belirti yoktur. Bu da Yunan tarafının anlamlı bir gelişme için çekingen ve kötümser olmasına neden olmaktadır" denilmekte ve genel kanı dile getirilmektedir. [228]

Diğer yandan, zirvenin başarısızlıkla sonuçlanması durumunda liderlerin ulusal kamuoyları önünde yoğun eleştirilere tutulacakları olasılığını gidermek için her iki ülke, yapılacak zirvenin liderlerin karşılıklı olarak tanışmasına ve iki ülke arasında süren güvensizlik havasının giderilmesine; teknisyenler düzeyinde sürdürülen görüşmelere siyasi yön verilmesine yönelik olduğu konusunda karşılıklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu bağlamda, Montreux görüşmesi gerçekten de iki ülke liderlerinin birbirleri hakkındaki olumsuz kuşku ve değerlendirmelerini de en aza indirmiştir. Karamanlis, konu hakkında Yunan Parlamentosunda yapmış olduğu konuşmada, görüşmelerin iki ülke arasında karşılıklı güven havası yaratarak, sorunların çözüme ulaştırılmasına katkıda bulunduğunu belirtmiş ve "Montreux görüşmesi başarılıdır; çünkü, taraflara görüş teatisi olanağı vermiştir. Her iki taraf da suçlayıcı bir tutum içerisine girmemiştir" demiştir. [229] 
  
 


221- M. A. Birand, Diyet .., s. 185. 
222- Bkz; M. A. Birand, Diyet .., 
223- Bkz; Akropolis, 18 Mayıs 1976; ToVima, 19 Mayıs 1976; AFP, 20 Mayıs 1976 vd. 
224- Ethnikos Kiriks, 21 Mayıs 1976 
225- G. N. Drosos, "Türk Sahtekarlıkları ve Bizim Zafiyetimiz",Kathimerini, 21 Mayıs 1976. 
226- PASOK lideri Papandreu, Karamanlis'e çağrıda bulunarak HORA'nın batırılmasını istemiştir. 
227- Bu konuda bkz; M. A. Birand, Diyet.., 
228- Vradini, 7 Mart 1978. 
229- Genel olarak bkz; dönemin Türk ve Yunan basını.

KARŞILIKLI ALGILAMALAR
Statükonun Sorgulanması ve Niyetlere İlişkin Kaygılar


Ege Denizi açısından, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler daha karmaşık bir görünüm sergilemektedir. Uluslararası hukukun, devletlerin egemenlik haklarına getirmiş olduğu genişletici hükümler, Ege Denizi'nin yapısal özellikleri ve anlaşmalarla kurulmuş olan Türk-Yunan dengesini yeniden gözden geçirmeyi gerektirmektedir. Lozan Antlaşması ile iki ülke arasında kurulmuş olan denge, günümüzde hukuksal olmasa bile, fiili olarak bozulmuş bulunmaktadır. Lozan Antlaşması'nın iki ülke arasındaki statüyü belirleyen ilgili hükümleri uygulamada ne Türkiye'nin ne de Yunanistan'ın endişelerini giderebilmektedir. Her iki ülke de Lozan'da kurulmuş olan dengeyi korumak istediklerini belirtmiş olmalarına karşın, gerginlikler, bu dengenin sürdürülmesine olanak tanımamaktadır. Bu konuda hem Türkiye hem de Yunanistan kendileri açısından haklılık taşıyan gerekçelere sahiptirler. Dolayısıyla, temelde iki ülke arasındaki uzlaşmazlıkların giderilebilmesi için anlaşmalarla kurulmuş olan dengelerin gözetilerek yeni bir statünün belirlenmesi gerekmektedir. Bu durumun gerçekleşmesi ve uygulanabilir olması, tarafların egemenlik haklarına, toprak bütünlüklerine ve yaşamsal çıkarlarına saygı gösterilmesine bağlıdır.

Türk-Yunan ilişkilerinde Ege Denizi'ne ilişkin uyuşmazlık konularının nitelik açısından Kıbrıs 'dan farklı olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Kıbrıs üzerinde egemenliğin henüz tam olarak kurulamamış olduğu düşünülürse, Lozan ve diğer antlaşmalarla egemenliklerin paylaşılmış olduğu ve karşılıklı bir dengenin kurulmuş olduğu Ege Denizi'nde, şimdi tarafların bazı yeni isteklerle ortaya çıkması ve varolan statüde değişikliklere gidilmesinin istenmesiyle ortaya çıkan uzlaşmazlık daha iyi anlaşılır.

1974 yılında Kıbrıs'ta yaşanan olaylar, Ege Denizi'ne ilişkin uzlaşmazlıkların giderilebilmesi için gereken güven ortamını bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Ulusçu duyguların yoğunlukla etkisini hissettirdiği bir konu olan Kıbrıs uyuşmazlığı, Yunan halkını ne kadar temsil ettiği tartışmalı olmakla birlikte, Albaylar cuntasının desteklemiş olduğu bir darbe sonucunda "Enosis"in gerçekleşmesiyle sonuçlansaydı, askeri cuntaya büyük bir saygınlık kazandırabilecek bir olasılık olarak düşünülebilir. Buna karşın, Kıbrıs'taki darbenin bilindiği şekliyle sonuçlanması, hem Yunanistan'ın "Enosis"e ilişkin olası "fırsat"ı kaybetmesine yol açmış, hem de büyük bir düş kırıklığı yaşanmıştır.

Yunanistan açısından Türkiye'ye ilişkin güvensizlik, bu ülkenin NATO askeri kanadından çekilmesine neden olmuştur. Ege Denizi'ndeki gerilimden ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından endişe duyan Yunanistan, buna bağlı olarak NATO'nun bir Türk-Yunan uyuşmazlığında yeterince kararlı ve tarafsız davranmadığını ileri sürmesinin yanı sıra askeri açıdan Türkiye'den kaynaklanan tehdidin giderilebilmesi için NATO'ya tahsis edilmiş silahlı kuvvetlerin NATO'dan ayrılarak ulusal kuvvetlere katılması gerekmiştir. Buna bağlı olarak,  B. Thedoropulos'un belirtmiş olduğu gibi;

"Yunanistan'ın kendisini, güvenliğinin temel ilkelerini yeniden gözden geçirme zorunluluğunda görmesi, bu olayın (1974 Kıbrıs Olayları) tabii bir sonucu olmuştur. Yunanistan'ı Ege'de tehdit eden tehlike, Varşova Paktı'ndan ve hatta Yugoslavya tarafından gelebilecek olası tehditlere nazaran daha yakın ve gerçek olarak hissedilmeye başlanmıştır... Buna karşın, Türkiye'nin, NATO'da Yunanistan'ın müttefiki olmasına rağmen, bir Yunan-Türk krizi halinde bir veya birkaç Doğu Ege adasına karşı tek taraflı olarak bir harekata girişmekten kaçınmayacağı hissiyatı Yunanistan'da hakimdir." [217]"1974'ten bu yana ideolojik yönelimi ve dış politika anlayışı ne olursa olsun tüm Yunan hükümetleri 'Türk tehlikesi' karşısında geniş bir oydaşma sağlamıştır. Kıbrıs sorunu kendi öneminin dışında Yunanlılar için önemli bir simge haline gelmiş ve Türkiye'yle geniş çaplı bir çatışmanın simgesi olmuştur."[218]

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan gerginliklere koşut olarak, Yunanistan'da oluşan "Türk tehlikesi" kanısının gerçekte hangi nedenlere dayandığı tartışmaya açık bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. [219]Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliğin ne ölçüde bu ülkenin "yayılmacı", "saldırgan" tutumundan kaynaklandığı ya da, Yunanistan'daki siyasi bunalımın aşılmasında Karamanlis Hükümeti'nin ulusal dayanışmayı sağlamak, ordu, halk ve siyasi partiler arasındaki ilişkileri yeniden işbirliği zeminine oturtmak için bir tür propaganda malzemesi olarak kullanıldığı olasılığı tartışılabilir.

Kuşkusuz iki ülke arasında karşılıklı "tehdit" algılamalarının söz konusu olması, bir yandan gerginliği pekiştiren Kıbrıs, kıta sahanlığı  ve buna bağlı olarak karşılıklı silahlanma nedeniyle ilişkilere güvensizliği yerleştirmiştir. Bunun yanı sıra, iç politikada yaşanan olumsuzlukların giderilmesi ve Türkiye ile pazarlık gücünün artırılması açısından Yunanistan'ın ulusal kamuoyunu yönlendirmek için sürekli olarak bir "Türk tehlikesi"nden söz etmesi, kısa dönemli Yunan çıkarlarına uygun bir davranış olmakla birlikte, uzun vadede, Türk-Yunan ilişkilerine dostluk ve karşılıklı güvenin yerleşmesini güçleştiren bir etki yaratmıştır.

"Türk tehlikesi"ne ilişkin yargılar, 1974 sonrası gelişmelerle giderek kökleşmiştir. Kıbrıs sorunu ve Ege Denizi'ne ilişkin sorunlara görüşmeler yoluyla, adil ve kalıcı bir çözüm yolunun bulunamamış olması iki ülke arasındaki gerginliği artıran bir rol oynamıştır. Özellikle kıta sahanlığı konusunda ortaya çıkan gerginlik, 1976 yılında Bern'de imzalanan protokole değin, iki ülke arasındaki ilişkileri her an için savaşa götürebilecek bir görünüm sergilemiştir. Bu dönemde, Yunanistan, Türkiye'den kaynaklanan güvenlik endişesini gidermek amacıyla ve bu ülke tarafından adalara karşı yönlendirilecek bir işgal hareketine karşı önceden hazırlıklı olmak için Türk kıyılarını çevreleyen Yunan adalarını hızla silahlandırma yoluna gitmiştir. Türkiye de, bu durum karşısında sessiz kalmamış ve Ege Denizi'ndeki stratejik güç dengesini koruyabilmek ve caydırıcı bir rol oynamak üzere "Ege Ordusu" olarak adlandırılan Dördüncü Ordu'yu 1975 yılında kurmuştur. Adaların silahlandırılmasına hız verilmesi ve anlaşmalara aykırı olarak bunların tahkim edilmesi ve bununla bağlantılı olarak Ege Ordusu'nun kurulmuş olması, hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de karşılıklı güvensizliği artırmakla kalmamış, çözümsüzlüğü de keskinleştirmiştir.

ABD tarafından Türkiye'ye karşı konulmuş olan ambargoya rağmen 1976 yılında imzalanan Türkiye-ABD Ortak Savunma Anlaşması, Yunanistan'da yoğun tepkilere neden olurken, anlaşma çerçevesinde Türkiye'ye yapılacak yardımın Ege Denizi'nde Türkiye ve Yunanistan arasındaki güç dengesini Yunanistan aleyhine bozacağını ileri süren basın ve resmi çevreler, dengenin korunması için eşit oranda bir yardımın Yunanistan'a da yapılması gereğini ileri sürdükten sonra tek taraflı olarak yapılan bu yardımın Türkiye'nin Kıbrıs ve Ege Denizi'nde izlemiş olduğu uzlaşmaz yaklaşımı daha da sertleştireceğini belirtmişlerdir.  Bu bağlamda Yunanistan Dışişleri Bakanı Bitsios 7 Nisan 1976 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı H. Kissinger'e bir mektup göndererek,

"Ege'de Yunanistan çıkarlarını tehdit eden bir durumun ortaya çıkması halinde (Yani bir Türk - Yunan çatışması) ABD'nin davranışının ne olacağını"
sormuş; Kissinger ise 10 Nisan 1976 tarihli cevabında"Türkiye ile Yunanistan'a Ege'deki sorunlarına askeri çözüm aramamalarını önererek 'ABD'nin, taraflardan birinin askeri çözüm aramasına aktif ve kesin şekilde karşı koyacağını' ve bu yoldaki bir hareketi mutlaka önleyeceğini"
belirtmiştir.Türkiye Dışişleri Bakanı İ. Çağlayangil 15 Nisan 1976 tarihinde Kissinger'e göndermiş olduğu mektupta Yunanistan'ın asıl amacının Ege Denizi'nde karasularını 12 mile çıkararak bir oldu bitti yaratmak olduğu belirtilmiş ve bu durumda Türkiye'nin bu tür bir gelişmeyi savaş nedeni olarak görmekten başka seçeneği olmadığı vurgulanmıştır. ABD'nin Yunanistan'ın bu tür oldu bittilere başvurmasını kolaylaştırabilecek politika değişikliklerinde bulunmasının bölgede istikrarı bozacağını belirtilmiş ve mektubun yeniden gözden geçirilmesi istenmiştir.[220]

"Türk tehditi" algılamaları, Yunanistan'ın NATO askeri kanadından ayrılmasından sonra bu ülkenin silahlı kuvvetlerini güçlendirmek için ABD dışındaki ülkelerle askeri ve ekonomik bağlantılar kurmasına yol açmış; özellikle Yunanistan ve Fransa arasındaki ilişkilerde yoğun bir yakınlaşma gözlenmiştir. Bu yakınlaşma bir yandan Yunanistan'ın demokrasiye geçmesinden sonra Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerini yeni bir zeminde geliştirebilmesinde ilk ve önemli bir adım olarak değerlendirilirken, diğer yandan  NATO'nun askeri kanadından ayrılmış, ABD ile askeri ve ekonomik ilişkilerin yanı sıra siyasi ilişkiler açısından da sorunları bulunan Yunanistan'ın aynı zamanda, Türkiye ile Kıbrıs ve Ege sorunları nedeniyle ilişkilerinin gergin olması ve kendini  ulusal güvenlik açısından tehlikede hissetmesi, bu ülkenin Fransa ile her türden ilişkilerini güçlendirmesini gerektirmiştir.

Diğer yanda, Türkiye üzerinde özelde Kıbrıs, genelde ise, Yunanistan ile ilişkilerinin bütününe ilişkin olarak uygulanmak istenen baskılar, Türkiye'nin ittifak ilişkisi içerisinde olduğu Batılı ülkelere karşı hayal kırıklığı içerisinde olmasına yol açmıştır. Bu hayal kırıklığı, Türkiye'de, Yunanistan'ın Türkiye'yi uluslararası ilişkilerinde yalnız bırakmaya, Batıdan koparmaya çalışması şeklinde algılanmış ve Türkiye, Yunanistan'ı uluslararası ilişkilerde kurmak istediği bağlar ve çıkarları açısından bir engel olarak görmeye başlamıştır. Bu ise sonuçta, iki ülke arasındaki güvensizliği daha fazla derinleştiren bir rol oynamıştır.

1973-1976 arası dönem, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler açısından en yoğun çatışmaların yaşandığı ve güvensizliğin kökleştiği dönem olarak nitelendirilebilir. 1973 Kasım'ında başlayan Ege Denizi kıta sahanlığına ilişkin uzlaşmazlık, ardından Kıbrıs bunalımı ve bunu izleyen hava sahası, FIR, karasuları, adaların silahlandırılması, NATO'ya ilişkin bir dizi sorun bu dönem içerisinde yürütülen görüşmelerde ele alınmakla birlikte somut ve kesin bir çözüme ulaştırılamadan sürmüştür. Türkiye ve Yunanistan arasında sorunlara ilişkin olarak uzmanlar ve/veya liderler düzeyindeki görüşmeler sırasında taraflar arasında görüş ayrılıkları giderilememiş olmakla beraber, önyargı ve kuşkular da devam etmiştir. 
  
 


217- Byron Theodoropulos, "Türkiye - Yunanistan  Dış ve Güvenlik Politikası ile İlgili Sorunlar," Türkiye-Yunanistan Semineri'ne Sunulan Tebliğ, Münih, 15 Kasım 1989, s. 18 
218- A. Mavroyannis, "Kıbrıs Sorunu'nun ..," s. 140. 
219- Stearns, Yunanistan'ın ulusal güvenliğine ilişkin tehdit algılamasının kuzeyden doğuya şeklinde değişmesinin Varşova Paktı ve SSCB'nin çöküşünden sonra Yunanistan'a belirgin bir avantaj sağladığı kanısındadır. Buna göre; "... Hiçbir Yunan hükümeti Yunan güvenliğine Türkiye'den geliyor gibi algıladıkları tehditten daha tehlikeli bir tehdit görmedi... Yunan güvenliğine asıl tehdidin nereden geldiği yolundaki farklı algılamaları göz önüne aldığımızda, Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünün Yunanistan için NATO'ya göre daha az yönelim bozucu olması şaşırtıcı değil... Muhafazakar Yunan hükümetleri 1970'lerde Varşova Paktı ülkeleriyle samimi ilişkiler geliştirmeye başlamışlardı. Başbakan Karamanlis 1979'da Moskova'ya resmi bir ziyaret yapmıştı. 1980'lerde, Yunanistan sosyalist hükümetleri yakınlaşmayı sürecini devam ettirdiler. NATO sonunda Soğuk Savaş'ın sona erdiğini ilan ettiğinde de, Yunanlıların gözünde, Yunanistan'ın güvenliği için ana tehdit, her zaman olduğu gibi doğuda kalmaya devam etti. Yunanistan'ı yönelimsiz bırakan ve Yunan güvenliği için en güç sorunları yaratmayı sürdüren Sovyetler Birliği'nin değil, Yugoslavya'nın çökmesiydi.". Monteagle Stearns, "Yunan Güvenlik Meseleleri", Yunan Paradoksu, Der. Graham T. Allison - Kalipso Nikolaydis, İstanbul: Doğan Kitap, 1999, s. 80. 
220- Ş. Elekdağ, "Ege'de Kriz Belgeleri", ..., s.19.

KARŞILIKLI ALGILAMALAR
Lozan Barış Antlaşması ile Kurulan Denge ve Dengenin Bozulması


Lozan Barış Antlaşması ile kurulan dengede meydana gelen tek yanlı statü değişikliği birbirini izleyen iki önemli gelişmeyle ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki 1947 Paris Barış Antlaşması ile Ege Denizi'nde İtalya'nın egemenliğinde olan Oniki Adalar'ın Yunanistan'a devredilmesi, diğeri ise 1950'lerin başından itibaren Kıbrıs'ın İngiltere'nin egemenliğinden çıkacağının ilk işaretlerinin görülmeye başlanması olmuştur.

1947 yılında Oniki Adalar'ın İtalyan egemenliğinden alınarak Yunanistan'a verilmesi sonucunda ortaya çıkan Yunan ulusal sınırlarının genişlemiş olması durumu, yalnızca Ege Denizi'ndeki egemenlik statülerinin yeniden gündeme gelmesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda, ulusal sınır değişikliklerinin gerçekleştirilebilir olduğunu göstererek, Kıbrıs'a ilişkin gelişmelerde de görüldüğü gibi, kimi ulusal beklentileri yeniden tartışılır hale getirmiştir.[215] Daha önceki bölümlerde de değinmiş olduğumuz gibi, Oniki Adalar'ın Yunanistan'a verilmesinden kısa bir süre sonra Yunanistan'da aşırı ulusçu çevrelerde Kıbrıs'a ilişkin isteklerin tartışılmaya başlandığı görülmektedir. Benzer istekler, İngiliz egemenliği altındaki Kıbrıs'ta da kendini göstermekle birlikte, İngiltere'nin Akdeniz ve Ortadoğu'daki etkinliğinin azalmasına koşut olarak adaya bağımsızlık tanınması ve/veya Yunanistan'a bağlanması konusunda tartışmalar sergilenmeye başlamıştır.

Kıbrıs konusundaki statü değişikliğinin tartışılmaya başlanması ve Yunanistan'ın, Kıbrıs'ın geleceği üzerinde hak iddiasıyla ortaya çıkarak konuyu uluslararası alanda gündeme getirmesi, Türkiye ve Yunanistan arasındaki stratejik dengeyi altüst eden bir gelişme olmuştur.

Türk ve Yunan ulusçuluğunun devreye girmesiyle birlikte, kısa sürede, hem Yunanistan hem de Türkiye, Kıbrıs konusunda isteklerle ortaya çıkmaya başlamıştır. Adanın geleceği üzerinde taraflar arasında yoğun propaganda savaşının yapılmakta oluşu, karşılıklı çıkar çatışması ile birlikte suçlamalara da yol açmış, kısaca eski düşmanlıklar yeniden ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, 1950'li yıllar hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de, Kıbrıs konusuyla gündeme gelen ulusçu toprak istemlerinin ideolojik, siyasi ve hukuksal temele oturtulmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur.

1960'lı yıllar, Türkiye ve Yunanistan'ın doğrudan doğruya bir sıcak çatışmanın içine girmekten kaçındıkları bir dönem olmakla birlikte, iki ülke de böylesi bir olasılık için önceden hazırlanmaya başlamıştır. Nitekim, 1963-64  ve 1967 yıllarında Kıbrıs'ta Türk ve Rum toplumları arasında yaşanan gerginliklerde Türkiye ve Yunanistan'ın izlemiş olduğu politikalar, tarafların sıcak bir çatışmayı "henüz" göze alamadıklarını göstermiştir. Gerginlikler, kimi sınırlı askeri girişimlere rağmen siyasi yollardan giderilebilmiştir. Bununla birlikte, hem Yunanistan hem de Türkiye, bu olasılığı dikkate alarak askeri ve siyasi açıdan hazırlıklara girişmişlerdir.

1970'li yıllar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışmacı karakterdeki ilişkilerin çeşitlenerek karmaşıklaştığı yıllar olmuştur. Artık, hem Türkiye hem de Yunanistan için karşı taraf, ulusal çıkarlar, toprak bütünlüğü, ulusal güvenlik açısından potansiyel bir tehlike ve tehdit unsurudur. Bu yaklaşım, ulusal kamuoylarının görüşlerine de dolaylı ve/veya doğrudan yansımış ve her iki ülkede de sorunlar katı bir ulusalcı yaklaşımla ele alınmaya başlanmış; karşı tarafın hemen her hareketi kuşku ve güvensizlikle karşılanmıştır. Ulusal duyguların yoğun etkisi ve kamuoylarının konuya büyük ilgi duyması, konunun kolaylıkla bir iç politika malzemesi olarak kullanılabilmesine olanak sağlarken, hem Yunanistan hem de Türkiye'de sorunları gerçek yönleriyle doğru olarak algılayarak ortak çözüm yolları önerebilen ender girişimler de sonuçsuz kalmıştır.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasında var olan çözümsüzlüğü ve uzlaşmazlık konularına kolaylıkla çözüm bulunamamasını, iki ülke arasında  yeni bir dengenin kurulması çabaları çerçevesinde değerlendirmek olasıdır. Yunanistan'ın Kıbrıs'ı kendi egemenliği altına almak istemesinin tartışıldığı 1950'lerin ulusal/uluslararası koşulları, bu yöndeki isteklerin gündeme getirilebilmesine olanak sağlamakla birlikte, Türk-Yunan dengesini bozmuş ve iki ülkeyi bir çatışmaya sürüklemiştir. Artık 1980-90'lı yıllar, yeni bir uluslararası sistemin koşullarını geçerli kılmıştır ve bu koşullar altında ne Türkiye ne de Yunanistan'ın Kıbrıs üzerinde tek başlarına egemenlik kurabilmesi mümkündür. Sorun, tarafların bunu ne ölçüde anlayabildikleri ve dış politika kararlarına, görüşlerine yansıtabildikleri noktasında toplanmaktadır.

Dolayısıyla, son dönem Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs sorununa ilişkin görüş ayrılıkları büyük ölçüde iki ülkenin çıkarlarının nasıl dengelenebileceğine yöneliktir. Bu durum özellikle adada yaşayan iki toplumun egemen eşitliğinin kabulü ve kurulacak statünün devamını güvence altına alacak garanti ve garantörler söz konusu olduğunda daha da belirginleşmektedir. Bu bağlamda  adadaki Türk toplumunun Rum toplumu ile eşit haklara sahip bir ortak olarak görülmek istenmemesi ve garantinin AB şemsiyesi altında bir Türk azınlık yaratılarak sağlanılmaya çalışılması doğal olarak Türk toplumunun ve Türkiye'nin tepkisini çekmektedir.

Türkiye, Yunanistan ile olan sorunları içerisinde Kıbrıs konusunda duyarlılığını vurgularken hareket noktası Yunanistan'ın Kıbrıs'a tek başına egemen olmasını önlemek politikasıdır.  Böyle bir politikanın izlenmekte oluşunu gerekçelendiren faktör ise doğrudan doğruya Yunanistan'ın dış politikasına egemen olan diyaspora anlayışıdır. [216] Lozan Barış Antlaşması ile kurulan dengenin 1950'li yıllara değin korunabilmiş olmasında Türk yöneticilere hakim olan Yunanistan artık Megali İdea'dan  vazgeçti düşüncesi önemli ölçüde etkili olmuştur. Nitekim, Yunanistan'da hükümetler zaman zaman Megali İdea'nın artık gerçekleştirilmesi imkansız bir düş olduğunu belirttikleri görülmüştür. Fakat bu politikaya yeniden dönüş, Türkiye'nin dış politikasında ve ulusal güvenliğine ilişkin tehdit önceliklerinde yeniden Yunanistan'ı bir tehdit öğesi olarak görmelerine zemin hazırlamıştır. 
  
 


215- Bu tür beklentilerin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı durumlarda da Türkiye'de olduğu gibi ulusal hükümetlere yöneltilen eleştiriler ve suçlamalar ortaya çıkmıştır. Bu konuda bkz; Yılmaz Altuğ, "İkinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Yunanistan'a Verilen Adalar Meselesi", Altıncı Askeri Tarih Semineri Bildirileri I İkinci Dünya Harbi ve Türkiye ( 20 - 22 Ekim 1997 - İstanbul), Ankara: Genelkurmay ATASE Yayınları, 1998, ss.517-523; Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar - Yorumlar, Cilt I, Ankara: TTK  Yayınları, 1980, ss-226-232. 
216- Yunanistan Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanmış olan White Paper for Armed Forces isimli çalışmada Yunan kökenli insanların coğrafi dağılımı  incelenirken Yunanistan'da silahlı kuvvetlerin amaçlarından biri olarak bu insanların  Yunanistan ile olan bağlarının korunması ve geliştirilmesi için her türlü çabanın harcanacağı vurgulanmaktadır. Bu bağlamda Kıbrıs'a yaşayan Rumlara ilişkin olarak da tarihsel sorumluluklarının bulunduğu vurgulanmaktadır.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:40

Karşılıklı Niyetlere İlişkin Algılamalar

Yazan

Karşılıklı Niyetlere İlişkin Algılamalar


Türk - Yunan ilişkilerinde yaşanan karşılıklı güvensizlik ve önyargılar iki ülke arasındaki sorunlara çözüm bulunabilmesini güçleştirmektedir. İki ülkenin de birbirleri hakkında bazı önyargılara sahip olmaları, sorunların karmaşıklığı ile birlikte, çözüme yönelik çabaların başarısız kalmasına, hatta, yeni sorunlar doğmasına yol açabilmektedir.

Lozan Barış Antlaşması ile kurulan denge çerçevesinde, ulusal topraklarının sınırına ulaştıklarını kabullenmiş olan Türkiye ve Yunanistan, birbirlerinin topraklarında gözü olmadığını açıklamaktan çekinmemişlerdir. Elbette, bu durumu kabullenmek hem ulusal hem de uluslararası koşulların bir gereği olarak oluşan dengenin sonucudur. Bu çerçevede, Türkiye ve Yunanistan, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar birbirlerini ulusal güvenlikleri ve toprak bütünlüğü açısından bir engel, potansiyel bir tehdit unsuru olarak görmemişlerdir. Bütün dönem boyunca, Türk ve Yunan çıkarlarının karşılıklı dostluk ve işbirliğini gerektirdiği üzerinde görüş birliği içerisinde olmuşlardır. Yunanistan'da Venizelos'un Yunan dış politikasının gelenekselleşmiş ögesi durumundaki "Megali İdea"nın artık gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal olduğunu benimsemiş olması ve Ulusal Ant ile belirlenmiş sınırlar içerisinde kurulan Türkiye'nin, bölgede revizyonist istekler sergilemeyeceğini, komşularıyla dostluk ve işbirliği içerisinde olmaya özen göstereceğini açıklaması, iki ülkenin bölgede kurulan statükodan yana bir dış politika çizgisi üzerinde işbirliğine gidebilmelerine zemin hazırlamıştır.

Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'ndan  kısa bir süre sonra, 1950'li yıllara gelindiğinde, Türkiye ve Yunanistan  arasındaki  ilişkilerin savaş öncesi döneme göre belirgin farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Gerçi ulusal güvenlikleri ve toprak bütünlükleri açısından Sovyetler Birliği'nden duyulan korku bu iki ülkeyi Batı yanlısı bir dış politika izlemeye ve NATO ittifak sistemi içerisinde yer almaya yöneltmiştir; ancak, özellikle bölgede Türkiye ve Yunanistan arasında kurulmuş olan statünün değişmesine neden olan önemli bir değişim yaşanmıştır. Bu değişiklik, Lozan'la kurulmuş olan Türk - Yunan ulusal sınırlarının tek yanlı olarak yeniden düzenlenmesi sonucunu doğurduğundan iki ülke arasındaki egemenlik yarışını yeniden başlatacak bir girişim olarak değerlendirilebilir. 

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:39

KARŞILIKLI ALGILAMALAR

Yazan

KARŞILIKLI ALGILAMALAR

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlığın iki ülke arasında çıkabilecek bir savaş riskini taşımakta oluşu, bu ülkelere dış politika kararlarını belirlerken diğer ülkenin davranışlarını bütün yönleriyle dikkate alma zorunluluğunu yüklemektedir.

Türk - Yunan ilişkileri açısından algılamalar, ayrı bir önem taşımaktadır. Bu ülkelerin uzlaşmazlıkların niteliklerine bağlı olarak, birbirlerinin her davranışından kuşkulanması ve bunun sonuçta, sert tepkilere dönüşebilmesi, dış politika kararlarına yön verirken, stratejiler ve taktikler saptanırken, birbirlerinin davranışlarına ilişkin bilgileri  doğru ve tam anlamıyla algılamalarını, gerçekçi davranmalarını gerektirmektedir. Tarafların aldıkları kararların uygulamada istenen sonucu verip vermeyeceği algılamaların tutarlılığına bağlıdır.

Türk - Yunan ilişkilerinin genel süreci içerisinde çözümsüzlüğün sürmesine neden olan asıl faktörlerden birisi olarak, bu konunun ağırlıklı olarak etkide bulunduğu söylenebilir. Kıbrıs sorunuyla başlayan ve diğer sorunlarla katmerleşen uzlaşmazlıklara her iki tarafın çıkarlarını da tatmin eden bir çözümün bulunamamasında tarafların gerçek görüşlerine ilişkin ciddi kuşkular taşımalarının etki ettiği söylenebilir. Çözümsüzlüğü derinleştiren bu durum, hem Türkiye hem de Yunanistan açısından, diğer tarafın görüşlerini yanlış veya eksik algılamasının bir sonucudur. Ayrıca bu çözümsüzlüğü artıran bir başka etken olarak taraflar arasındaki iletişim eksikliğinin olumsuz etkilerinden de söz edilebilir. Bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz tarihsel öğelerin ilişkilere getirmiş olduğu olumsuz yapılaşma, özellikle dış politikaya ilişkin karar alma sürecinde karar alıcının konuya ilişkin imaj ve algılamasına şekil vermekte, bir başka deyişle, karar alıcının bu süreç içerisinde rasyonel davranabilme yetisini engellemektedir.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki  uyuşmazlık noktalarına ilişkin olarak süren iletişimsizlik ve çözümsüzlük, diğer bir dizi etkenle birlikte, tarafların birbirlerinin dış politika davranışlarını değerlendirirken etkisinde kaldıkları olumsuz imaj ve algılamalarından kurtulmalarına bağlıdır. Elbette, bunun başarı şansı, büyük ölçüde bu uygulamaların ulusal kamuoylarına benimsetilmesine bağlıdır.

Türk - Yunan ilişkilerinde karşılıklı algılamaların dış politika kararlarına yansıma şekli özellikle, birbirleriyle ilintili iki  açıdan incelenebilir; bunlardan birincisi, tarafların birbirlerinin gerçek niyetlerine ilişkin algılamaları, diğeri ise, tarafların ulusal kişiliklerine ilişkin algılamalarıdır. 

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:38

TARİHSEL NEDENLER (devam)

Yazan

TARİHSEL NEDENLER
(devam)


Osmanlı Devleti XX. yüzyıla gelindiğinde hala "Batılılaşma" ve kimlik bunalımı içerisinde, içsel ve dışsal sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde, aynı zamanda bir başka ikilem daha yaşanmaktadır; bir yandan Türklük anlayışı benimsenmeye çalışılırken diğer yandan da Osmanlı toplum düzeni olan millet anlayışı sürdürülmeye çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti emperyalist devletlerin saldırısına uğrarken işte bu kimlik bunalımı içerisinde bulunmaktadır.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti'ne kabul ettirilen barış, gerçekte bu devletin egemenliği altındaki toprakların İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi emperyalist devletler tarafından parçalanmasını sağlamak üzere düzenlenmiş bir geçiş dönemi niteliğini taşımıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra Avrupa'da barışın ve geleceğin düzenlenmesi ve uluslararası düzenin yeniden kurulması için Paris'te, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD temsilcileri arasında yapılan toplantılarda, Osmanlı Devleti'nin egemenliği altındaki toprakların nasıl paylaşılacağı  ve bu devletten ayrılacak topraklar üzerinde kurulacak yeni devletlerin statülerinin ne olacağı konusu karara bağlanmaya çalışılmıştır. Anadolu'nun güney ve batısında yer alan toprakların İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılması konusunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, giderek Anadolu'nun hızla işgal edilmesine yol açmıştır. İtalyanların Paris Barış Konferansı sırasında yapılan kimi gizli anlaşmalarda Avrupa'da kendisine verilen yerleri daha sonra alamaması bu devletin tepki olarak Anadolu'da hızlı bir işgal hareketine girişmesine neden olmuş ve özellikle İngiltere, Anadolu'nun batı kıyısının ve özellikle İzmir ve çevresinin İtalya'nın eline geçmesini istemediğinden bu bölgelerin Yunanistan tarafından işgal edilmesine destek vermiştir. Sonuçta, Yunanlılar, 15 Mayıs 1919'dan itibaren bölgeyi işgale başlamışlardır. [204]

Yunanistan'ın, özellikle İngiltere'nin etkisinde kalarak Anadolu'ya karşı girişmiş olduğu işgal hareketi, bir yandan bu ülkenin "Megali İdea" olarak adlandırılan geleneksel dış politika amacını gerçekleştirebilecek önemli bir fırsat olarak sunulurken, İngiltere ve Yunanistan'ın ortak bir çıkar etrafında birleşmiş olmasında en önemli öğe, İngiltere'nin bölgedeki stratejik çıkarlarını korurken kendi insan kaynaklarını ve gücünü riske atmış olmaması noktasında toplanmıştır. Bu bağlamda, İngiltere, bölgedeki çıkarlarının sağlama alınması ve korunması için Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırmasına destek verirken bu ülkenin insan gücünden ve stratejik olanaklarından yararlanmak istemiştir.

Ancak İngiltere'nin gözden kaçırmış olduğu önemli bir faktör ve Türk ulusal kurtuluş savaşının başarı şansını artıran bir etken, Anadolu'da Yunanistan'a karşı duyulan köklü tepkinin tam olarak algılanamamış olmasıdır. Dönemin gerçekleri göz önünde bulundurulursa, Anadolu insanı, topraklarının İngilizler tarafından işgal edilmesine ve bu devletin mandaterliğinde yaşamaya hazırdır; öylesine ki, bu dönem yazınında ve düşününde pek çok kişi, Anadolu'nun parçalanmamasını, İngiltere veya ABD'nin mandaterliğinde bırakılmasına ilişkin görüşleri savunabilmiştir. Bu yaklaşım, etkinliğini ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi sırasında da göstermiş ve ulusal önderler uzun uğraşlar sonunda bu yaklaşımların üstesinden gelerek bağımsız bir Türkiye'nin kurulması için gereken yapılaşmayı oluşturabilmişlerdir.

Anadolu'ya saldırı hareketi ve Sevr Antlaşması ile uygulatılmak istenen paylaşım, İngiltere'nin desteklediği, ancak gerçekte, Türk ve Yunan halklarının karşılıklı olarak mücadele verdiği bir savaşım niteliğindedir. Yunanlılar için bu savaş "Megali İdea" ile vaat edilen topraklar üzerinde büyük Yunanistan'ın yeniden kurulması çabası iken, Türkler için -başlangıçta farklı bir nitelik taşısa da- bir ulusal kurtuluş savaşı niteliğindedir. [205] Yunanistan'ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkış, Osmanlı Devleti'ne karşı yürütülen uzun savaşımlar sonucunda gerçekleşirken, bu kez, bağımsız bir Türkiye'nin kuruluşu, Yunanistan'a karşı verilen bir savaşımın sonucunda gerçekleşmiştir. Ancak bir farkla ki Yunanistan, bu savaşımı İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin desteğiyle  başarırken Türkiye bu savaşımda yalnızdır.

Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması, Türk ve Yunan ulusçuluğunun karşı karşıya geldiği ve düşmanlık duygularının kökleşmesine neden olan önemli bir olay olarak değerlendirilebilir. [206] Ulusal bağımsızlık savaşlarının halklar arasındaki ayrılıkları su yüzüne çıkardığı ve ayrımcılığı körükleyerek düşmanlıkları artırdığı, önce Yunan daha sonra Türk bağımsızlık savaşlarında da gözlenebilir. İlginç olan, bu iki halkın her iki savaş sırasında da karşı karşıya gelmiş olması, kazanan ve kaybedenlerin yer değiştirmesidir. Diğer yandan, Yunanistan'ın Anadolu'ya yönelik işgal hareketinin büyük bir yenilgiye dönüşmesi, Yunanistan açısından iç ve dış politikada yeni sorunlara ve önemli değişikliklere yol açarken büyük bir prestij kaybına neden olmuştur. Buna karşın Türkiye, ulus bilincinin yerleşmesinde Yunanistan'a ve diğer emperyalist devletlere karşı vermiş olduğu bu savaşımın kazandırmış olduğu saygınlık ve bilinçlenmeden yararlanmıştır.

Bir başka açıdan, Yunanistan'ın Anadolu'yu işgal hareketi, Anadolu toprakları üzerinde bir arada yaşayan farklı etnik/dinsel topluluklar arasında çatışmalar doğmasına neden olmuştur. Yunanistan'ın işgal hareketine destek veren Anadolu'daki Rum ve Ermeni toplulukları ile Türk halkı arasında dostluk ve dayanışma bir anda düşmanlığa dönüşmüştür. Gerek Balkan Savaşları gerekse Yunanistan'ın Anadolu'yu işgali ile yaşanan kitlesel kırımlar, halklar arasındaki düşmanlık duygularını keskinleştiren acı deneyimler olmuştur. [207]  İşgal hareketine destek veren bu toplulukların ulusal kurtuluş hareketine karşı ayaklanmalara başlaması bir yandan işgale direnmeye çalışan  Ankara Hükümeti'ni bu ayaklanmaları bastırmakla uğraştırırken diğer yandan, alınan önlemlere karşın, karşılıklı olarak şiddet eylemleri, yağmalama, katliamlar söz konusu olmuştur. [208]

Savaş sonrası dönemde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde en önemli sorunu iki ülke arasında yapılacak olan nüfus değişimi sorunu oluşturmuştur. [209] Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da toprak kayıplarına uğraması bir yandan kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman toplulukların azınlık statülerinin belirlenmesini ve garanti altına alınmasını gerektirirken, diğer yandan da her yeni toprak kayıbı ile Anadolu sınırlarında son bulan bir kitlesel göç dalgasının sosyoekonomik olduğu kadar siyasal çalkantılara neden olabilecek gelişmelere yol açmadan özümsenmesini zorunlu kılmıştır. Özellikle Balkan savaşlarından sonra, çok sayıda yeni ulus devletlerin bağımsızlıklarını ellerinde tutmaya başlaması, Türk/Müslüman kökenli toplulukların daha önce yaşadıkları toprakları terk etmeye başlamasına yol açarken, Yunanistan ve Bulgaristan gibi devletlerde kalmayı tercih eden Türk/Müslüman halk bir azınlık durumuna düşmüş ve bunların sahip oldukları hakların belirli bir statü çerçevesinde korunması, garanti altına alınması gerekmiştir. Ulus devlet anlayışının coğrafi bir bütünlük içerisinde gerçekleşebileceği inancının yaygınlaşmasına koşut olarak, yeni bağımsızlığını kazanmış olan devletler ile Osmanlı Devleti arasında önemli oranda kitlesel göçler yaşanmıştır. Türk/Müslüman toplumunun Avrupa ve Balkanlardaki eski etkinliklerini kaybederek bir azınlık durumuna düşmüş olması, sonuçları ve etkileri bakımından günümüzde de süren bir etnik/dinsel gerginliğin kaynağını oluşturmuştur. Öyle ki, yalnız Balkan ülkelerinin sınırları içerisinde bir azınlık olarak yaşayan Türk/Müslüman topluluklar açısından değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin çok dinli ve çok uluslu yapısının Balkanlardaki doğrudan yansımasının bir sonucu olarak, hemen bütün Balkan devletlerinde bir azınlıklar sorunu süregitmektedir. Türk - Yunan ilişkileri açısından bu durum, özellikle karşılıklı kitlesel göçlerden sonra, her iki ülke  sınırları içerisinde kendi istekleriyle ve/veya istekleri dışında alınan kararlar sonucunda yerleşmişliklerini sürdüren etnik/dinsel azınlıklar ve bunların statülerinin garanti altına alınması konusunda gündeme gelmektedir.

Bu sorun bir yandan Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı ile İstanbul Rumlarının statülerinin belirlenmesini içerirken diğer yandan da savaşla birlikte Türkiye'den Yunanistan'a, Yunanistan'dan Türkiye'ye kendi istekleri veya zorla göçmüş olan insanların hak ve statülerine ilişkin olarak ortaya çıkmış; iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarına kaynaklık etmiştir.

Değişime tabi tutulan insanlar her iki tarafta da sorunlara neden olmuştur. Türkiye açısından sorun, daha  çok değişim sonucunda Türkiye'ye göçmek zorunda kalan insanların Yunanistan'da kalan maddi varlıklarının tazmini ve Batı Trakya'da değişim dışı tutulan Müslüman/Türk azınlığın sahip olacağı statünün güvence altına alınmasına ilişkin olmuştur. Yunanistan açısından ise, sorun daha çok Türkiye sınırları içerisinde mümkün olabildiğince fazla oranda Rum nüfus bırakmak ve değişim ile Yunanistan'a göçen toplulukların Yunanistan'da toplumsal, ekonomik ve siyasal düzeni sarsmayacak bir şekilde yerleştirilmesi konusu üzerinde toplanmıştır.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki Ahali Değişimi sorununun, 1930 yılında giderilmesiyle birlikte, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem açmış, barış ve işbirliğine dayalı bir yakınlaşma yaşanmaya başlanmıştır. Her ne kadar bu dönemde ulusal liderler iki ülke arasındaki düşmanlıkların sürmesinin iki tarafın da ulusal çıkarlarını sarsacağı inancını taşısalar da halklar arasında yaşayan acı deneyimler, etkileri kolaylıkla unutulacak nitelikte olmamıştır. Savaşın acılarını kendi ailesi ve yakınlarından insanları yitirerek tatmış olan insanlar uzun süre bu acılarının etkisi altında kalmışlardır. Özellikle Yunanistan'da toplumun büyük bir kesimi Anadolu'da uğranılan bozgun sonrasında beklentilerinin gerçekleşmemiş olmasının  da acısını uzun süre taşımışlardır. Bu acı, kuşaktan kuşağa anlatılanlarla giderek bir öç alma duygusuna ve düşmanlığa dönüşebilmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasında, Balkan savaşlarıyla başlayan ve Türk ulusal kurtuluş savaşı ile son bulan bir süreç içerisinde yaşanan savaşların ve kitlesel göçlerin halklar arasındaki ilişkilere ve değer yargılarına yansıyan bir başka yönü ise, özellikle göçlerle doğup büyüdükleri topraklarını kaybeden insanların yeniden yerleştikleri yerlerde geçmişe büyük bir özlem duymaları ve kendilerini yeni topraklara ait hissedememeleri, yerleşik kültür ile göçen insanların kültürü arasında karşılıklı bir çatışmanın yaşanması olmuştur. Kültürel çatışma, üretim ilişkilerine ve ekonomik yaşama da yansımış ve yerli halk ile göçmen halk arasında gelir dağılımı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.

Bir başka açıdan ulusçuluğun yanı sıra Yunanlıların Ortodoks Kilisesi'ne mensup olmaları ve bu kilisenin Osmanlı Devleti'nin parçalanma süreci içerisinde Türk kurtuluş savaşı sırasında izlediği çizgi, Yunanlılara olduğu kadar Ortodoks kilisesine karşı da belirgin bir güvensizliğin doğmasına neden olmuştur. Nitekim Lozan Barış Antlaşması'nın hazırlanması sırasında Fener Ortodoks Rum Kilisesi'nin/Patrikhane'nin Türk sınırları dışına çıkarılması konusunda sert tartışmalar yapılmış ve sonuçta, Türkiye Patrikhane'nin İstanbul'da kalmasını kabullenirken, Patrikhane'nin Türk kanunlarına tabi olmasını ve sadece ruhani kimlik taşımasını ileri sürmüştür. Lozan'da Türk tarafının bu konuda özellikle ısrarlı olmasının nedeni, büyük oranda Ortodoks nüfusa sahip diğer ülkelerin sonradan Türkiye üzerinde baskı oluşturabilmek için Patrikhane'nin konumundan yararlanabilmelerini önlemek çabası olmuştur. Osmanlı Devleti'nin çöküş süreci, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için bir kıstas oluşturmuş ve kendilerini yeniden bu türden bir kısırdöngü içerisinde görmek istememişlerdir. Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması sırasında Patrikhane'nin Yunanistan'ın yanında yer alması, Türk ulusçuluğu açısından bir ihanet olarak değerlendirilmiş ve Yunanistan'ın yeniden bir toprak isteminde bulunmasının önlenebilmesi açısından, Rum toplumunun Yunanistan'a göç ettirilmesi ve bu toplumun dinsel liderliğini üstlenmiş bulunan Fener Ortodoks Kilisesi'nin ülke dışına çıkarılması düşünülmüştür. [210]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan dönemsel dalgalanmalara koşut olarak, geçmişte yaşananlar her ne olursa olsun iki ülkede de azınlıklar ve dinsel kurumlar karşı tarafın  görüşleri doğrultusunda hareket eden ve ilişkileri belirleyen temel öge olarak değerlendirilmekte, gerginliğin ve uzlaşmazlıkların faturası bunlara çıkarılmaktadır. 1950'lerin ikinci yarısından itibaren Kıbrıs'ta yaşananlar ve Kıbrıs'taki "Enosis" hareketinin  Kıbrıs Kilisesi tarafından desteklenmesi ve liderliğini de Başpiskopos'un yapmakta oluşu, Türk - Yunan  ulusçuluğu ve çıkarlarının çatışması açısından Rum azınlığın ve Patrikhane'nin statüsünü yeniden gündeme getirmiş, bunlara karşı duyulan güvensizlik giderek yüzeye çıkmıştır. Güvensizlik, karşılıksız kalmamış Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı da bundan nasibini almıştır.

Sonuç olarak, Türk - Yunan uyuşmazlığındaki etkileri açısından yaşanan ortak tarihin olumsuz etkileri, ilişkilerin genel yönelimini belirlemektedir. Bu tarih öylesine bir özellik göstermektedir ki, aynı toplumsal ve siyasal sistemin parçası durumundaki Yunan ve Türk halkları uluslaşma süreci içerisine girdiğinde başarılarını karşı tarafa yönelttikleri mücadelelerin etkinliği ile ölçmüş ve bağımsızlık bu mücadelenin sonucunda elde edilebilmiştir. Dolayısıyla, bağımsızlık savaşlarının uluslar-halklar arasında yaratmış olduğu karşılıklı düşmanlık burada da kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Türkler için Yunanlılar birlikte yaşadıkları halklara ve devlete "ihanet" etmiştir. Yunanlılar için ise, bu savaşım 400 yıl süren bir esaretten, yabancı egemenliğinden kurtuluş, sömürüye başkaldırıdır.

Oysa gerçekte, uluslaşma sürecine girerken Osmanlı Devleti'nin heterojen toplumsal yapısının bundan etkilenmemesi düşünülemez; uluslaşma hareketinin "Millet" sistemi içerisinde dinsel kimlikleri ile değerlendirilen azınlıklar içerisinde ilk olarak Yunan kökenliler arasında yaygınlaşması ise rastlantısal olmamıştır; bu insanların ekonomik, ticari ve kültürel olduğu kadar siyasi açıdan da dönemin gelişmelerine ayak uydurabilecek olanaklara sahip olması ve sahip oldukları olanakları değerlendirerek ulus bilincini kendi toplumsal yapılarına uygulamak istemeleri, dönemin giderek zayıflamakta olan Osmanlı ekonomik, askeri ve siyasi gücü karşısında ulus temeline dayanan bir bağımsız devlet kurma çabasına dönüşmüştür. Elbette ki bu dönüşüm içerisinde kendini Yunanlı olarak gören kişilerin bütünüyle ulus kavramına dayanarak hareket ettiklerini söylemek güçtür; nitekim, Yunan ulusunu birleştirici unsur olarak Ortodoks dinsel öğesi büyük rol oynamıştır.

Bu çerçeve içerisinde, Yunan bağımsızlık savaşımı sırasında din ve etnik kavramlar birbirini destekleyen kavramlar olarak aynı amaca ulaşmak için kullanılmışlardır. Aynı gelişimi Türk Kurtuluş Savaşı sırasında da görmek mümkündür; ulusal bağımsızlığı elde edebilmek için girişilen yoğun savaşım içerisinde halkın yabancısı olduğu ulus kavramına gönülden destek vermesi beklenmediğinden, kimi durumlarda savaşın asıl amacının düşman işgali altında olan İslam topraklarının ve Halife/Sultan'ın kurtarılması olduğu dile getirilerek halk desteği sağlanabilmiştir.

Günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginlik çerçevesinde ele alındığında hem dinsel hem de ulusal açıdan karşılıklı bir çatışmanın izlerinin hala sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Yunan bağımsızlık savaşımının etnik/dinsel niteliği, süreç içerisindeki mücadele yöntem ve olanakları dikkate alındığında, kendi karşıtı olarak niteleyebileceğimiz Türk ulusçuluğunun gündeme gelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla, bir anlamda Yunan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunun birleştirici öğesi ve destekçisi olmuştur.

Bu nedenle, günümüzde, özellikle azınlıklar konusunda yaşanan gerginlikler ve uygulamalar Türk - Yunan ulusçu/dinsel yapılaşması çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her iki ülkede yaşayan ve hakları, statüleri antlaşmalarla garanti altına alınmış bulunan azınlıkların etnik bir azınlık olduklarının tartışılmakta oluşu, hala katı bir ulusçu yaklaşımın sürmekte olduğunu göstermektedir. Azınlıkların "Türk" kimliğinin tanınmaması, bir isimlendirme sorunu, etnik bilincin tanınmaması sorunu olmaktan öte, günlük yaşamda azınlıklara ilişkin politikaların uygulanması sırasında ayrımcı ve kuşkulu bir yaklaşımın sergilenmesi açısından sorunlar yaratmaktadır.

Bu durum aynı zamanda azınlıkların bulundukları ülkede sahip oldukları "yurttaş" kimliği"ne ulaşıp ulaşamadıkları ve toplumla uyum sağlayabilmiş olmaları ile de ilgilidir. "Türkiye ve Yunanistan'da yaşamlarını sürdüren etnik azınlıkların 'etnik' yanlarının görmezlikten gelinmesinin önemi ve sonuçları çok büyüktür. Bu yol seçildiğinde artık bu azınlıkların kendi uluslarıyla olan yakınlığı kuşkuyla ve hoşnutsuzlukla karşılanmaktadır. Normal bir ilişki ve duygu anormal bir ilişki sayılmaktadır. 'Anavatanla' olan ilişkilere iyi gözle bakılmamakta, komşu ülkede yaşayan kendi uluslarının başarılarıyla sevinmelerine kızılmakta ve giderek bu azınlıklara 'beşinci kol' gözüyle bakılmaktadır. Azınlığın komşu ulusla olan yakınlığı anlaşılmaz bir davranış sayılmakta ve engellenmeye çalışılmaktadır. Zorlamalar karşı tepkileri doğurmakta, ilişkileri daha da kötüleştirmektedir. Sonunda azınlıkların sempatileri ve psikolojileri 'vatan ihanetinin' kanıtı sayılmaktadır." [211]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki tarihsel bağların günümüz ilişkilerine olumsuz yönleriyle yansımış olması, gerçekte, her iki ülkede de yaşanan bir demokratikleşme ve ekonomik gelişme düzeyi sorunudur. Bu bakımdan ele alındığında, yaşanan ortak tarihin ilişkilerde yaratmış olduğu ayrımcı etkileşim benzerlerinde olduğu gibi bu iki ülkenin de sosyo-ekonomik sistemini sanayileşme çerçevesine oturttukları zaman çözülmüş olacaktır. Demokratikleşme ve sanayileşme sürecinin başarıya ulaşması, toplumların değer yargılarını çağa ayak uydurmasında yeni seçenekler yaratabilecek niteliktedir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların giderilmesi için gereken çabaların başarı şansını önemli oranda etkileyen faktör bunların taraf ülke halklarınca ne ölçüde kabul gördüğüdür. Türk - Yunan ilişkilerinin dostluk ve işbirliğine dayalı olarak sürdürülmesine ilişkin olarak Lozan Barış Antlaşması ile gerçekleştirilen yapılaşma, büyük ölçüde iki ülke liderleri arasında oluşturulan yakınlaşma ile sınırlı kalmıştır. Nitekim, büyük ölçüde dışsal faktörlerin etkisiyle sağlanmış olan yakınlaşma iki ülke arasındaki sorunları tam olarak çözümleyememiştir. Bu bağlamda Türk - Yunan ilişkilerinin sıfır toplamlı bir ilişki düzeneği olarak sürdürülmesi, yani taraflardan bir kazanırken diğerinin kaybetmesi durumunda taraflar arasında önyargıların değişmesi beklenemez. [212] Çatışmacı bir ilişki düzeneğinde siyasi kadroların benimsemiş oldukları dostluk, barış ve işbirliğine dayalı ilişki kurulması yönündeki düşünceler ancak her iki tarafça geniş kitlelere benimsetildiğinde başarılı olabilmektedir. Lozan Barış Antlaşması sonrasında iki ülke arasında kurulan yakınlaşmanın her iki ülke yöneticilerine hakim olan bu anlayışla sağlanmış olduğu söylenebilir.

Nitekim, Başbakan İsmet İnönü'nün 13 Eylül 1928'de Malatya'da yapmış olduğu bir konuşmada ilişkiler şu şekilde değerlendirilmiştir;

"Yunanistan'la sorunlarımıza değineceğim, öncelikle söylemeliyim ki, iki ülke arasında sürekli sorun oluşturacak esaslı ve siyasi içerikte bir konu yoktur. Sürüncemede kalmış sorunlar geçen antlaşmalarla göz önünde bulundurulan ve genellikle şahısların çıkarlarına ilişkin hukuki konulardır. Gerçekte vatandaşların çıkarlarına ilişkin hukuki konuların sonunda antlaşmalarla ve hukuki olarak çözümlenmesi zorunluluğunu önemsiz görmek mümkün değildir. Fakat hukuki konuların taraflarda iyi niyet var oldukça sonunda çözümlenmesi gerekir. Biz bu iyi niyete ciddi bir şekilde sahibiz. Bay Venizelos'un son zamanlarda çeşitli söylevlerinden kendisinin ciddi bir arzu ilesürüncemede kalmış konuları çözümlemek istediği kanısını ediniyoruz. Ankara'dan hemen buraya hareket etmek üzereyken aldığım dostane mektubu ile de güvenim daha fazla güçlenmiştir. Bu arzular bizde samimi karşılık bulacaklardır. Aradaki konuları sürüncemede bırakmayarak pratik ve radikal bir surette çözerek yakınlık ve siyaset havasını aksaklıklardan kurtarmak, aksine istikrarlı bir güvene sahip bir hale getirmek benim de gerçekten arzumdur." [213]

Diğer bir açıdan ise, uzun süre hem Yunanistan'ın hem de Türkiye'nin demokratikleşme sürecine koşut olarak ülkesel bütün üzerinde geçerli olacak etnik/dinsel kimliği benimsetmenin sıkıntılarını yaşamış olmaları da dolaylı olarak ülkelerin dış politika kararlarını oluşturma sürecini etkilemiştir. Hala bazı yönleriyle sürmekte olduğunu söyleyebileceğimiz bu uygulamaya göre, hem Yunanistan hem de Türkiye, ulusal bağımsızlıklarını birbirlerine karşı vermiş oldukları savaşlar sonucunda elde ettiklerinden, diğer tarafı egemenliklerinin olası düşmanı olarak görmüş ve bu durumu, daha henüz ulusal egemenliğin tam olarak yerleşip benimsenmemiş olduğu bir yapılaşma içerisinde devlet eliyle halka benimsetmeye çalışmışlardır. Bu durum ise, ikili bir politikanın sürdürülmesini gerektirmiştir; içeride diğer tarafın düşman olduğu bilincini yerleştirmeye çalışan ve bunu sürekli olarak anımsatan yıl dönümü ve bayramlar, okullarda yine bu bilinci aşılayan eğitim yöntemleri; dışarıda ise, ülkesel bütünün stratejik çıkarları açısından liderler arası dayanışma ve işbirliği girişimleri. Ancak, ulusal devlet yaratma endişesiyle hareket eden liderler, doğrudan Yunanistan veya Türkiye'yi hedefleyen bir propaganda savaşı içerisine girmemiş; uygulamada bu anlayış, kendisinden başka diğer ulusları çıkarları açısından düşman olarak gören bir yaklaşımın yerleşmesine neden olmuştur. Vamık'a göre,

"Ne Türkler, ne de Yunanlılar eski kayıplarının yasını yeterince yaşamamışlar, önceki  travmaları halledememişler ve de her iki grup da diğer grupla ilgili olumsuz imgelerini modifiye edememiştir. Yunanlılar Türkokrasi'yi -Osmanlı egemenliğindeki Yunan yaşam koşullarını ortak algılama biçimleri- bugünkü kimliklerinin belirleyicisi yapmışlardır. Bu, hem zulüm, hem de hak kazanma duyarlığını artırır. Bugünkü Türklerle gerçek bir arkadaşlık kurma girişimleri bu durumu tehdit etmekte ve endişeye neden olmaktadır. Megali İdea'da dile getirilen hak kazanma duyarlığı sürdürülmelidir.Türk Bağımsızlık Savaşında Yunanlıların yenilmesinden sonra Türkler, Yunanlıların Megali İdea'ya bağlılığını retorik ve kesinlikle tehlikesiz olarak algılamışlardır. Bu algılama Yunanlıların Kıbrıs adasını anayurtları ile birleştirme girişimleri sonucunda kesinlikle değişmişti. Yunanlıların Ege Denizini Yunan gölüne çevirerek denizlerini genişletme isteği, daha fazla telaşa neden olmuştu. Yunanlıların kendi kaybettikleri toprakları geri istemeleri Misak-ı Milli ile Türklere getirilen sınırlandırmaların yıkılması sonucunda cevaplandırıldı. Böylece her iki taraf da birbirini, kendi topraklarını genişletme isteğinde görecekti". [214]

Böylesi bir tarih bilinciyle yetişen insanlar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların nitelikleri ne olursa olsun karşı tarafa sürekli bir kuşku ile baktıklarından sorunların niteliklerini tam olarak değerlendirememekte ve önyargılarla, bağnaz bir ulusçulukla tek taraflı bir çözüm yoluna ulaşmaya çalışmakta, dolayısıyla, ulusçuluk anlayışı yeniden sahneye çıkmaktadır.

Karar alma sürecini etkilemesi bakımından ise, ulusal karar alma birimlerinin edinmiş oldukları tarih bilinci ve siyasal kültürün yanı sıra, toplumsal değer yargılarını özümseme dereceleri, kişiye ve zamana bağlı olarak değişen şekil ve oranda, dış politika kararlarının alınmasında etkili olabilmektedir. Bu durum ise, aralarında sorunların bulunduğu ve çözümsüzlüğün sürdüğü bir ilişkiler düzeninde, Türkiye ve Yunanistan'ın hemen her davranışının dikkatle incelenmesini gerektirdiği gibi, tarafların tarihsel olayların etkisinde kalarak önyargılarla hareket etmekten kaçınmaya yöneltmektedir. 
  
 

 

204- Yunanistan'ın Anadolu üzerindeki beklentilerinin tartışıldığı 1915 yılında Başbakan Venizelos ve Albay Metaksas arasında geçen görüşmelerde Metaksas'ın dile getirmiş olduğu görüşlerle 1922'de Yunanlıların Anadolu'da uğrayacağı hezimeti çok önceden görmüş olduğunu göstermektedir. Bu konuda bkz; Alexander  Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 1995, ss.31-32, 
205-  Bu konuda bkz; M. Kemal Atatürk, Söylev Cilt. I-II, (B. Hazırlayan) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İst. Çağdaş Yay. 1987. 
206- Türk - Yunan ilişkilerinin psikolojik boyutunu tarihsel verilere dayandırarak irdelemek gerektiğine ilişkin olarak bkz; Volkan Vamık, Kanbağı Etnik Gururdan Etnik Teröre, İstanbul: bağlam Yayınları, 1999, s.140-161. 
207- Yunanistan'ın Anadolu'yu işgali ile Türk halkına yönelik kıyım politikalarının ayrıntılı bir açıklaması için bkz; Mustafa Turan, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli-1919-1923), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1999. 
208- Bu konuda bkz; Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim Yayınları, İstanbul:1999 ss.351-425. ; M. K. Atatürk, Nutuk  (1919-1927), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara: 1998, ss. 423-426. 
209- Pallis, Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması ve yenilgiyle karşılaşmasının sonuçlarını değerlendirirken şu sonuca dikkatleri çekmektedir; "...1922 Anadolu hezimeti; Yunan milleti için, 1453'te İstanbul'un zaptı ve Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünden daha büyük felaketler getiren bir olay olmuştur. 1453 Tür zaferi, Rumları tarihin başlangıcından beri oturup yerleştikleri Avrupa ve Asya kesimlerinden söküp atmamıştı. Müslüman fatihler, Rumların 19. Yüzyılda Avrupa'da milliyetçilik şuurunun yeniden uyanışından sonra kısmen bu boyunduruktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşana kadar, bu bölgelerde bir 'teba' olarak yaşamalarına izin vermişlerdi. (...) Rumlar, asırlardır Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yerleştikleri yerlerden sökülüp, bir daha geri gelmemek üzere Ege'nin öteki yanına atılmışlardı. 
  Şayet 1919-20 Venizelos siyaseti başarıya ulaşacak olsaydı, Yunanistan; Rum, Türk, Slav, Arnavut, Ermeni ve Levanten'lerden oluşan melez bir nüfusla , bir nevi Neo-Bizans İmparatorluğu haline gelecekti. Bereket versin bu siyaset başarısızlıkla sonuçlandı ve Türkiye ve diğer komşu memleketlerdeki Rumlar'ın anayurda akışı ve  buna mukabil Yunanistan'daki Türk ve Bulgar'ların kendi memleketlerine gidişi sayesinde homojen bir Helen Devleti'nin doğuşu mümkün oldu. Öyle ki, geçmiş tarihinde Yunanistan, hiçbir zaman bu derece homojen ve sadece Rumlar'dan ibaret olmamıştı." A. A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası ..., ss. 96-97. 
210- Juster'e göre; "Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından hemen sonra Patrikhane hem Türk Kurtuluş Savaşı sırasındaki tavrı nedeniyle Rumların ihanetini, hem Türkiye'de kalan Rumları, hem de uluslararası boyutları Türkiye'nin çıkarlarına zarar verebilecek bir kurumu temsil eder hale geldi." Alain Juster, "İstanbul Ortodoks Rum Patrikhanesi Yunanistan ve Türkiye," Türk-Yunan Uyuşmazlığı, Der. Semih Vaner, İstanbul: Metis Yayınları, 1989, s. 54. 
211- Herkül Millas, Tencere Dibin Kara, İst. Amaç Yay. 1989, ss. 135-136. 
212- Bu konuda bkz, İ. Tekeli, "Tarih Yazıcılığı ve Öteki Kavramı ...", ss.4-5, 
213- Tarafımızdan sadeleştirilmiştir. Vurgular bize ait; Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiye'nin Dış Politikası, Tıpkı Basım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara: 1997, s.62. 
214- V. Vamık, Kanbağı..., ss.160-161.

Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:38

TARİHSEL NEDENLER

Yazan

TARİHSEL NEDENLER

 

Günümüz Türk - Yunan ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini, iki ülkenin ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği oluşturmaktadır.

Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında oldukça uzun bir süre birlikte yaşamış olmalarına karşın, her iki ulusun birbirlerine karşı yaklaşımları, süreç içerisinde, dostluktan düşmanlığa yönelen bir gelişme çizgisi izlemiştir. 1830'dan itibaren, Osmanlı Devleti'nden kopmasına karşın, Yunanistan'ın, bu devletin sınırları içerisinde kalan diğer etnik/dinsel topluluklarla ve bu arada, Rumlarla olan bağlantıları devam etmiştir. Ortodoks Kilisesi'nin İstanbul'da ve Osmanlı Devleti'nin güvencesi altında bulunmasının yanı sıra, Fener Rumlarının bu ülkenin siyasi, ticari ve ekonomik yaşamında da etkin bir konumda bulunması, Yunanistan'ın uzun süre, Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde yaşamayı sürdüren Rumlarla ilişkilerini korumaya yöneltmiştir.

Osmanlı Devleti'nin 1453 yılında İstanbul'u sınırları içerisine katmasından sonra, bu devletin toplumsal ve siyasal görünümünde önemli bir değişiklik  gündeme gelmiştir. Fetihlerle genişleyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan topluluklar arasında barış ve güvenin yanı sıra, her türden işbirliğinin sağlanabilmesi için, birbirlerinden farklı kültürel, dinsel/etnik kökenlere ve değerlere sahip toplulukların toplumsal statülerinin yeniden düzenlenmesi ve Devlet'in etkin garantisi, koruması altına alınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'nin Müslüman ve Müslüman olmayan halklarının aynı çatı altında yaşamaları için bu durum bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

1453 yılında İstanbul'un alınması ile birlikte, giderek büyüyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Müslüman olmayan halkları bir arada tutmak için, bu halkların dinsel konumları ön plana çıkarılarak bazı azınlık haklarının tanınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'ni oluşturan  esas unsurların İslamiyet'i benimsemiş olması, bu niteliklerinden dolayı egemenlikleri altındaki topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında Müslüman olan ve olmayan ayrımının kesin bir şekilde yapılmasını gerektirmiştir. [192]

Tanilli'ye göre,

"Üç kıtanın kavşak noktasında, otuz milyonluk nüfusuna dayanan Osmanlı gücü, XVIII. yüzyılın başlarında, Orta-Asya'dan X. yüzyılda yola çıkan bir Oğuz kabilesinin çifte hareketinin bir sonucudur; Biri, yerleşik düzene geçmedir bu hareketlerin; öteki, İslamın genel yayılışı içinde yer alan ve  -esas bakımdan-  XVI. yüzyılda sona eren askeri ve dinsel fetih. Dinsel yayılışın mirası, Osmanlı egemenliğini, bütün açıklığıyla damgalıyor. Gerçekten, İmparatorluktaki bölünme, dünyanın da bölünmesini belirliyor: Anadolu ve Arap eyaletleriyle Müslüman çoğunluğun yaşadığı Dar el İslam ve, Rumeli'yle Dar el Harb, Müslümanlar ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar, Müslüman olmayanlardan ve yabancılardan ayrılırlar." [193]"Uygulamada, dinsel ayrım, bir idari ilkeye yol açmıştı. Medeni hukuka ve sosyal sürdürülmesindeki çoğu şeye ilişkin konular, Millet adı verilen dört büyük din topluluğuna bırakılmıştı; İmparatorluğun bütün halkı da bunlardan birine giriyordu. Devlet, her düzeyde toplulukların temsilcileriyle görüşüyordu; ve her biri, bir azınlığın sorumluluğunu yüklendiğinden, yararlı bir hakem rolü oynuyordu devlet." [194]
Osmanlı Devleti'nin bütün azınlıklara dinsel yönlerini ön plana çıkararak, bunlara kimi ayrıcalıklar tanımış olması ve Kilise yönetiminin almış olduğu kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanması, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar ve Avrupa'da sınırlarını genişletmeye başlamasına olanak tanırken, aynı zamanda Kiliselerin de etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki etkinliğini, saygınlığını artırmasına yardımcı olmuştur. Özellikle Ortodoks Fener Kilisesi'nin etkinliği giderek artmış, Kilise, azınlıklar açısından dinsel olduğu kadar belki de daha fazla, siyasal lider durumuna gelmiştir. Ortodoks Fener Kilisesi'nin yetki ve haklarının genişlemesi, bunların Osmanlı Devleti tarafından garanti altına alınmış olması, bir yandan Kilise'nin etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki denetimini güçlendirirken, diğer yandan da, ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak üzere azınlıkların Kilise ile işbirliğine yöneltmiştir. Bu  durum, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, özellikle Fener Rumlarının, Osmanlı ekonomisi ve siyasi yaşamında önemli görevler üstlenmelerine ve ayrıcalıklara sahip olmalarına yol açmıştır.Svoronos'un da belirttiği gibi;

"Onsekizinci yüzyıl Hellen (Yunan) ulusu için bir dönüm noktasıdır. 1715'de, Peleponez'in işgali ile tüm Hellen dünyası Türk (Osmanlı) egemenliği altına girdi. Ekonomik yaşamı felce uğratan Balkan savaşları da sona ermişti. Barışla, Anadolu Avrupa ticaretinin merkezi oldu." [195]
Osmanlı Devleti içerisindeki azınlıkların, Avrupa ile kurmuş oldukları ticari bağlar, bu azınlıkların kısa sürede, Osmanlı ekonomik yaşamında etkin rol oynamalarına yol açmıştır. Bu bağlamda, Yunanlıların diğer azınlıklar arasında sivrildiklerini belirtmek gerek. Osmanlı Devleti'nde ticareti elinde bulunduran azınlıklar içinde Yunanlılar, giderek etkinliklerini artırmışlar, özellikle deniz ticareti ile uğraşmakta oluşları ve Avrupa'da yaşayan Yunanlıların sahip oldukları kapitülasyon haklarından faydalanabilmeleri, onlara önemli ayrıcalıklar kazandırmıştır. Fransa ve İngiltere arasında başlayan deniz savaşları sırasında Akdeniz ticaretini Yunanlıların eline geçmesi ve Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusların Ortodoks azınlıklar üzerinde bazı haklar elde etmesi ve Rum gemilerinin Karadeniz ticaretinde pay sahibi olmaları, Yunanlıların Osmanlı Devleti içerisindeki etkinliklerini artırmıştır. Avrupa ile kurulan ticari ve ekonomik bağlarla yaygınlaşan ilişkiler, giderek, siyasi alanda da Yunanlıların, özellikle Fener Rumlarının devlet yönetimi içerisinde bulunmalarını kolaylaştırmıştır.18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devletinin bir gerileme süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devriminin etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş yaşanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan kapısı Balkanlar, ulus bilincinin etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu özelliklerini kullanarak diğer yandan da, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanma başlatmışlardır.

Yunanlıların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks Kilisesi'nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer yandan da, Fransız Devrimi'nin ideolojik çatısına dayandırılmaya çalışılmıştır. [196]Özellikle, Avrupa ile bağlarını geliştiren Yunan ticaret burjuvazisi, sınıfsal etkinliğini ve gücünü kullanarak, kurulacak Yunanistan devletinin yönetiminde söz sahibi olmanın arayışı içinde olmuştur.

B. Oran'a göre;

"Osmanlıların 1715'te Mora Yarımadasını fethetmeleri ve böylece Yunanlıların yaşadıkları bölgelerin tümünü Osmanlı bayrağı altında toplamaları  çok önemli bir sonuç yarattı: Helenizm'in (yani tüm Yunanlıların) siyasal birliği ilk kez kurulmuştu. Bizans İmparatorluğu'nun son zamanlarında uyanmaya başlayan Yunanlılık bilinci bölgeye ilk kez barış getiren işte bu siyasal birlik altında gelişti. Siyasal ve ekonomik karmaşadan kurtulan Yunanlı gemiciler... Yakındoğu'nun en önemli tüccarları haline geldiler. (...) İşte, bozulan Osmanlı toprak düzeni ve siyasal yapısının reaya yanında Yunan köylüsünü de ezmesinin yarattığı tepkiden ve 1763'ten başlayarak Balkanlarda başkaldırma tohumları eken Rus ajanlarının yaptığı etkiden çok daha ötede, 1821'de patlak verecek olan Yunan bağımsızlık savaşında bu ekonomik gelişme ve yarattığı yeni sınıf en belirleyici rolü oynadı." [197]"Yunan ihtilali, Osmanlı tarihi bakımından son derece önemli bir olgudur. Çünkü bu hareket hem diğer ulusal hareketlerin doğuşunu ve gelişmesini etkilemiş, hem de onlara başarılı bir örnek teşkil etmiştir. Ancak aynı hareket Osmanlı sınırları içinde kalan Rumların itibarını sarsmış ve yükseliş süreçlerini yavaşlatmış, hatta durdurmuştur. (...) Osmanlı Rumlarının önemli bir kısmı yeni kurulan küçük Yunan Devletine fazla bir güven duymamışlar, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluk kadrosu içinde daha iyi korunduğu inancı ile Osmanlı Devletine sadık kalmışlardır." [198]
Balkanlarda ulus bilincinin yaygınlaşmaya başlaması ve bunun Yunan ulusunun bağımsızlık mücadelesinde gündeme gelmesi, bölgesel üstünlük arayışı içerisinde olan Fransa ve İngiltere'nin yanı sıra, Avrupa'dan ve Balkanlardan Osmanlı egemenliğini silmeyi amaçlayan Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde de kendini göstermiştir. Özellikle Osmanlı-Rus çatışmasının, Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadığı söylenebilir; Osmanlı Devleti'nin yenilmesi ve Edirne Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmasıyla, Yunanistan, bağımsızlığını kazanabilmiştir.Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde azınlıkların dinsel kökenler dikkate alınarak değerlendirilmiş olması, Fener Ortodoks Rum Kilisesi'nin Balkanlardaki Hıristiyan halklar üzerindeki etkinliğini artıran bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, Balkanlardaki diğer ulusal ayaklanmaların, bu ayaklanmaların dinsel nitelikli olarak gündeme geldiği dikkate alınırsa, bir başka açıdan, başlangıçta, Fener Ortodoks Rum Kilisesine karşı yapıldığı söylenebilir. Gerçekten de, Balkanlarda din öğesi uluslaşma çabalarının ayrılmaz bir öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Balkanlardaki ulusçu ayaklanmalar sırasında Fener Rum Kilisesi ile Bulgar Kilisesi arasında süren yoğun güç mücadelesi, bu ulusların bağımsızlık süreci içerisinde dinsel açıdan da karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır.

Diğer bir açıdan, Yunan ayaklanmaları sırasında ve sonrasında Fransa, İngiltere ve Rusya'nın etkin bir rol oynadıkları ve Yunanistan üzerinde denetimlerini kurmaya çalıştıkları söylenebilir. Taner'e göre;

"(...) Kısa süren devrimci kesintiler dışında bu dönemde Avrupa devletlerinde hep tutucu iktidarlar işbaşında idiler. Milliyetçi akımlar bu imparatorluklara da bir tehdit arzediyordu. Fakat gerek kendi köktenci kamuoylarını tatmin etmek, gerek Osmanlı Devletinde nüfuzlarını artırmak için 'reformcu' ve 'kurtarıcı' görünüyorlardı. Bu tutumun samimiyetsizliği, bütün Avrupa kamuoyunu heyecanlandıran bir ihtilalin sonunda kurulan Yunan Devletinde somutlaşmıştır: Bu küçük devletin başına uluslararası bir himaye anlaşması ile, Bavyeralı genç bir prens getirilmiş ve bu prens senelerce Yunanistanı ve Yunanlıları hor gören Avusturyalı müşavirleri ile idare etmişti. Yeni devlette kurulan siyasal partileri ise, garip bir şekilde, Fransız, İngiliz ve Rus partileri adını alıyorlardı." [199]
Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte, gündeme yeni konular eklenmeye başlamıştır. Özellikle, Yunanistan sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürmeye karar veren Müslüman halk, bir anda azınlık durumuna düşmüş ve bunların hak ve statülerinin güvenceye alınması sorunu ortaya çıkmış ve bu durum, 1830 Londra Protokolü ile karara bağlanmıştır.Yunanistan'ın 1830'da bağımsızlığını kazanması ve Osmanlı Devleti'nin 1832 yılında bu durumu, baskılar sonucunda kabullenmesi sonrasında, kurulan yeni devlet ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler gerginliğini korumuştur. Gerginliğin kaynağını ise, Yunanistan'da kurulan monarşinin dış politika çizgisinde bulmak mümkündür.

N. Svoronos'a göre;

"Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde Hellen topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri yerine getirilmiş olamazdı. Böylece Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesi oldu. Ne ki Hellenizmin sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtü. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başladı. Bu, Yunanistan'ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan 'Megali İdea' dedikleri görüştü." [200]
Gerçekten de Yunanistan, 1830'dan Balkan Savaşlarına kadar geçen süre içerisinde Osmanlı egemenliğindeki bölgelerde yaşayan Yunan unsurları üzerinde hak iddiasında bulunarak bu bölgelerdeki ayaklanmalara destek sağlamıştır. Fransa, İngiltere ve Rusya arasındaki güç ilişkilerine koşut olarak Balkan savaşlarına kadar Osmanlı Devleti'nin hukuki egemenliği altında muhtariyet tanınan Girit, Balkan Savaşları sonucunda, bu devletin büyük oranda toprak kaybına uğraması sonunda Yunanistan'ın egemenliğine geçmiştir.Balkan Savaşları sonrasında yapılan düzenlemelerle bu savaştan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki toprakları büyük ölçüde paylaşılmış ve bunun sonucunda, Yunanlılar, Selanik ve Yanya'yı, Ege Denizi'nde ise Oniki Adalar dışında kalan adaları kendi topraklarına katarken, Osmanlı Devleti, Girit üzerindeki Yunan egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır.

Balkan Savaşları ile büyük toprak kaybedilmiş olması ve askeri yenilgilerin yanı sıra ekonomik ve siyasi dengesizliklerin yaratmış olduğu toplumsal huzursuzluklar, yeni yönetimsel düzenlemelere gidilmesini gerektirirken, kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman halklara ilişkin hakların garanti altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine, Osmanlı Devleti ve Yunanistan arasında 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması imzalanmış ve Yunanistan, sınırları içerisinde kalan Türk/Müslüman azınlıklar konusunda önemli yükümlülükler altına girmiştir.

Bir diğer açıdan bakıldığında, Balkanlardaki ulusçu yaklaşımların bağımsızlık tabanında gelişmeye başlaması ve Osmanlı toplumsal yapısının  dağılmaya başlaması, gündeme, dağılan toplumsal sistemin yeniden nasıl düzenlenebileceğine ilişkin tartışmaları getirmiş; bu bağlamda, Osmanlı Devleti'ndeki asıl yönetici kesim olan Türklerin ulusal kimlik arayışları tartışılmaya başlanmıştır. Dağılan yapı içerisinde, Avrupa'daki gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, bu gelişmelerin etkisinden kurtulamamış ve ikili bir kimlik bunalımı içerisine girmiştir; bunlardan birincisi, uluslaşma bilinciyle birlikte ortaya çıkan ve tartışılmaya başlanan Osmanlı kimliği -giderek Türk kimliği arayışı, diğeri ise, Avrupa'da yaşanan teknolojik yeniliklerle desteklenen bir toplumsal yapının özlemi içerisinde tartışılmaya başlanan Batılılaşma -çağdaşlaşma çabalarıdır.

Gerçekten de,

"Osmanlı insanının kimliği yüzyıllar boyunca 'İslam kimliği' olarak yaşanmış ve uzun süre Batı'da doğan milliyetçi akımlardan etkilenmemişti. Bu akımların ilk etkilerini Müslüman olmayan ve bu yüzden yönetici zümrenin dünya görüşü ile özdeşleşmeyen Osmanlı ulusları arasında göstermesi son derece doğaldır. Bununla beraber Osmanlılar için de böyle bir akımın dışında kalmak söz konusu olamazdı. XIX. yüzyılın ulusal akımları 'ırk' ve 'etni' kavramları çerçevesinde bir araştırma başlatmışlardı. Bu araştırmalar, sinoloji ve Türkoloji çalışmaları çerçevesinde XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılara ulaşmıştı. Bununla beraber Osmanlıların İslamcı kimlikten ulusal kimliğe geçişleri, İmparatorluğun özel koşullarından doğan güçlüklerle doluydu. (...) Gerçekten Telhis'te Osmanlılar bir yandan Batı'yı yaratan Musevi-Hıristiyan kutsal tarihi oluşturan efsanelerle Yafes'e ve Hazreti Nuh'a bağlanırken; öte yandan da Moğollarla ve Doğu'lu ırklarla bağlanmaktadırlar." [201]
Geleneksel Osmanlı toplumsal yaşamı içerisinde Türkler, bir yandan İslam uygarlığını yaymalarından ötürü övgüye layık görülürken diğer taraftan, Türk kavramı, küçültücü anlamda, uygarlığın gerisinde kalmış, yerleşik olmayan, göçebe yaşayan toplulukları nitelemede kullanılmıştır."XIX. yüzyılın başlarından itibaren dini inanç temeline dayanan Osmanlı kurumları giderek işlevlerini ve saygınlıklarını kaybetmişler. Askeri yenilikler, iktisadi ve mali çöküntüler ve iç huzursuzluklar bu gelişimde başlıca rolü oynadı.  (...) Batı'da geleneksel düzenden, modern toplumlara geçiş; evrim ya da devrim yoluyla burjuva sınıflarının aristokrasiyi tasfiyesi sayesinde mümkün olmuştur. Soylu sınıftan yeni iktidar yapısıyla uzlaşanlar, ancak eski ayrıcalıklarını kaybederek ve en iyi durumda 'burjuvalaşarak' bunu sağlayabilmişlerdir. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nda 'modernleşme' denilen değişikliklerin farklı niteliği burada kendini gösteriyor. Osmanlı düzenini başta sultan ve sadrazam olmak üzere geleneksel yönetici zümre 'değiştirmek' istemiştir." [202]

Gerçekten de Osmanlı Devleti içerisindeki modernleşme eğilimi yüzeysel kalmakla birlikte, asıl olarak, yönetici kesimin yoğun çıkar ilişkileriyle bağlı olduğu düzenin çöküşünü önlemek için tepeden gelen istekler sonucunda gündeme gelebilmiştir. Modernleşme eğiliminin Batı'da olduğundan farklı bir şekilde Osmanlı Devleti'nde ortaya çıkması, T. Timur'un da belirtmiş olduğu gibi, ulusal bir burjuvazinin oluşmamış olmasından çok Müslüman bir burjuvazinin kurulamamış olmasına dayandırılabilir. Osmanlı Devleti'nde ekonomik yaşamdaki etkinlikleri elinde bulunduranlar Hıristiyan ve Yahudi burjuvazi olmuştur. Yönetici kesimin Türklük kavramından çok Osmanlılık kavramına önem vermesi karşısında; "cemaatçilikten ulusçuluğa geçildiği ve modern ulusların kurulduğu bir dönemde reformcu kadrolar, Müslüman yönetici zümre ile Hıristiyan-Yahudi burjuvazinin sentezinden oluşmalıydı. Böyle bir sentez ise ister istemez Osmanlı kast ayrıcalıklarını ortadan kaldıran ve kanun karşısında eşit bir vatandaş statüsü yaratan laik bir hukuk düzeni gerektiriyordu. Ne var ki Şeriat düzeni Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar ciddi bir tehditle karşılaşmamış ve varlığını korumuştur." [203]

Bununla birlikte,  XIX. yüzyılda dini inançlardaki eski katılığın giderek kaybolmaya başlaması, Müslüman olmayan burjuvazi ile Osmanlı yönetici sınıfı arasında bir statü değişikliğine gidilmesine olanak verecek bir ortam yaratabilmiş, ancak bu fırsat elden kaçırılmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisini Osmanlı Devleti'nde sürmekte olan "millet" sistemini destekleyerek kendi çıkarlarını korumaya çalışan Batılı devletlerin yoğun baskıları oluşturmuştur.

Çöküş süreci içerisinde Osmanlı Devleti'nde yönetici kesim ve aydınların değişim sorununa yaklaşımları, Müslümanlıkla yoğrulmuş bir kültürel yapı üzerinde kendini göstermeye başlamıştır. Bir yandan modernleşme çabaları diğer yandan da Türklük-Osmanlılık kimliğinin yeniden kazanılmaya çalışılması ve aynı zamanda, İslamiyetin köklü değerlerinin korunması. Böylesi bir seçenekler düzeni karşısında Osmanlının yönelimi, Batılı bir reform anlayışı ile çağdaş bir düzene ulaşmak oldu. Ancak, böylesi bir yönelim içerisinde yapılması gereken İslamcılık ve Türklük anlayışının uyum içerisinde birleştirilmesi gerçekleştirilememiştir. Giderek, Osmanlı kimliğinden kurtulmaya çalışan Türkler, uluslaşma çabaları sırasında Batı'da olduğu gibi kültürel değerlerden hareket edeceğine, ulusal kimliğini ırk ve etnik kavramlara dayandırmanın yollarını aramış ve bu arada kendi kültürünün bir parçası olan İslam dininin etkisini görmezden gelmeye başlamıştır. 
  
 


192- Bernard Lewis bu ayrımı coğrafi ve iklim boyutunda değerlendirmektedir:"... Müslümanlar dünyayı nasıl ayırmaktaydı? Bunu, biri coğrafi öbürü aynı anda dini ve siyasi olmak üzere iki yoldan yapmaktaydılar. Arapça, Farsça, Türkçe ve öteki İslam dillerinde yazılmış coğrafya literatürü dünyayı ayırmada 'iklim'leri esas almaktaydı. Ama klasik Müslüman yazarlar, modern çağda bizim yaptığımız gibi,  bu ayrımlara ırki, kültürel ve hatta tarihsel özellikler yükleme hatası işlememekteydi. Onların 'iklim'leri bütünüyle coğrafi niteliktedir ve herhangi bir biçimde dini, kültürel, etnik ya da siyasal çağrışımlar taşımamaktadır. Müslümanlara göre, dünyada önemli ve etkili olan ayrım çizgisi İslamiyetin hüküm sürdüğü topraklar ile henüz bu safa katılmamış olan yerler arasındaydı. Asya ve Afrika kıtalarındaki ilerleyişleri sırasında, Müslümanlar önemli askeri güçle ve ciddi bir dinsel rakiple karşılaşmadılar. Avrupa'da ise bunların her ikisiyle karşı karşıya geldiler; dolaysıyla, cihadın, hem kuram hem uygulama bakımından Hıristiyanlık alemiyle mücadelede temel ilgi alanının Avrupaya ait çeşitli sahalarda olması şaşırtıcı değildir."  Bernard Lewis, Çatışan Kültürler- Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt yayınları, 1997, ss. 46-47. 
193- S. Tanilli, Yüzyılların.., s. 362. 
194- S. Tanilli, Yüzyılların.., s. 362. 
195- N. Svoronos, Çağdaş Hellen.., s. 27. 
196- Ulus devletin oluşum sürecine ilişkin olarak yapmış olduğu değerlendirmede Tekeli şu yorumu yapmaktadır; "Bir ülkeyi hayal etmenin sınırlarla birlikte başladığı söylenebilir... Ulus-devletin uluslararası camiada geçerli değerle açısından meşruiyetinin ayrıca kurulması gerekir. Bunun için ise hayal edilmiş ve buna bağlanmış kişilerin oluşturduğu bir topluluk bulunmalıdır. Bu topluluk ulus olma iradesini gösterebilmeli ve bu amaçla çatışmayı göze alabilmelidir. 
  Bir topluluğun hayal edilmiş olması beraberinde bir ülkenin hayal edilmesini gerektirmektedir. Ama hayal edilmiş olmak, bu ülke üzerinde hayal edilen ulus-devletin egemenliğini garanti etmez. Eğer hayal edilen topluluk ve onun ülkesi ile gerçekte egemenliğin sürdürüldüğü sınırlar tutarlı ise, bu ülkenin bu ülkenin ideolojisi saldırgan olmayacak, barışçı bir politika izleyebilecektir. Ama hayal edilen memleket, var olan sınırların ötesine uzanıyorsa, bu saldırgan bir ulusçuluk ideolojisine kaynaklık edecektir. Başına pan nitelemesini konduran tüm ulusçuluklarda olduğu gibi. Hayal edilen bir topluluk ve hayal edilen bir ülke olmasına karşın, bu topluluğun egemenliğinde olan bir ülke bulunmuyorsa, bu ülkeyi hayal edenler başka ülkelerde yaşayarak ulusçuluk ideolojisini taşıyorlarsa, onlar diyaspora ulusçuları olacaktır." İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1998, s. 113. Bu durumda Yunan ulusçuluğunun somutlaştığı "Megali İdea" ile Türk ulusçuluğunun somutlaştığı "Ulusal Ant"ı daha doğru değerlendirmek mümkün olabilecektir. 
197- B. Oran, Türk-Yunan.., ss. 32-33. 
198- Taner Timur, "Osmanlı Mirası," Geçiş Sürecinde Türkiye, Der. İ.  C. Schick ve E. A. Tonak, İstanbul: Belge Yayınları, 1990, s.22. 
199- T. Timur, "Osmanlı Mirası".., s. 27. 
200- N. Svoronos, Çağdaş Hellen.., s. 52. 
201- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., ss. 78-79. 
202- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., ss. 160-161. 
203- T. Timur,  Osmanlı Kimliği.., s. 163.

Sayfa 3 / 5

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik