İKİLİ İLİŞKİLER
  • Üyelik

KARŞILIKLI ALGILAMALAR
Lozan Barış Antlaşması ile Kurulan Denge ve Dengenin Bozulması


Lozan Barış Antlaşması ile kurulan dengede meydana gelen tek yanlı statü değişikliği birbirini izleyen iki önemli gelişmeyle ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki 1947 Paris Barış Antlaşması ile Ege Denizi'nde İtalya'nın egemenliğinde olan Oniki Adalar'ın Yunanistan'a devredilmesi, diğeri ise 1950'lerin başından itibaren Kıbrıs'ın İngiltere'nin egemenliğinden çıkacağının ilk işaretlerinin görülmeye başlanması olmuştur.

1947 yılında Oniki Adalar'ın İtalyan egemenliğinden alınarak Yunanistan'a verilmesi sonucunda ortaya çıkan Yunan ulusal sınırlarının genişlemiş olması durumu, yalnızca Ege Denizi'ndeki egemenlik statülerinin yeniden gündeme gelmesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda, ulusal sınır değişikliklerinin gerçekleştirilebilir olduğunu göstererek, Kıbrıs'a ilişkin gelişmelerde de görüldüğü gibi, kimi ulusal beklentileri yeniden tartışılır hale getirmiştir.[215] Daha önceki bölümlerde de değinmiş olduğumuz gibi, Oniki Adalar'ın Yunanistan'a verilmesinden kısa bir süre sonra Yunanistan'da aşırı ulusçu çevrelerde Kıbrıs'a ilişkin isteklerin tartışılmaya başlandığı görülmektedir. Benzer istekler, İngiliz egemenliği altındaki Kıbrıs'ta da kendini göstermekle birlikte, İngiltere'nin Akdeniz ve Ortadoğu'daki etkinliğinin azalmasına koşut olarak adaya bağımsızlık tanınması ve/veya Yunanistan'a bağlanması konusunda tartışmalar sergilenmeye başlamıştır.

Kıbrıs konusundaki statü değişikliğinin tartışılmaya başlanması ve Yunanistan'ın, Kıbrıs'ın geleceği üzerinde hak iddiasıyla ortaya çıkarak konuyu uluslararası alanda gündeme getirmesi, Türkiye ve Yunanistan arasındaki stratejik dengeyi altüst eden bir gelişme olmuştur.

Türk ve Yunan ulusçuluğunun devreye girmesiyle birlikte, kısa sürede, hem Yunanistan hem de Türkiye, Kıbrıs konusunda isteklerle ortaya çıkmaya başlamıştır. Adanın geleceği üzerinde taraflar arasında yoğun propaganda savaşının yapılmakta oluşu, karşılıklı çıkar çatışması ile birlikte suçlamalara da yol açmış, kısaca eski düşmanlıklar yeniden ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, 1950'li yıllar hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de, Kıbrıs konusuyla gündeme gelen ulusçu toprak istemlerinin ideolojik, siyasi ve hukuksal temele oturtulmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur.

1960'lı yıllar, Türkiye ve Yunanistan'ın doğrudan doğruya bir sıcak çatışmanın içine girmekten kaçındıkları bir dönem olmakla birlikte, iki ülke de böylesi bir olasılık için önceden hazırlanmaya başlamıştır. Nitekim, 1963-64  ve 1967 yıllarında Kıbrıs'ta Türk ve Rum toplumları arasında yaşanan gerginliklerde Türkiye ve Yunanistan'ın izlemiş olduğu politikalar, tarafların sıcak bir çatışmayı "henüz" göze alamadıklarını göstermiştir. Gerginlikler, kimi sınırlı askeri girişimlere rağmen siyasi yollardan giderilebilmiştir. Bununla birlikte, hem Yunanistan hem de Türkiye, bu olasılığı dikkate alarak askeri ve siyasi açıdan hazırlıklara girişmişlerdir.

1970'li yıllar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışmacı karakterdeki ilişkilerin çeşitlenerek karmaşıklaştığı yıllar olmuştur. Artık, hem Türkiye hem de Yunanistan için karşı taraf, ulusal çıkarlar, toprak bütünlüğü, ulusal güvenlik açısından potansiyel bir tehlike ve tehdit unsurudur. Bu yaklaşım, ulusal kamuoylarının görüşlerine de dolaylı ve/veya doğrudan yansımış ve her iki ülkede de sorunlar katı bir ulusalcı yaklaşımla ele alınmaya başlanmış; karşı tarafın hemen her hareketi kuşku ve güvensizlikle karşılanmıştır. Ulusal duyguların yoğun etkisi ve kamuoylarının konuya büyük ilgi duyması, konunun kolaylıkla bir iç politika malzemesi olarak kullanılabilmesine olanak sağlarken, hem Yunanistan hem de Türkiye'de sorunları gerçek yönleriyle doğru olarak algılayarak ortak çözüm yolları önerebilen ender girişimler de sonuçsuz kalmıştır.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasında var olan çözümsüzlüğü ve uzlaşmazlık konularına kolaylıkla çözüm bulunamamasını, iki ülke arasında  yeni bir dengenin kurulması çabaları çerçevesinde değerlendirmek olasıdır. Yunanistan'ın Kıbrıs'ı kendi egemenliği altına almak istemesinin tartışıldığı 1950'lerin ulusal/uluslararası koşulları, bu yöndeki isteklerin gündeme getirilebilmesine olanak sağlamakla birlikte, Türk-Yunan dengesini bozmuş ve iki ülkeyi bir çatışmaya sürüklemiştir. Artık 1980-90'lı yıllar, yeni bir uluslararası sistemin koşullarını geçerli kılmıştır ve bu koşullar altında ne Türkiye ne de Yunanistan'ın Kıbrıs üzerinde tek başlarına egemenlik kurabilmesi mümkündür. Sorun, tarafların bunu ne ölçüde anlayabildikleri ve dış politika kararlarına, görüşlerine yansıtabildikleri noktasında toplanmaktadır.

Dolayısıyla, son dönem Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs sorununa ilişkin görüş ayrılıkları büyük ölçüde iki ülkenin çıkarlarının nasıl dengelenebileceğine yöneliktir. Bu durum özellikle adada yaşayan iki toplumun egemen eşitliğinin kabulü ve kurulacak statünün devamını güvence altına alacak garanti ve garantörler söz konusu olduğunda daha da belirginleşmektedir. Bu bağlamda  adadaki Türk toplumunun Rum toplumu ile eşit haklara sahip bir ortak olarak görülmek istenmemesi ve garantinin AB şemsiyesi altında bir Türk azınlık yaratılarak sağlanılmaya çalışılması doğal olarak Türk toplumunun ve Türkiye'nin tepkisini çekmektedir.

Türkiye, Yunanistan ile olan sorunları içerisinde Kıbrıs konusunda duyarlılığını vurgularken hareket noktası Yunanistan'ın Kıbrıs'a tek başına egemen olmasını önlemek politikasıdır.  Böyle bir politikanın izlenmekte oluşunu gerekçelendiren faktör ise doğrudan doğruya Yunanistan'ın dış politikasına egemen olan diyaspora anlayışıdır. [216] Lozan Barış Antlaşması ile kurulan dengenin 1950'li yıllara değin korunabilmiş olmasında Türk yöneticilere hakim olan Yunanistan artık Megali İdea'dan  vazgeçti düşüncesi önemli ölçüde etkili olmuştur. Nitekim, Yunanistan'da hükümetler zaman zaman Megali İdea'nın artık gerçekleştirilmesi imkansız bir düş olduğunu belirttikleri görülmüştür. Fakat bu politikaya yeniden dönüş, Türkiye'nin dış politikasında ve ulusal güvenliğine ilişkin tehdit önceliklerinde yeniden Yunanistan'ı bir tehdit öğesi olarak görmelerine zemin hazırlamıştır. 
  
 


215- Bu tür beklentilerin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı durumlarda da Türkiye'de olduğu gibi ulusal hükümetlere yöneltilen eleştiriler ve suçlamalar ortaya çıkmıştır. Bu konuda bkz; Yılmaz Altuğ, "İkinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Yunanistan'a Verilen Adalar Meselesi", Altıncı Askeri Tarih Semineri Bildirileri I İkinci Dünya Harbi ve Türkiye ( 20 - 22 Ekim 1997 - İstanbul), Ankara: Genelkurmay ATASE Yayınları, 1998, ss.517-523; Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar - Yorumlar, Cilt I, Ankara: TTK  Yayınları, 1980, ss-226-232. 
216- Yunanistan Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanmış olan White Paper for Armed Forces isimli çalışmada Yunan kökenli insanların coğrafi dağılımı  incelenirken Yunanistan'da silahlı kuvvetlerin amaçlarından biri olarak bu insanların  Yunanistan ile olan bağlarının korunması ve geliştirilmesi için her türlü çabanın harcanacağı vurgulanmaktadır. Bu bağlamda Kıbrıs'a yaşayan Rumlara ilişkin olarak da tarihsel sorumluluklarının bulunduğu vurgulanmaktadır.

Karşılıklı Niyetlere İlişkin Algılamalar


Türk - Yunan ilişkilerinde yaşanan karşılıklı güvensizlik ve önyargılar iki ülke arasındaki sorunlara çözüm bulunabilmesini güçleştirmektedir. İki ülkenin de birbirleri hakkında bazı önyargılara sahip olmaları, sorunların karmaşıklığı ile birlikte, çözüme yönelik çabaların başarısız kalmasına, hatta, yeni sorunlar doğmasına yol açabilmektedir.

Lozan Barış Antlaşması ile kurulan denge çerçevesinde, ulusal topraklarının sınırına ulaştıklarını kabullenmiş olan Türkiye ve Yunanistan, birbirlerinin topraklarında gözü olmadığını açıklamaktan çekinmemişlerdir. Elbette, bu durumu kabullenmek hem ulusal hem de uluslararası koşulların bir gereği olarak oluşan dengenin sonucudur. Bu çerçevede, Türkiye ve Yunanistan, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar birbirlerini ulusal güvenlikleri ve toprak bütünlüğü açısından bir engel, potansiyel bir tehdit unsuru olarak görmemişlerdir. Bütün dönem boyunca, Türk ve Yunan çıkarlarının karşılıklı dostluk ve işbirliğini gerektirdiği üzerinde görüş birliği içerisinde olmuşlardır. Yunanistan'da Venizelos'un Yunan dış politikasının gelenekselleşmiş ögesi durumundaki "Megali İdea"nın artık gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal olduğunu benimsemiş olması ve Ulusal Ant ile belirlenmiş sınırlar içerisinde kurulan Türkiye'nin, bölgede revizyonist istekler sergilemeyeceğini, komşularıyla dostluk ve işbirliği içerisinde olmaya özen göstereceğini açıklaması, iki ülkenin bölgede kurulan statükodan yana bir dış politika çizgisi üzerinde işbirliğine gidebilmelerine zemin hazırlamıştır.

Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'ndan  kısa bir süre sonra, 1950'li yıllara gelindiğinde, Türkiye ve Yunanistan  arasındaki  ilişkilerin savaş öncesi döneme göre belirgin farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Gerçi ulusal güvenlikleri ve toprak bütünlükleri açısından Sovyetler Birliği'nden duyulan korku bu iki ülkeyi Batı yanlısı bir dış politika izlemeye ve NATO ittifak sistemi içerisinde yer almaya yöneltmiştir; ancak, özellikle bölgede Türkiye ve Yunanistan arasında kurulmuş olan statünün değişmesine neden olan önemli bir değişim yaşanmıştır. Bu değişiklik, Lozan'la kurulmuş olan Türk - Yunan ulusal sınırlarının tek yanlı olarak yeniden düzenlenmesi sonucunu doğurduğundan iki ülke arasındaki egemenlik yarışını yeniden başlatacak bir girişim olarak değerlendirilebilir. 

KARŞILIKLI ALGILAMALAR

 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlığın iki ülke arasında çıkabilecek bir savaş riskini taşımakta oluşu, bu ülkelere dış politika kararlarını belirlerken diğer ülkenin davranışlarını bütün yönleriyle dikkate alma zorunluluğunu yüklemektedir.

Türk - Yunan ilişkileri açısından algılamalar, ayrı bir önem taşımaktadır. Bu ülkelerin uzlaşmazlıkların niteliklerine bağlı olarak, birbirlerinin her davranışından kuşkulanması ve bunun sonuçta, sert tepkilere dönüşebilmesi, dış politika kararlarına yön verirken, stratejiler ve taktikler saptanırken, birbirlerinin davranışlarına ilişkin bilgileri  doğru ve tam anlamıyla algılamalarını, gerçekçi davranmalarını gerektirmektedir. Tarafların aldıkları kararların uygulamada istenen sonucu verip vermeyeceği algılamaların tutarlılığına bağlıdır.

Türk - Yunan ilişkilerinin genel süreci içerisinde çözümsüzlüğün sürmesine neden olan asıl faktörlerden birisi olarak, bu konunun ağırlıklı olarak etkide bulunduğu söylenebilir. Kıbrıs sorunuyla başlayan ve diğer sorunlarla katmerleşen uzlaşmazlıklara her iki tarafın çıkarlarını da tatmin eden bir çözümün bulunamamasında tarafların gerçek görüşlerine ilişkin ciddi kuşkular taşımalarının etki ettiği söylenebilir. Çözümsüzlüğü derinleştiren bu durum, hem Türkiye hem de Yunanistan açısından, diğer tarafın görüşlerini yanlış veya eksik algılamasının bir sonucudur. Ayrıca bu çözümsüzlüğü artıran bir başka etken olarak taraflar arasındaki iletişim eksikliğinin olumsuz etkilerinden de söz edilebilir. Bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz tarihsel öğelerin ilişkilere getirmiş olduğu olumsuz yapılaşma, özellikle dış politikaya ilişkin karar alma sürecinde karar alıcının konuya ilişkin imaj ve algılamasına şekil vermekte, bir başka deyişle, karar alıcının bu süreç içerisinde rasyonel davranabilme yetisini engellemektedir.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki  uyuşmazlık noktalarına ilişkin olarak süren iletişimsizlik ve çözümsüzlük, diğer bir dizi etkenle birlikte, tarafların birbirlerinin dış politika davranışlarını değerlendirirken etkisinde kaldıkları olumsuz imaj ve algılamalarından kurtulmalarına bağlıdır. Elbette, bunun başarı şansı, büyük ölçüde bu uygulamaların ulusal kamuoylarına benimsetilmesine bağlıdır.

Türk - Yunan ilişkilerinde karşılıklı algılamaların dış politika kararlarına yansıma şekli özellikle, birbirleriyle ilintili iki  açıdan incelenebilir; bunlardan birincisi, tarafların birbirlerinin gerçek niyetlerine ilişkin algılamaları, diğeri ise, tarafların ulusal kişiliklerine ilişkin algılamalarıdır. 

TARİHSEL NEDENLER
(devam)


Osmanlı Devleti XX. yüzyıla gelindiğinde hala "Batılılaşma" ve kimlik bunalımı içerisinde, içsel ve dışsal sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde, aynı zamanda bir başka ikilem daha yaşanmaktadır; bir yandan Türklük anlayışı benimsenmeye çalışılırken diğer yandan da Osmanlı toplum düzeni olan millet anlayışı sürdürülmeye çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti emperyalist devletlerin saldırısına uğrarken işte bu kimlik bunalımı içerisinde bulunmaktadır.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti'ne kabul ettirilen barış, gerçekte bu devletin egemenliği altındaki toprakların İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi emperyalist devletler tarafından parçalanmasını sağlamak üzere düzenlenmiş bir geçiş dönemi niteliğini taşımıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra Avrupa'da barışın ve geleceğin düzenlenmesi ve uluslararası düzenin yeniden kurulması için Paris'te, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD temsilcileri arasında yapılan toplantılarda, Osmanlı Devleti'nin egemenliği altındaki toprakların nasıl paylaşılacağı  ve bu devletten ayrılacak topraklar üzerinde kurulacak yeni devletlerin statülerinin ne olacağı konusu karara bağlanmaya çalışılmıştır. Anadolu'nun güney ve batısında yer alan toprakların İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılması konusunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, giderek Anadolu'nun hızla işgal edilmesine yol açmıştır. İtalyanların Paris Barış Konferansı sırasında yapılan kimi gizli anlaşmalarda Avrupa'da kendisine verilen yerleri daha sonra alamaması bu devletin tepki olarak Anadolu'da hızlı bir işgal hareketine girişmesine neden olmuş ve özellikle İngiltere, Anadolu'nun batı kıyısının ve özellikle İzmir ve çevresinin İtalya'nın eline geçmesini istemediğinden bu bölgelerin Yunanistan tarafından işgal edilmesine destek vermiştir. Sonuçta, Yunanlılar, 15 Mayıs 1919'dan itibaren bölgeyi işgale başlamışlardır. [204]

Yunanistan'ın, özellikle İngiltere'nin etkisinde kalarak Anadolu'ya karşı girişmiş olduğu işgal hareketi, bir yandan bu ülkenin "Megali İdea" olarak adlandırılan geleneksel dış politika amacını gerçekleştirebilecek önemli bir fırsat olarak sunulurken, İngiltere ve Yunanistan'ın ortak bir çıkar etrafında birleşmiş olmasında en önemli öğe, İngiltere'nin bölgedeki stratejik çıkarlarını korurken kendi insan kaynaklarını ve gücünü riske atmış olmaması noktasında toplanmıştır. Bu bağlamda, İngiltere, bölgedeki çıkarlarının sağlama alınması ve korunması için Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırmasına destek verirken bu ülkenin insan gücünden ve stratejik olanaklarından yararlanmak istemiştir.

Ancak İngiltere'nin gözden kaçırmış olduğu önemli bir faktör ve Türk ulusal kurtuluş savaşının başarı şansını artıran bir etken, Anadolu'da Yunanistan'a karşı duyulan köklü tepkinin tam olarak algılanamamış olmasıdır. Dönemin gerçekleri göz önünde bulundurulursa, Anadolu insanı, topraklarının İngilizler tarafından işgal edilmesine ve bu devletin mandaterliğinde yaşamaya hazırdır; öylesine ki, bu dönem yazınında ve düşününde pek çok kişi, Anadolu'nun parçalanmamasını, İngiltere veya ABD'nin mandaterliğinde bırakılmasına ilişkin görüşleri savunabilmiştir. Bu yaklaşım, etkinliğini ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi sırasında da göstermiş ve ulusal önderler uzun uğraşlar sonunda bu yaklaşımların üstesinden gelerek bağımsız bir Türkiye'nin kurulması için gereken yapılaşmayı oluşturabilmişlerdir.

Anadolu'ya saldırı hareketi ve Sevr Antlaşması ile uygulatılmak istenen paylaşım, İngiltere'nin desteklediği, ancak gerçekte, Türk ve Yunan halklarının karşılıklı olarak mücadele verdiği bir savaşım niteliğindedir. Yunanlılar için bu savaş "Megali İdea" ile vaat edilen topraklar üzerinde büyük Yunanistan'ın yeniden kurulması çabası iken, Türkler için -başlangıçta farklı bir nitelik taşısa da- bir ulusal kurtuluş savaşı niteliğindedir. [205] Yunanistan'ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkış, Osmanlı Devleti'ne karşı yürütülen uzun savaşımlar sonucunda gerçekleşirken, bu kez, bağımsız bir Türkiye'nin kuruluşu, Yunanistan'a karşı verilen bir savaşımın sonucunda gerçekleşmiştir. Ancak bir farkla ki Yunanistan, bu savaşımı İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin desteğiyle  başarırken Türkiye bu savaşımda yalnızdır.

Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması, Türk ve Yunan ulusçuluğunun karşı karşıya geldiği ve düşmanlık duygularının kökleşmesine neden olan önemli bir olay olarak değerlendirilebilir. [206] Ulusal bağımsızlık savaşlarının halklar arasındaki ayrılıkları su yüzüne çıkardığı ve ayrımcılığı körükleyerek düşmanlıkları artırdığı, önce Yunan daha sonra Türk bağımsızlık savaşlarında da gözlenebilir. İlginç olan, bu iki halkın her iki savaş sırasında da karşı karşıya gelmiş olması, kazanan ve kaybedenlerin yer değiştirmesidir. Diğer yandan, Yunanistan'ın Anadolu'ya yönelik işgal hareketinin büyük bir yenilgiye dönüşmesi, Yunanistan açısından iç ve dış politikada yeni sorunlara ve önemli değişikliklere yol açarken büyük bir prestij kaybına neden olmuştur. Buna karşın Türkiye, ulus bilincinin yerleşmesinde Yunanistan'a ve diğer emperyalist devletlere karşı vermiş olduğu bu savaşımın kazandırmış olduğu saygınlık ve bilinçlenmeden yararlanmıştır.

Bir başka açıdan, Yunanistan'ın Anadolu'yu işgal hareketi, Anadolu toprakları üzerinde bir arada yaşayan farklı etnik/dinsel topluluklar arasında çatışmalar doğmasına neden olmuştur. Yunanistan'ın işgal hareketine destek veren Anadolu'daki Rum ve Ermeni toplulukları ile Türk halkı arasında dostluk ve dayanışma bir anda düşmanlığa dönüşmüştür. Gerek Balkan Savaşları gerekse Yunanistan'ın Anadolu'yu işgali ile yaşanan kitlesel kırımlar, halklar arasındaki düşmanlık duygularını keskinleştiren acı deneyimler olmuştur. [207]  İşgal hareketine destek veren bu toplulukların ulusal kurtuluş hareketine karşı ayaklanmalara başlaması bir yandan işgale direnmeye çalışan  Ankara Hükümeti'ni bu ayaklanmaları bastırmakla uğraştırırken diğer yandan, alınan önlemlere karşın, karşılıklı olarak şiddet eylemleri, yağmalama, katliamlar söz konusu olmuştur. [208]

Savaş sonrası dönemde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde en önemli sorunu iki ülke arasında yapılacak olan nüfus değişimi sorunu oluşturmuştur. [209] Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da toprak kayıplarına uğraması bir yandan kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman toplulukların azınlık statülerinin belirlenmesini ve garanti altına alınmasını gerektirirken, diğer yandan da her yeni toprak kayıbı ile Anadolu sınırlarında son bulan bir kitlesel göç dalgasının sosyoekonomik olduğu kadar siyasal çalkantılara neden olabilecek gelişmelere yol açmadan özümsenmesini zorunlu kılmıştır. Özellikle Balkan savaşlarından sonra, çok sayıda yeni ulus devletlerin bağımsızlıklarını ellerinde tutmaya başlaması, Türk/Müslüman kökenli toplulukların daha önce yaşadıkları toprakları terk etmeye başlamasına yol açarken, Yunanistan ve Bulgaristan gibi devletlerde kalmayı tercih eden Türk/Müslüman halk bir azınlık durumuna düşmüş ve bunların sahip oldukları hakların belirli bir statü çerçevesinde korunması, garanti altına alınması gerekmiştir. Ulus devlet anlayışının coğrafi bir bütünlük içerisinde gerçekleşebileceği inancının yaygınlaşmasına koşut olarak, yeni bağımsızlığını kazanmış olan devletler ile Osmanlı Devleti arasında önemli oranda kitlesel göçler yaşanmıştır. Türk/Müslüman toplumunun Avrupa ve Balkanlardaki eski etkinliklerini kaybederek bir azınlık durumuna düşmüş olması, sonuçları ve etkileri bakımından günümüzde de süren bir etnik/dinsel gerginliğin kaynağını oluşturmuştur. Öyle ki, yalnız Balkan ülkelerinin sınırları içerisinde bir azınlık olarak yaşayan Türk/Müslüman topluluklar açısından değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin çok dinli ve çok uluslu yapısının Balkanlardaki doğrudan yansımasının bir sonucu olarak, hemen bütün Balkan devletlerinde bir azınlıklar sorunu süregitmektedir. Türk - Yunan ilişkileri açısından bu durum, özellikle karşılıklı kitlesel göçlerden sonra, her iki ülke  sınırları içerisinde kendi istekleriyle ve/veya istekleri dışında alınan kararlar sonucunda yerleşmişliklerini sürdüren etnik/dinsel azınlıklar ve bunların statülerinin garanti altına alınması konusunda gündeme gelmektedir.

Bu sorun bir yandan Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı ile İstanbul Rumlarının statülerinin belirlenmesini içerirken diğer yandan da savaşla birlikte Türkiye'den Yunanistan'a, Yunanistan'dan Türkiye'ye kendi istekleri veya zorla göçmüş olan insanların hak ve statülerine ilişkin olarak ortaya çıkmış; iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarına kaynaklık etmiştir.

Değişime tabi tutulan insanlar her iki tarafta da sorunlara neden olmuştur. Türkiye açısından sorun, daha  çok değişim sonucunda Türkiye'ye göçmek zorunda kalan insanların Yunanistan'da kalan maddi varlıklarının tazmini ve Batı Trakya'da değişim dışı tutulan Müslüman/Türk azınlığın sahip olacağı statünün güvence altına alınmasına ilişkin olmuştur. Yunanistan açısından ise, sorun daha çok Türkiye sınırları içerisinde mümkün olabildiğince fazla oranda Rum nüfus bırakmak ve değişim ile Yunanistan'a göçen toplulukların Yunanistan'da toplumsal, ekonomik ve siyasal düzeni sarsmayacak bir şekilde yerleştirilmesi konusu üzerinde toplanmıştır.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki Ahali Değişimi sorununun, 1930 yılında giderilmesiyle birlikte, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem açmış, barış ve işbirliğine dayalı bir yakınlaşma yaşanmaya başlanmıştır. Her ne kadar bu dönemde ulusal liderler iki ülke arasındaki düşmanlıkların sürmesinin iki tarafın da ulusal çıkarlarını sarsacağı inancını taşısalar da halklar arasında yaşayan acı deneyimler, etkileri kolaylıkla unutulacak nitelikte olmamıştır. Savaşın acılarını kendi ailesi ve yakınlarından insanları yitirerek tatmış olan insanlar uzun süre bu acılarının etkisi altında kalmışlardır. Özellikle Yunanistan'da toplumun büyük bir kesimi Anadolu'da uğranılan bozgun sonrasında beklentilerinin gerçekleşmemiş olmasının  da acısını uzun süre taşımışlardır. Bu acı, kuşaktan kuşağa anlatılanlarla giderek bir öç alma duygusuna ve düşmanlığa dönüşebilmiştir.

Türkiye ve Yunanistan arasında, Balkan savaşlarıyla başlayan ve Türk ulusal kurtuluş savaşı ile son bulan bir süreç içerisinde yaşanan savaşların ve kitlesel göçlerin halklar arasındaki ilişkilere ve değer yargılarına yansıyan bir başka yönü ise, özellikle göçlerle doğup büyüdükleri topraklarını kaybeden insanların yeniden yerleştikleri yerlerde geçmişe büyük bir özlem duymaları ve kendilerini yeni topraklara ait hissedememeleri, yerleşik kültür ile göçen insanların kültürü arasında karşılıklı bir çatışmanın yaşanması olmuştur. Kültürel çatışma, üretim ilişkilerine ve ekonomik yaşama da yansımış ve yerli halk ile göçmen halk arasında gelir dağılımı açısından önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.

Bir başka açıdan ulusçuluğun yanı sıra Yunanlıların Ortodoks Kilisesi'ne mensup olmaları ve bu kilisenin Osmanlı Devleti'nin parçalanma süreci içerisinde Türk kurtuluş savaşı sırasında izlediği çizgi, Yunanlılara olduğu kadar Ortodoks kilisesine karşı da belirgin bir güvensizliğin doğmasına neden olmuştur. Nitekim Lozan Barış Antlaşması'nın hazırlanması sırasında Fener Ortodoks Rum Kilisesi'nin/Patrikhane'nin Türk sınırları dışına çıkarılması konusunda sert tartışmalar yapılmış ve sonuçta, Türkiye Patrikhane'nin İstanbul'da kalmasını kabullenirken, Patrikhane'nin Türk kanunlarına tabi olmasını ve sadece ruhani kimlik taşımasını ileri sürmüştür. Lozan'da Türk tarafının bu konuda özellikle ısrarlı olmasının nedeni, büyük oranda Ortodoks nüfusa sahip diğer ülkelerin sonradan Türkiye üzerinde baskı oluşturabilmek için Patrikhane'nin konumundan yararlanabilmelerini önlemek çabası olmuştur. Osmanlı Devleti'nin çöküş süreci, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için bir kıstas oluşturmuş ve kendilerini yeniden bu türden bir kısırdöngü içerisinde görmek istememişlerdir. Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması sırasında Patrikhane'nin Yunanistan'ın yanında yer alması, Türk ulusçuluğu açısından bir ihanet olarak değerlendirilmiş ve Yunanistan'ın yeniden bir toprak isteminde bulunmasının önlenebilmesi açısından, Rum toplumunun Yunanistan'a göç ettirilmesi ve bu toplumun dinsel liderliğini üstlenmiş bulunan Fener Ortodoks Kilisesi'nin ülke dışına çıkarılması düşünülmüştür. [210]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan dönemsel dalgalanmalara koşut olarak, geçmişte yaşananlar her ne olursa olsun iki ülkede de azınlıklar ve dinsel kurumlar karşı tarafın  görüşleri doğrultusunda hareket eden ve ilişkileri belirleyen temel öge olarak değerlendirilmekte, gerginliğin ve uzlaşmazlıkların faturası bunlara çıkarılmaktadır. 1950'lerin ikinci yarısından itibaren Kıbrıs'ta yaşananlar ve Kıbrıs'taki "Enosis" hareketinin  Kıbrıs Kilisesi tarafından desteklenmesi ve liderliğini de Başpiskopos'un yapmakta oluşu, Türk - Yunan  ulusçuluğu ve çıkarlarının çatışması açısından Rum azınlığın ve Patrikhane'nin statüsünü yeniden gündeme getirmiş, bunlara karşı duyulan güvensizlik giderek yüzeye çıkmıştır. Güvensizlik, karşılıksız kalmamış Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı da bundan nasibini almıştır.

Sonuç olarak, Türk - Yunan uyuşmazlığındaki etkileri açısından yaşanan ortak tarihin olumsuz etkileri, ilişkilerin genel yönelimini belirlemektedir. Bu tarih öylesine bir özellik göstermektedir ki, aynı toplumsal ve siyasal sistemin parçası durumundaki Yunan ve Türk halkları uluslaşma süreci içerisine girdiğinde başarılarını karşı tarafa yönelttikleri mücadelelerin etkinliği ile ölçmüş ve bağımsızlık bu mücadelenin sonucunda elde edilebilmiştir. Dolayısıyla, bağımsızlık savaşlarının uluslar-halklar arasında yaratmış olduğu karşılıklı düşmanlık burada da kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Türkler için Yunanlılar birlikte yaşadıkları halklara ve devlete "ihanet" etmiştir. Yunanlılar için ise, bu savaşım 400 yıl süren bir esaretten, yabancı egemenliğinden kurtuluş, sömürüye başkaldırıdır.

Oysa gerçekte, uluslaşma sürecine girerken Osmanlı Devleti'nin heterojen toplumsal yapısının bundan etkilenmemesi düşünülemez; uluslaşma hareketinin "Millet" sistemi içerisinde dinsel kimlikleri ile değerlendirilen azınlıklar içerisinde ilk olarak Yunan kökenliler arasında yaygınlaşması ise rastlantısal olmamıştır; bu insanların ekonomik, ticari ve kültürel olduğu kadar siyasi açıdan da dönemin gelişmelerine ayak uydurabilecek olanaklara sahip olması ve sahip oldukları olanakları değerlendirerek ulus bilincini kendi toplumsal yapılarına uygulamak istemeleri, dönemin giderek zayıflamakta olan Osmanlı ekonomik, askeri ve siyasi gücü karşısında ulus temeline dayanan bir bağımsız devlet kurma çabasına dönüşmüştür. Elbette ki bu dönüşüm içerisinde kendini Yunanlı olarak gören kişilerin bütünüyle ulus kavramına dayanarak hareket ettiklerini söylemek güçtür; nitekim, Yunan ulusunu birleştirici unsur olarak Ortodoks dinsel öğesi büyük rol oynamıştır.

Bu çerçeve içerisinde, Yunan bağımsızlık savaşımı sırasında din ve etnik kavramlar birbirini destekleyen kavramlar olarak aynı amaca ulaşmak için kullanılmışlardır. Aynı gelişimi Türk Kurtuluş Savaşı sırasında da görmek mümkündür; ulusal bağımsızlığı elde edebilmek için girişilen yoğun savaşım içerisinde halkın yabancısı olduğu ulus kavramına gönülden destek vermesi beklenmediğinden, kimi durumlarda savaşın asıl amacının düşman işgali altında olan İslam topraklarının ve Halife/Sultan'ın kurtarılması olduğu dile getirilerek halk desteği sağlanabilmiştir.

Günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginlik çerçevesinde ele alındığında hem dinsel hem de ulusal açıdan karşılıklı bir çatışmanın izlerinin hala sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Yunan bağımsızlık savaşımının etnik/dinsel niteliği, süreç içerisindeki mücadele yöntem ve olanakları dikkate alındığında, kendi karşıtı olarak niteleyebileceğimiz Türk ulusçuluğunun gündeme gelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla, bir anlamda Yunan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunun birleştirici öğesi ve destekçisi olmuştur.

Bu nedenle, günümüzde, özellikle azınlıklar konusunda yaşanan gerginlikler ve uygulamalar Türk - Yunan ulusçu/dinsel yapılaşması çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her iki ülkede yaşayan ve hakları, statüleri antlaşmalarla garanti altına alınmış bulunan azınlıkların etnik bir azınlık olduklarının tartışılmakta oluşu, hala katı bir ulusçu yaklaşımın sürmekte olduğunu göstermektedir. Azınlıkların "Türk" kimliğinin tanınmaması, bir isimlendirme sorunu, etnik bilincin tanınmaması sorunu olmaktan öte, günlük yaşamda azınlıklara ilişkin politikaların uygulanması sırasında ayrımcı ve kuşkulu bir yaklaşımın sergilenmesi açısından sorunlar yaratmaktadır.

Bu durum aynı zamanda azınlıkların bulundukları ülkede sahip oldukları "yurttaş" kimliği"ne ulaşıp ulaşamadıkları ve toplumla uyum sağlayabilmiş olmaları ile de ilgilidir. "Türkiye ve Yunanistan'da yaşamlarını sürdüren etnik azınlıkların 'etnik' yanlarının görmezlikten gelinmesinin önemi ve sonuçları çok büyüktür. Bu yol seçildiğinde artık bu azınlıkların kendi uluslarıyla olan yakınlığı kuşkuyla ve hoşnutsuzlukla karşılanmaktadır. Normal bir ilişki ve duygu anormal bir ilişki sayılmaktadır. 'Anavatanla' olan ilişkilere iyi gözle bakılmamakta, komşu ülkede yaşayan kendi uluslarının başarılarıyla sevinmelerine kızılmakta ve giderek bu azınlıklara 'beşinci kol' gözüyle bakılmaktadır. Azınlığın komşu ulusla olan yakınlığı anlaşılmaz bir davranış sayılmakta ve engellenmeye çalışılmaktadır. Zorlamalar karşı tepkileri doğurmakta, ilişkileri daha da kötüleştirmektedir. Sonunda azınlıkların sempatileri ve psikolojileri 'vatan ihanetinin' kanıtı sayılmaktadır." [211]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki tarihsel bağların günümüz ilişkilerine olumsuz yönleriyle yansımış olması, gerçekte, her iki ülkede de yaşanan bir demokratikleşme ve ekonomik gelişme düzeyi sorunudur. Bu bakımdan ele alındığında, yaşanan ortak tarihin ilişkilerde yaratmış olduğu ayrımcı etkileşim benzerlerinde olduğu gibi bu iki ülkenin de sosyo-ekonomik sistemini sanayileşme çerçevesine oturttukları zaman çözülmüş olacaktır. Demokratikleşme ve sanayileşme sürecinin başarıya ulaşması, toplumların değer yargılarını çağa ayak uydurmasında yeni seçenekler yaratabilecek niteliktedir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların giderilmesi için gereken çabaların başarı şansını önemli oranda etkileyen faktör bunların taraf ülke halklarınca ne ölçüde kabul gördüğüdür. Türk - Yunan ilişkilerinin dostluk ve işbirliğine dayalı olarak sürdürülmesine ilişkin olarak Lozan Barış Antlaşması ile gerçekleştirilen yapılaşma, büyük ölçüde iki ülke liderleri arasında oluşturulan yakınlaşma ile sınırlı kalmıştır. Nitekim, büyük ölçüde dışsal faktörlerin etkisiyle sağlanmış olan yakınlaşma iki ülke arasındaki sorunları tam olarak çözümleyememiştir. Bu bağlamda Türk - Yunan ilişkilerinin sıfır toplamlı bir ilişki düzeneği olarak sürdürülmesi, yani taraflardan bir kazanırken diğerinin kaybetmesi durumunda taraflar arasında önyargıların değişmesi beklenemez. [212] Çatışmacı bir ilişki düzeneğinde siyasi kadroların benimsemiş oldukları dostluk, barış ve işbirliğine dayalı ilişki kurulması yönündeki düşünceler ancak her iki tarafça geniş kitlelere benimsetildiğinde başarılı olabilmektedir. Lozan Barış Antlaşması sonrasında iki ülke arasında kurulan yakınlaşmanın her iki ülke yöneticilerine hakim olan bu anlayışla sağlanmış olduğu söylenebilir.

Nitekim, Başbakan İsmet İnönü'nün 13 Eylül 1928'de Malatya'da yapmış olduğu bir konuşmada ilişkiler şu şekilde değerlendirilmiştir;

"Yunanistan'la sorunlarımıza değineceğim, öncelikle söylemeliyim ki, iki ülke arasında sürekli sorun oluşturacak esaslı ve siyasi içerikte bir konu yoktur. Sürüncemede kalmış sorunlar geçen antlaşmalarla göz önünde bulundurulan ve genellikle şahısların çıkarlarına ilişkin hukuki konulardır. Gerçekte vatandaşların çıkarlarına ilişkin hukuki konuların sonunda antlaşmalarla ve hukuki olarak çözümlenmesi zorunluluğunu önemsiz görmek mümkün değildir. Fakat hukuki konuların taraflarda iyi niyet var oldukça sonunda çözümlenmesi gerekir. Biz bu iyi niyete ciddi bir şekilde sahibiz. Bay Venizelos'un son zamanlarda çeşitli söylevlerinden kendisinin ciddi bir arzu ilesürüncemede kalmış konuları çözümlemek istediği kanısını ediniyoruz. Ankara'dan hemen buraya hareket etmek üzereyken aldığım dostane mektubu ile de güvenim daha fazla güçlenmiştir. Bu arzular bizde samimi karşılık bulacaklardır. Aradaki konuları sürüncemede bırakmayarak pratik ve radikal bir surette çözerek yakınlık ve siyaset havasını aksaklıklardan kurtarmak, aksine istikrarlı bir güvene sahip bir hale getirmek benim de gerçekten arzumdur." [213]

Diğer bir açıdan ise, uzun süre hem Yunanistan'ın hem de Türkiye'nin demokratikleşme sürecine koşut olarak ülkesel bütün üzerinde geçerli olacak etnik/dinsel kimliği benimsetmenin sıkıntılarını yaşamış olmaları da dolaylı olarak ülkelerin dış politika kararlarını oluşturma sürecini etkilemiştir. Hala bazı yönleriyle sürmekte olduğunu söyleyebileceğimiz bu uygulamaya göre, hem Yunanistan hem de Türkiye, ulusal bağımsızlıklarını birbirlerine karşı vermiş oldukları savaşlar sonucunda elde ettiklerinden, diğer tarafı egemenliklerinin olası düşmanı olarak görmüş ve bu durumu, daha henüz ulusal egemenliğin tam olarak yerleşip benimsenmemiş olduğu bir yapılaşma içerisinde devlet eliyle halka benimsetmeye çalışmışlardır. Bu durum ise, ikili bir politikanın sürdürülmesini gerektirmiştir; içeride diğer tarafın düşman olduğu bilincini yerleştirmeye çalışan ve bunu sürekli olarak anımsatan yıl dönümü ve bayramlar, okullarda yine bu bilinci aşılayan eğitim yöntemleri; dışarıda ise, ülkesel bütünün stratejik çıkarları açısından liderler arası dayanışma ve işbirliği girişimleri. Ancak, ulusal devlet yaratma endişesiyle hareket eden liderler, doğrudan Yunanistan veya Türkiye'yi hedefleyen bir propaganda savaşı içerisine girmemiş; uygulamada bu anlayış, kendisinden başka diğer ulusları çıkarları açısından düşman olarak gören bir yaklaşımın yerleşmesine neden olmuştur. Vamık'a göre,

"Ne Türkler, ne de Yunanlılar eski kayıplarının yasını yeterince yaşamamışlar, önceki  travmaları halledememişler ve de her iki grup da diğer grupla ilgili olumsuz imgelerini modifiye edememiştir. Yunanlılar Türkokrasi'yi -Osmanlı egemenliğindeki Yunan yaşam koşullarını ortak algılama biçimleri- bugünkü kimliklerinin belirleyicisi yapmışlardır. Bu, hem zulüm, hem de hak kazanma duyarlığını artırır. Bugünkü Türklerle gerçek bir arkadaşlık kurma girişimleri bu durumu tehdit etmekte ve endişeye neden olmaktadır. Megali İdea'da dile getirilen hak kazanma duyarlığı sürdürülmelidir.Türk Bağımsızlık Savaşında Yunanlıların yenilmesinden sonra Türkler, Yunanlıların Megali İdea'ya bağlılığını retorik ve kesinlikle tehlikesiz olarak algılamışlardır. Bu algılama Yunanlıların Kıbrıs adasını anayurtları ile birleştirme girişimleri sonucunda kesinlikle değişmişti. Yunanlıların Ege Denizini Yunan gölüne çevirerek denizlerini genişletme isteği, daha fazla telaşa neden olmuştu. Yunanlıların kendi kaybettikleri toprakları geri istemeleri Misak-ı Milli ile Türklere getirilen sınırlandırmaların yıkılması sonucunda cevaplandırıldı. Böylece her iki taraf da birbirini, kendi topraklarını genişletme isteğinde görecekti". [214]

Böylesi bir tarih bilinciyle yetişen insanlar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların nitelikleri ne olursa olsun karşı tarafa sürekli bir kuşku ile baktıklarından sorunların niteliklerini tam olarak değerlendirememekte ve önyargılarla, bağnaz bir ulusçulukla tek taraflı bir çözüm yoluna ulaşmaya çalışmakta, dolayısıyla, ulusçuluk anlayışı yeniden sahneye çıkmaktadır.

Karar alma sürecini etkilemesi bakımından ise, ulusal karar alma birimlerinin edinmiş oldukları tarih bilinci ve siyasal kültürün yanı sıra, toplumsal değer yargılarını özümseme dereceleri, kişiye ve zamana bağlı olarak değişen şekil ve oranda, dış politika kararlarının alınmasında etkili olabilmektedir. Bu durum ise, aralarında sorunların bulunduğu ve çözümsüzlüğün sürdüğü bir ilişkiler düzeninde, Türkiye ve Yunanistan'ın hemen her davranışının dikkatle incelenmesini gerektirdiği gibi, tarafların tarihsel olayların etkisinde kalarak önyargılarla hareket etmekten kaçınmaya yöneltmektedir. 
  
 

 

204- Yunanistan'ın Anadolu üzerindeki beklentilerinin tartışıldığı 1915 yılında Başbakan Venizelos ve Albay Metaksas arasında geçen görüşmelerde Metaksas'ın dile getirmiş olduğu görüşlerle 1922'de Yunanlıların Anadolu'da uğrayacağı hezimeti çok önceden görmüş olduğunu göstermektedir. Bu konuda bkz; Alexander  Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 1995, ss.31-32, 
205-  Bu konuda bkz; M. Kemal Atatürk, Söylev Cilt. I-II, (B. Hazırlayan) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İst. Çağdaş Yay. 1987. 
206- Türk - Yunan ilişkilerinin psikolojik boyutunu tarihsel verilere dayandırarak irdelemek gerektiğine ilişkin olarak bkz; Volkan Vamık, Kanbağı Etnik Gururdan Etnik Teröre, İstanbul: bağlam Yayınları, 1999, s.140-161. 
207- Yunanistan'ın Anadolu'yu işgali ile Türk halkına yönelik kıyım politikalarının ayrıntılı bir açıklaması için bkz; Mustafa Turan, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli-1919-1923), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1999. 
208- Bu konuda bkz; Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim Yayınları, İstanbul:1999 ss.351-425. ; M. K. Atatürk, Nutuk  (1919-1927), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara: 1998, ss. 423-426. 
209- Pallis, Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması ve yenilgiyle karşılaşmasının sonuçlarını değerlendirirken şu sonuca dikkatleri çekmektedir; "...1922 Anadolu hezimeti; Yunan milleti için, 1453'te İstanbul'un zaptı ve Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünden daha büyük felaketler getiren bir olay olmuştur. 1453 Tür zaferi, Rumları tarihin başlangıcından beri oturup yerleştikleri Avrupa ve Asya kesimlerinden söküp atmamıştı. Müslüman fatihler, Rumların 19. Yüzyılda Avrupa'da milliyetçilik şuurunun yeniden uyanışından sonra kısmen bu boyunduruktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşana kadar, bu bölgelerde bir 'teba' olarak yaşamalarına izin vermişlerdi. (...) Rumlar, asırlardır Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yerleştikleri yerlerden sökülüp, bir daha geri gelmemek üzere Ege'nin öteki yanına atılmışlardı. 
  Şayet 1919-20 Venizelos siyaseti başarıya ulaşacak olsaydı, Yunanistan; Rum, Türk, Slav, Arnavut, Ermeni ve Levanten'lerden oluşan melez bir nüfusla , bir nevi Neo-Bizans İmparatorluğu haline gelecekti. Bereket versin bu siyaset başarısızlıkla sonuçlandı ve Türkiye ve diğer komşu memleketlerdeki Rumlar'ın anayurda akışı ve  buna mukabil Yunanistan'daki Türk ve Bulgar'ların kendi memleketlerine gidişi sayesinde homojen bir Helen Devleti'nin doğuşu mümkün oldu. Öyle ki, geçmiş tarihinde Yunanistan, hiçbir zaman bu derece homojen ve sadece Rumlar'dan ibaret olmamıştı." A. A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası ..., ss. 96-97. 
210- Juster'e göre; "Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından hemen sonra Patrikhane hem Türk Kurtuluş Savaşı sırasındaki tavrı nedeniyle Rumların ihanetini, hem Türkiye'de kalan Rumları, hem de uluslararası boyutları Türkiye'nin çıkarlarına zarar verebilecek bir kurumu temsil eder hale geldi." Alain Juster, "İstanbul Ortodoks Rum Patrikhanesi Yunanistan ve Türkiye," Türk-Yunan Uyuşmazlığı, Der. Semih Vaner, İstanbul: Metis Yayınları, 1989, s. 54. 
211- Herkül Millas, Tencere Dibin Kara, İst. Amaç Yay. 1989, ss. 135-136. 
212- Bu konuda bkz, İ. Tekeli, "Tarih Yazıcılığı ve Öteki Kavramı ...", ss.4-5, 
213- Tarafımızdan sadeleştirilmiştir. Vurgular bize ait; Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiye'nin Dış Politikası, Tıpkı Basım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara: 1997, s.62. 
214- V. Vamık, Kanbağı..., ss.160-161.

TARİHSEL NEDENLER

 

Günümüz Türk - Yunan ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini, iki ülkenin ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği oluşturmaktadır.

Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında oldukça uzun bir süre birlikte yaşamış olmalarına karşın, her iki ulusun birbirlerine karşı yaklaşımları, süreç içerisinde, dostluktan düşmanlığa yönelen bir gelişme çizgisi izlemiştir. 1830'dan itibaren, Osmanlı Devleti'nden kopmasına karşın, Yunanistan'ın, bu devletin sınırları içerisinde kalan diğer etnik/dinsel topluluklarla ve bu arada, Rumlarla olan bağlantıları devam etmiştir. Ortodoks Kilisesi'nin İstanbul'da ve Osmanlı Devleti'nin güvencesi altında bulunmasının yanı sıra, Fener Rumlarının bu ülkenin siyasi, ticari ve ekonomik yaşamında da etkin bir konumda bulunması, Yunanistan'ın uzun süre, Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde yaşamayı sürdüren Rumlarla ilişkilerini korumaya yöneltmiştir.

Osmanlı Devleti'nin 1453 yılında İstanbul'u sınırları içerisine katmasından sonra, bu devletin toplumsal ve siyasal görünümünde önemli bir değişiklik  gündeme gelmiştir. Fetihlerle genişleyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan topluluklar arasında barış ve güvenin yanı sıra, her türden işbirliğinin sağlanabilmesi için, birbirlerinden farklı kültürel, dinsel/etnik kökenlere ve değerlere sahip toplulukların toplumsal statülerinin yeniden düzenlenmesi ve Devlet'in etkin garantisi, koruması altına alınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'nin Müslüman ve Müslüman olmayan halklarının aynı çatı altında yaşamaları için bu durum bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

1453 yılında İstanbul'un alınması ile birlikte, giderek büyüyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Müslüman olmayan halkları bir arada tutmak için, bu halkların dinsel konumları ön plana çıkarılarak bazı azınlık haklarının tanınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'ni oluşturan  esas unsurların İslamiyet'i benimsemiş olması, bu niteliklerinden dolayı egemenlikleri altındaki topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında Müslüman olan ve olmayan ayrımının kesin bir şekilde yapılmasını gerektirmiştir. [192]

Tanilli'ye göre,

"Üç kıtanın kavşak noktasında, otuz milyonluk nüfusuna dayanan Osmanlı gücü, XVIII. yüzyılın başlarında, Orta-Asya'dan X. yüzyılda yola çıkan bir Oğuz kabilesinin çifte hareketinin bir sonucudur; Biri, yerleşik düzene geçmedir bu hareketlerin; öteki, İslamın genel yayılışı içinde yer alan ve  -esas bakımdan-  XVI. yüzyılda sona eren askeri ve dinsel fetih. Dinsel yayılışın mirası, Osmanlı egemenliğini, bütün açıklığıyla damgalıyor. Gerçekten, İmparatorluktaki bölünme, dünyanın da bölünmesini belirliyor: Anadolu ve Arap eyaletleriyle Müslüman çoğunluğun yaşadığı Dar el İslam ve, Rumeli'yle Dar el Harb, Müslümanlar ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar, Müslüman olmayanlardan ve yabancılardan ayrılırlar." [193]"Uygulamada, dinsel ayrım, bir idari ilkeye yol açmıştı. Medeni hukuka ve sosyal sürdürülmesindeki çoğu şeye ilişkin konular, Millet adı verilen dört büyük din topluluğuna bırakılmıştı; İmparatorluğun bütün halkı da bunlardan birine giriyordu. Devlet, her düzeyde toplulukların temsilcileriyle görüşüyordu; ve her biri, bir azınlığın sorumluluğunu yüklendiğinden, yararlı bir hakem rolü oynuyordu devlet." [194]
Osmanlı Devleti'nin bütün azınlıklara dinsel yönlerini ön plana çıkararak, bunlara kimi ayrıcalıklar tanımış olması ve Kilise yönetiminin almış olduğu kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanması, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar ve Avrupa'da sınırlarını genişletmeye başlamasına olanak tanırken, aynı zamanda Kiliselerin de etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki etkinliğini, saygınlığını artırmasına yardımcı olmuştur. Özellikle Ortodoks Fener Kilisesi'nin etkinliği giderek artmış, Kilise, azınlıklar açısından dinsel olduğu kadar belki de daha fazla, siyasal lider durumuna gelmiştir. Ortodoks Fener Kilisesi'nin yetki ve haklarının genişlemesi, bunların Osmanlı Devleti tarafından garanti altına alınmış olması, bir yandan Kilise'nin etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki denetimini güçlendirirken, diğer yandan da, ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak üzere azınlıkların Kilise ile işbirliğine yöneltmiştir. Bu  durum, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, özellikle Fener Rumlarının, Osmanlı ekonomisi ve siyasi yaşamında önemli görevler üstlenmelerine ve ayrıcalıklara sahip olmalarına yol açmıştır.Svoronos'un da belirttiği gibi;

"Onsekizinci yüzyıl Hellen (Yunan) ulusu için bir dönüm noktasıdır. 1715'de, Peleponez'in işgali ile tüm Hellen dünyası Türk (Osmanlı) egemenliği altına girdi. Ekonomik yaşamı felce uğratan Balkan savaşları da sona ermişti. Barışla, Anadolu Avrupa ticaretinin merkezi oldu." [195]
Osmanlı Devleti içerisindeki azınlıkların, Avrupa ile kurmuş oldukları ticari bağlar, bu azınlıkların kısa sürede, Osmanlı ekonomik yaşamında etkin rol oynamalarına yol açmıştır. Bu bağlamda, Yunanlıların diğer azınlıklar arasında sivrildiklerini belirtmek gerek. Osmanlı Devleti'nde ticareti elinde bulunduran azınlıklar içinde Yunanlılar, giderek etkinliklerini artırmışlar, özellikle deniz ticareti ile uğraşmakta oluşları ve Avrupa'da yaşayan Yunanlıların sahip oldukları kapitülasyon haklarından faydalanabilmeleri, onlara önemli ayrıcalıklar kazandırmıştır. Fransa ve İngiltere arasında başlayan deniz savaşları sırasında Akdeniz ticaretini Yunanlıların eline geçmesi ve Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusların Ortodoks azınlıklar üzerinde bazı haklar elde etmesi ve Rum gemilerinin Karadeniz ticaretinde pay sahibi olmaları, Yunanlıların Osmanlı Devleti içerisindeki etkinliklerini artırmıştır. Avrupa ile kurulan ticari ve ekonomik bağlarla yaygınlaşan ilişkiler, giderek, siyasi alanda da Yunanlıların, özellikle Fener Rumlarının devlet yönetimi içerisinde bulunmalarını kolaylaştırmıştır.18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devletinin bir gerileme süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devriminin etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş yaşanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan kapısı Balkanlar, ulus bilincinin etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu özelliklerini kullanarak diğer yandan da, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanma başlatmışlardır.

Yunanlıların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks Kilisesi'nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer yandan da, Fransız Devrimi'nin ideolojik çatısına dayandırılmaya çalışılmıştır. [196]Özellikle, Avrupa ile bağlarını geliştiren Yunan ticaret burjuvazisi, sınıfsal etkinliğini ve gücünü kullanarak, kurulacak Yunanistan devletinin yönetiminde söz sahibi olmanın arayışı içinde olmuştur.

B. Oran'a göre;

"Osmanlıların 1715'te Mora Yarımadasını fethetmeleri ve böylece Yunanlıların yaşadıkları bölgelerin tümünü Osmanlı bayrağı altında toplamaları  çok önemli bir sonuç yarattı: Helenizm'in (yani tüm Yunanlıların) siyasal birliği ilk kez kurulmuştu. Bizans İmparatorluğu'nun son zamanlarında uyanmaya başlayan Yunanlılık bilinci bölgeye ilk kez barış getiren işte bu siyasal birlik altında gelişti. Siyasal ve ekonomik karmaşadan kurtulan Yunanlı gemiciler... Yakındoğu'nun en önemli tüccarları haline geldiler. (...) İşte, bozulan Osmanlı toprak düzeni ve siyasal yapısının reaya yanında Yunan köylüsünü de ezmesinin yarattığı tepkiden ve 1763'ten başlayarak Balkanlarda başkaldırma tohumları eken Rus ajanlarının yaptığı etkiden çok daha ötede, 1821'de patlak verecek olan Yunan bağımsızlık savaşında bu ekonomik gelişme ve yarattığı yeni sınıf en belirleyici rolü oynadı." [197]"Yunan ihtilali, Osmanlı tarihi bakımından son derece önemli bir olgudur. Çünkü bu hareket hem diğer ulusal hareketlerin doğuşunu ve gelişmesini etkilemiş, hem de onlara başarılı bir örnek teşkil etmiştir. Ancak aynı hareket Osmanlı sınırları içinde kalan Rumların itibarını sarsmış ve yükseliş süreçlerini yavaşlatmış, hatta durdurmuştur. (...) Osmanlı Rumlarının önemli bir kısmı yeni kurulan küçük Yunan Devletine fazla bir güven duymamışlar, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluk kadrosu içinde daha iyi korunduğu inancı ile Osmanlı Devletine sadık kalmışlardır." [198]
Balkanlarda ulus bilincinin yaygınlaşmaya başlaması ve bunun Yunan ulusunun bağımsızlık mücadelesinde gündeme gelmesi, bölgesel üstünlük arayışı içerisinde olan Fransa ve İngiltere'nin yanı sıra, Avrupa'dan ve Balkanlardan Osmanlı egemenliğini silmeyi amaçlayan Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde de kendini göstermiştir. Özellikle Osmanlı-Rus çatışmasının, Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadığı söylenebilir; Osmanlı Devleti'nin yenilmesi ve Edirne Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmasıyla, Yunanistan, bağımsızlığını kazanabilmiştir.Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde azınlıkların dinsel kökenler dikkate alınarak değerlendirilmiş olması, Fener Ortodoks Rum Kilisesi'nin Balkanlardaki Hıristiyan halklar üzerindeki etkinliğini artıran bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, Balkanlardaki diğer ulusal ayaklanmaların, bu ayaklanmaların dinsel nitelikli olarak gündeme geldiği dikkate alınırsa, bir başka açıdan, başlangıçta, Fener Ortodoks Rum Kilisesine karşı yapıldığı söylenebilir. Gerçekten de, Balkanlarda din öğesi uluslaşma çabalarının ayrılmaz bir öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Balkanlardaki ulusçu ayaklanmalar sırasında Fener Rum Kilisesi ile Bulgar Kilisesi arasında süren yoğun güç mücadelesi, bu ulusların bağımsızlık süreci içerisinde dinsel açıdan da karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır.

Diğer bir açıdan, Yunan ayaklanmaları sırasında ve sonrasında Fransa, İngiltere ve Rusya'nın etkin bir rol oynadıkları ve Yunanistan üzerinde denetimlerini kurmaya çalıştıkları söylenebilir. Taner'e göre;

"(...) Kısa süren devrimci kesintiler dışında bu dönemde Avrupa devletlerinde hep tutucu iktidarlar işbaşında idiler. Milliyetçi akımlar bu imparatorluklara da bir tehdit arzediyordu. Fakat gerek kendi köktenci kamuoylarını tatmin etmek, gerek Osmanlı Devletinde nüfuzlarını artırmak için 'reformcu' ve 'kurtarıcı' görünüyorlardı. Bu tutumun samimiyetsizliği, bütün Avrupa kamuoyunu heyecanlandıran bir ihtilalin sonunda kurulan Yunan Devletinde somutlaşmıştır: Bu küçük devletin başına uluslararası bir himaye anlaşması ile, Bavyeralı genç bir prens getirilmiş ve bu prens senelerce Yunanistanı ve Yunanlıları hor gören Avusturyalı müşavirleri ile idare etmişti. Yeni devlette kurulan siyasal partileri ise, garip bir şekilde, Fransız, İngiliz ve Rus partileri adını alıyorlardı." [199]
Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte, gündeme yeni konular eklenmeye başlamıştır. Özellikle, Yunanistan sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürmeye karar veren Müslüman halk, bir anda azınlık durumuna düşmüş ve bunların hak ve statülerinin güvenceye alınması sorunu ortaya çıkmış ve bu durum, 1830 Londra Protokolü ile karara bağlanmıştır.Yunanistan'ın 1830'da bağımsızlığını kazanması ve Osmanlı Devleti'nin 1832 yılında bu durumu, baskılar sonucunda kabullenmesi sonrasında, kurulan yeni devlet ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler gerginliğini korumuştur. Gerginliğin kaynağını ise, Yunanistan'da kurulan monarşinin dış politika çizgisinde bulmak mümkündür.

N. Svoronos'a göre;

"Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde Hellen topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri yerine getirilmiş olamazdı. Böylece Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesi oldu. Ne ki Hellenizmin sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtü. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başladı. Bu, Yunanistan'ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan 'Megali İdea' dedikleri görüştü." [200]
Gerçekten de Yunanistan, 1830'dan Balkan Savaşlarına kadar geçen süre içerisinde Osmanlı egemenliğindeki bölgelerde yaşayan Yunan unsurları üzerinde hak iddiasında bulunarak bu bölgelerdeki ayaklanmalara destek sağlamıştır. Fransa, İngiltere ve Rusya arasındaki güç ilişkilerine koşut olarak Balkan savaşlarına kadar Osmanlı Devleti'nin hukuki egemenliği altında muhtariyet tanınan Girit, Balkan Savaşları sonucunda, bu devletin büyük oranda toprak kaybına uğraması sonunda Yunanistan'ın egemenliğine geçmiştir.Balkan Savaşları sonrasında yapılan düzenlemelerle bu savaştan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki toprakları büyük ölçüde paylaşılmış ve bunun sonucunda, Yunanlılar, Selanik ve Yanya'yı, Ege Denizi'nde ise Oniki Adalar dışında kalan adaları kendi topraklarına katarken, Osmanlı Devleti, Girit üzerindeki Yunan egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır.

Balkan Savaşları ile büyük toprak kaybedilmiş olması ve askeri yenilgilerin yanı sıra ekonomik ve siyasi dengesizliklerin yaratmış olduğu toplumsal huzursuzluklar, yeni yönetimsel düzenlemelere gidilmesini gerektirirken, kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman halklara ilişkin hakların garanti altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine, Osmanlı Devleti ve Yunanistan arasında 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması imzalanmış ve Yunanistan, sınırları içerisinde kalan Türk/Müslüman azınlıklar konusunda önemli yükümlülükler altına girmiştir.

Bir diğer açıdan bakıldığında, Balkanlardaki ulusçu yaklaşımların bağımsızlık tabanında gelişmeye başlaması ve Osmanlı toplumsal yapısının  dağılmaya başlaması, gündeme, dağılan toplumsal sistemin yeniden nasıl düzenlenebileceğine ilişkin tartışmaları getirmiş; bu bağlamda, Osmanlı Devleti'ndeki asıl yönetici kesim olan Türklerin ulusal kimlik arayışları tartışılmaya başlanmıştır. Dağılan yapı içerisinde, Avrupa'daki gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, bu gelişmelerin etkisinden kurtulamamış ve ikili bir kimlik bunalımı içerisine girmiştir; bunlardan birincisi, uluslaşma bilinciyle birlikte ortaya çıkan ve tartışılmaya başlanan Osmanlı kimliği -giderek Türk kimliği arayışı, diğeri ise, Avrupa'da yaşanan teknolojik yeniliklerle desteklenen bir toplumsal yapının özlemi içerisinde tartışılmaya başlanan Batılılaşma -çağdaşlaşma çabalarıdır.

Gerçekten de,

"Osmanlı insanının kimliği yüzyıllar boyunca 'İslam kimliği' olarak yaşanmış ve uzun süre Batı'da doğan milliyetçi akımlardan etkilenmemişti. Bu akımların ilk etkilerini Müslüman olmayan ve bu yüzden yönetici zümrenin dünya görüşü ile özdeşleşmeyen Osmanlı ulusları arasında göstermesi son derece doğaldır. Bununla beraber Osmanlılar için de böyle bir akımın dışında kalmak söz konusu olamazdı. XIX. yüzyılın ulusal akımları 'ırk' ve 'etni' kavramları çerçevesinde bir araştırma başlatmışlardı. Bu araştırmalar, sinoloji ve Türkoloji çalışmaları çerçevesinde XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılara ulaşmıştı. Bununla beraber Osmanlıların İslamcı kimlikten ulusal kimliğe geçişleri, İmparatorluğun özel koşullarından doğan güçlüklerle doluydu. (...) Gerçekten Telhis'te Osmanlılar bir yandan Batı'yı yaratan Musevi-Hıristiyan kutsal tarihi oluşturan efsanelerle Yafes'e ve Hazreti Nuh'a bağlanırken; öte yandan da Moğollarla ve Doğu'lu ırklarla bağlanmaktadırlar." [201]
Geleneksel Osmanlı toplumsal yaşamı içerisinde Türkler, bir yandan İslam uygarlığını yaymalarından ötürü övgüye layık görülürken diğer taraftan, Türk kavramı, küçültücü anlamda, uygarlığın gerisinde kalmış, yerleşik olmayan, göçebe yaşayan toplulukları nitelemede kullanılmıştır."XIX. yüzyılın başlarından itibaren dini inanç temeline dayanan Osmanlı kurumları giderek işlevlerini ve saygınlıklarını kaybetmişler. Askeri yenilikler, iktisadi ve mali çöküntüler ve iç huzursuzluklar bu gelişimde başlıca rolü oynadı.  (...) Batı'da geleneksel düzenden, modern toplumlara geçiş; evrim ya da devrim yoluyla burjuva sınıflarının aristokrasiyi tasfiyesi sayesinde mümkün olmuştur. Soylu sınıftan yeni iktidar yapısıyla uzlaşanlar, ancak eski ayrıcalıklarını kaybederek ve en iyi durumda 'burjuvalaşarak' bunu sağlayabilmişlerdir. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nda 'modernleşme' denilen değişikliklerin farklı niteliği burada kendini gösteriyor. Osmanlı düzenini başta sultan ve sadrazam olmak üzere geleneksel yönetici zümre 'değiştirmek' istemiştir." [202]

Gerçekten de Osmanlı Devleti içerisindeki modernleşme eğilimi yüzeysel kalmakla birlikte, asıl olarak, yönetici kesimin yoğun çıkar ilişkileriyle bağlı olduğu düzenin çöküşünü önlemek için tepeden gelen istekler sonucunda gündeme gelebilmiştir. Modernleşme eğiliminin Batı'da olduğundan farklı bir şekilde Osmanlı Devleti'nde ortaya çıkması, T. Timur'un da belirtmiş olduğu gibi, ulusal bir burjuvazinin oluşmamış olmasından çok Müslüman bir burjuvazinin kurulamamış olmasına dayandırılabilir. Osmanlı Devleti'nde ekonomik yaşamdaki etkinlikleri elinde bulunduranlar Hıristiyan ve Yahudi burjuvazi olmuştur. Yönetici kesimin Türklük kavramından çok Osmanlılık kavramına önem vermesi karşısında; "cemaatçilikten ulusçuluğa geçildiği ve modern ulusların kurulduğu bir dönemde reformcu kadrolar, Müslüman yönetici zümre ile Hıristiyan-Yahudi burjuvazinin sentezinden oluşmalıydı. Böyle bir sentez ise ister istemez Osmanlı kast ayrıcalıklarını ortadan kaldıran ve kanun karşısında eşit bir vatandaş statüsü yaratan laik bir hukuk düzeni gerektiriyordu. Ne var ki Şeriat düzeni Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar ciddi bir tehditle karşılaşmamış ve varlığını korumuştur." [203]

Bununla birlikte,  XIX. yüzyılda dini inançlardaki eski katılığın giderek kaybolmaya başlaması, Müslüman olmayan burjuvazi ile Osmanlı yönetici sınıfı arasında bir statü değişikliğine gidilmesine olanak verecek bir ortam yaratabilmiş, ancak bu fırsat elden kaçırılmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisini Osmanlı Devleti'nde sürmekte olan "millet" sistemini destekleyerek kendi çıkarlarını korumaya çalışan Batılı devletlerin yoğun baskıları oluşturmuştur.

Çöküş süreci içerisinde Osmanlı Devleti'nde yönetici kesim ve aydınların değişim sorununa yaklaşımları, Müslümanlıkla yoğrulmuş bir kültürel yapı üzerinde kendini göstermeye başlamıştır. Bir yandan modernleşme çabaları diğer yandan da Türklük-Osmanlılık kimliğinin yeniden kazanılmaya çalışılması ve aynı zamanda, İslamiyetin köklü değerlerinin korunması. Böylesi bir seçenekler düzeni karşısında Osmanlının yönelimi, Batılı bir reform anlayışı ile çağdaş bir düzene ulaşmak oldu. Ancak, böylesi bir yönelim içerisinde yapılması gereken İslamcılık ve Türklük anlayışının uyum içerisinde birleştirilmesi gerçekleştirilememiştir. Giderek, Osmanlı kimliğinden kurtulmaya çalışan Türkler, uluslaşma çabaları sırasında Batı'da olduğu gibi kültürel değerlerden hareket edeceğine, ulusal kimliğini ırk ve etnik kavramlara dayandırmanın yollarını aramış ve bu arada kendi kültürünün bir parçası olan İslam dininin etkisini görmezden gelmeye başlamıştır. 
  
 


192- Bernard Lewis bu ayrımı coğrafi ve iklim boyutunda değerlendirmektedir:"... Müslümanlar dünyayı nasıl ayırmaktaydı? Bunu, biri coğrafi öbürü aynı anda dini ve siyasi olmak üzere iki yoldan yapmaktaydılar. Arapça, Farsça, Türkçe ve öteki İslam dillerinde yazılmış coğrafya literatürü dünyayı ayırmada 'iklim'leri esas almaktaydı. Ama klasik Müslüman yazarlar, modern çağda bizim yaptığımız gibi,  bu ayrımlara ırki, kültürel ve hatta tarihsel özellikler yükleme hatası işlememekteydi. Onların 'iklim'leri bütünüyle coğrafi niteliktedir ve herhangi bir biçimde dini, kültürel, etnik ya da siyasal çağrışımlar taşımamaktadır. Müslümanlara göre, dünyada önemli ve etkili olan ayrım çizgisi İslamiyetin hüküm sürdüğü topraklar ile henüz bu safa katılmamış olan yerler arasındaydı. Asya ve Afrika kıtalarındaki ilerleyişleri sırasında, Müslümanlar önemli askeri güçle ve ciddi bir dinsel rakiple karşılaşmadılar. Avrupa'da ise bunların her ikisiyle karşı karşıya geldiler; dolaysıyla, cihadın, hem kuram hem uygulama bakımından Hıristiyanlık alemiyle mücadelede temel ilgi alanının Avrupaya ait çeşitli sahalarda olması şaşırtıcı değildir."  Bernard Lewis, Çatışan Kültürler- Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt yayınları, 1997, ss. 46-47. 
193- S. Tanilli, Yüzyılların.., s. 362. 
194- S. Tanilli, Yüzyılların.., s. 362. 
195- N. Svoronos, Çağdaş Hellen.., s. 27. 
196- Ulus devletin oluşum sürecine ilişkin olarak yapmış olduğu değerlendirmede Tekeli şu yorumu yapmaktadır; "Bir ülkeyi hayal etmenin sınırlarla birlikte başladığı söylenebilir... Ulus-devletin uluslararası camiada geçerli değerle açısından meşruiyetinin ayrıca kurulması gerekir. Bunun için ise hayal edilmiş ve buna bağlanmış kişilerin oluşturduğu bir topluluk bulunmalıdır. Bu topluluk ulus olma iradesini gösterebilmeli ve bu amaçla çatışmayı göze alabilmelidir. 
  Bir topluluğun hayal edilmiş olması beraberinde bir ülkenin hayal edilmesini gerektirmektedir. Ama hayal edilmiş olmak, bu ülke üzerinde hayal edilen ulus-devletin egemenliğini garanti etmez. Eğer hayal edilen topluluk ve onun ülkesi ile gerçekte egemenliğin sürdürüldüğü sınırlar tutarlı ise, bu ülkenin bu ülkenin ideolojisi saldırgan olmayacak, barışçı bir politika izleyebilecektir. Ama hayal edilen memleket, var olan sınırların ötesine uzanıyorsa, bu saldırgan bir ulusçuluk ideolojisine kaynaklık edecektir. Başına pan nitelemesini konduran tüm ulusçuluklarda olduğu gibi. Hayal edilen bir topluluk ve hayal edilen bir ülke olmasına karşın, bu topluluğun egemenliğinde olan bir ülke bulunmuyorsa, bu ülkeyi hayal edenler başka ülkelerde yaşayarak ulusçuluk ideolojisini taşıyorlarsa, onlar diyaspora ulusçuları olacaktır." İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1998, s. 113. Bu durumda Yunan ulusçuluğunun somutlaştığı "Megali İdea" ile Türk ulusçuluğunun somutlaştığı "Ulusal Ant"ı daha doğru değerlendirmek mümkün olabilecektir. 
197- B. Oran, Türk-Yunan.., ss. 32-33. 
198- Taner Timur, "Osmanlı Mirası," Geçiş Sürecinde Türkiye, Der. İ.  C. Schick ve E. A. Tonak, İstanbul: Belge Yayınları, 1990, s.22. 
199- T. Timur, "Osmanlı Mirası".., s. 27. 
200- N. Svoronos, Çağdaş Hellen.., s. 52. 
201- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., ss. 78-79. 
202- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., ss. 160-161. 
203- T. Timur,  Osmanlı Kimliği.., s. 163.

İKİ ÜLKE ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ ETKİLEYEN TEMEL FAKTÖRLER

 

Uluslararası sistemdeki gelişmeler doğrultusunda hareket etme çabası içerisinde olan Türkiye ve Yunanistan için en önemli engel, dış politikalarını birbirleri ile olan ilişkilerindeki sorunların ipoteğine bırakmış olmalarıdır. Yunanistan açısından olduğu gibi, Türkiye  de, dış politikasını saptarken ve diğer ülkelerle diplomatik faaliyetlerini yürütürken Kıbrıs ve Ege Denizi'ndeki uzlaşmazlıkların etkisini göz önünde bulundurmak zorunda kalmaktadır.

Mantıksal açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi her iki ülkenin de ulusal çıkarları  açısından olumlu bir girişim olarak nitelendirilebilecekken, sorunun duygusal yönünün ağır basması ve her iki ülke arasında derin bir güvensizliğin yaşanmakta oluşu, sorunların adil ve kalıcı bir dostluk ve işbirliğini sağlayacak şekilde çözümlenmesini güçleştirmektedir.

İki ülke arasındaki güvensizliğin, uzlaşmazlığın sürmesinde tek etken olduğunu söylemek mümkün değil; gerçekte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki güvensizliğin giderilmiş olduğu bir ortam içerisinde dahi bu uzlaşmazlıklardan söz edilebilir. Bu durum, özellikle, Türkiye ve Yunanistan arasındaki pek çok soruna kaynaklık eden Ege Denizi'nin konumundan kaynaklanmaktadır. Uluslararası hukukun 1940'ların ikinci yarısından itibaren güç dengesindeki değişmeler ve teknolojik gelişmeleri ve diğer pek çok etkeni dikkate alarak, devletlerin egemenlik haklarına getirmiş olduğu genişletici yorumlar, Ege Denizi'nin coğrafik konumu ve bu denizde kurulan egemenlik dağılımı dikkate alındığında, kıyıdar ülkeler arasında uzlaşmazlığa neden olabilecek bir görünüm ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla, iki ülke arasında oluşturulacak bir güven ortamı, uzlaşmazlığın giderilmesi için zorunlu bir faktör olmakla birlikte, tek başına yetersiz kalmaktadır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde uzlaşmazlık konularına ilişkin değerlendirmelerde göz önünde  bulundurulması gereken nokta uluslararası ilişkilerin sistematiği içinde sorunlara çözüm bulunabilmesinin ancak tarafların hak ve çıkarlarının dengelendiği, sıfır toplamlı olmayan bir yöntemle çözümlenebileceğidir. Eğer taraflardan herhangi biri tek yanlı bir çözüme ulaşmak arzusunda ise, bu durumda çatışma kaçınılmazdır. Bu bağlamda dile getirilmesi gereken bir başka nokta ise, tarafların birbirleri ve elde etmeye çalıştıkları çıkarları hakkında doğru bilgilendirilmeleridir. Tekeli'nin de dediği gibi, "karşısındakinin davranışlarını, kendisini onun yerine koyarak anlamaya çalışan kimsenin belli olgular karşısındaki yargıları birden bire değişecektir." [191]

Bu çerçeve içerisinde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri etkileyen ögeleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür;

Tarihsel Nedenler,
Karşılıklı Algılamalar,
İç ve Dış Politika Kaygılarının Etkisi.

 
191- İlhan Tekeli, "Tarih Yazıcılığı ve Öteki Kavramı Üzerine Düşünceler", Tarih Eğitimi ve Tarihte 'Öteki' Sorunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, ss.4-5.

Türkiye Karşıtı Lobi ve Propagandalar


Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde sıklıkla vurgulanan bir başka sorunu ise Yunanistan'ın Türkiye karşısında izlemekte olduğu politikalara destek sağlamak amacıyla uluslararası kamuoyunu yönlendirme çabaları oluşturmaktadır. Bu durum esasta çok yönlü bir niteliğe sahiptir. Özellikle Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık konularının süreçsel gelişimi gözlendiğinde Yunanistan'ın bunalım dönemlerinde Türkiye karşıtı destek arayışlarını hızlandırdığını görmekteyiz. Bu bağlamda dikkati çeken nokta ise, bu destek arayışlarının genellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin Lozan Barış Antlaşması ile kabul edilmiş olan ulusal sınırlarını tartışmaya açarak Sevr Antlaşması'nı yürürlüğe koymaya çalışan ülkelerce hemen kabul gördüğüdür.

Yunanistan'ın ülke dışında yaşayan Yunan asıllı toplulukları, etnik / dinsel bağları kullanarak yönlendirmekteki becerisinin Türkiye ile olan uzlaşmazlıklarında gereksinim duyduğu uluslararası kamuoyu oluşturma ve propaganda faaliyetlerinde ona belirgin bir avantaj sağladığı görülmektedir. Hemen tüm kıtalara yayılmış bulunan Yunan diyasporasının bulundukları ülkelerde ekonomik ve siyasal yaşama olan etkilerini kullanarak Türkiye'ye yönelik baskı ve kamuoyu oluşturma faaliyetleri Türkiye'nin de benzer lobi ve propaganda faaliyetleri içerisinde olmasını gerektirmiştir. Bu bağlamda en dikkati çeken nokta, Türkiye'nin ABD ile olan ilişkilerinde bir yandan Yunanistan ile mücadele ederken diğer yandan da ABD'deki Yunan kökenli lobi faaliyetlerinin Amerikan Hükümeti üzerindeki etkinliğini kırmak için yoğun çaba harcaması olmuştur. [183] Özellikle 1974 Kıbrıs olaylarının ardından Türkiye karşıtı lobi faaliyetlerine hız veren Amerika'daki Yunan diyasporası, bu çabalarında Ermeni lobisi ile de stratejik ittifakını sürdürmüştür. Türkiye'nin bu lobi faaliyetlerinin olumsuz etkilerinden kurtulması ise yoğun çabalar sonucunda mümkün olabilmiştir; özellikle Amerika'daki Musevi  lobisi ile kurmuş olduğu yakın ilişki sonucunda gerek Türkiye ve İsrail arasındaki işbirliği gerekse Yunanistan'ın propaganda faaliyetlerinin etkisi karşılanmaya çalışılmış, bunda da son yıllarda büyük ölçüde başarılı olunmuştur.

ABD'deki Türkiye karşıtı lobi faaliyetlerini yürüten kuruluşlar arasında önemli bir yere sahip olan American Hellenic Educational Progressive Association (AHEPA) ve American Hellenic Institute (AHI) adlı kuruluşlar, Ege Denizi'ne ilişkin sorunlar, Kıbrıs, Patrikhane, Ruhban Okulu, Kıbrıs'ın silahsızlandırılması, Türkiye'nin silah alımları gibi konularında Yunanistan'a destek sağlamanın yanı sıra, özellikle Ermeni lobisi ile girmiş olduğu ittifak çerçevesinde sözde Ermeni Soykırımının tanınmasını sağlamak çabası içerisindedir. [184]

Diğer bir açıdan ele alındığında ise, Yunanistan'ın özellikle Türkiye ile sorunları bulunan İran, Suriye ve Ermenistan ile geliştirmeye başladığı çok yönlü ilişkiler Türkiye'nin sınırlarını korurken gösterdiği duyarlılığını arttırmaktadır. Yunanistan'ın Suriye ile imzalamış olduğu askeri işbirliği anlaşmasının ardından İran ve Ermenistan ile üçlü bir askeri işbirliği anlaşması imzalayacağına ilişkin olarak basında haberler çıkmış ve Yunanistan Savunma Bakanı İran'a yaptığı bir ziyaret sırasında bu konuyu doğrulamıştır.[185] Coğrafi konumu göz önüne alındığında Türkiye'nin komşularıyla pek çok ikili/uluslararası sorunun bulunduğu görülmektedir. Örneğin İran ile bu ülkenin topraklarından Türkiye'ye yönelen PKK ayrılıkçı terör hareketi, Suriye ile bu soruna ek olarak zaman zaman dile getirilen Hatay üzerindeki iddialar ve su sorunu, Ermenistan ile Sevr ile kendilerine verildiği iddia edilen Anadolu toprakları üzerinde hak ve soykırım iddiaları vb sorunlar Türk dış politikasını etkilemektedir. İran, Yunanistan ve Ermenistan arasında yapılan üçlü toplantıya ilişkin olarak, Dışişleri Bakanı İ. Cem, yapmış olduğu değerlendirmede, "Yunanistan aklınca Türkiye'ye karşı bir Haçlı seferi başlatmaktadır ve yine aklınca bu Haçlı seferine Müslüman asker toplamaktadır. Bu oyuna kimse düşmeyecektir", demiştir.[186] Bu durumun Türkiye'nin sorunlu olduğu ülkeler tarafından oluşturulan bir ittifakla çevrilmesi şeklinde değerlendirilmesi ve çıkarlar açısından tehdit olarak algılanması kaçınılmazdır. Nitekim, bu durum Amerikan Stratfor Analiz Merkezi tarafından hazırlanan bir raporda da açıkça ifade edilmiştir; "NATO üyesi Yunanistan ile Rusya tarafından desteklenen Ermenistan ve İran arasında askeri bir anlaşma yapılması, bir başka NATO üyesi olan Türkiye açısından tehdittir. Bu, NATO'ya vurulacak bir tokat anlamına gelir. Yunanistan, Rusya ile askeri işbirliği yapacağı konusunda NATO'yu ve Ankara'yı uyarmıştı. Bu da yetmedi, şimdi de İran'la işbirliğine girme kararı aldı. ABD ve Türkiye'nin bu durumun düzeltilmesi için bazı adımlar atması zorunludur." [187]

Bütün bu faaliyetler Yunanistan'ın son dönemde uygulamaya çalıştığı yakınlaşma çabalarını ile çelişen bir görünüm ortaya çıkarmaktadır. Bir yandan tehdit olarak algılanabilecek davranışlara gidilirken diğer yandan da iki ülke arasında ılımlı diyalog sürecini aksatacak davranışlardan kaçınılması ve güven arttırıcı önlemlerin uygulanması gerektiği söylenmektedir. Nitekim, Mayıs 2000'de Yunanistan'ın ev sahipliği yapmış olduğu NATO'nun düzenlemiş olduğu Dynamic Mix 2000 tatbikatları çerçevesinde askeri işbirliğine yönelik  yakınlaşma sürerken Selanik'te düzenlenen sözde "Pontus soykırımı"nı anma toplantısına Yunanistan Savunma Bakanı Akis Cuhacopulos katılmış ve yaptığı konuşmada "Pontuslular'ın ve Ermeniler'in uğradığı soykırımın uluslararası alanda tanınması çağdaş demokrasi, demokrasi ilkeleri ve insanlık için zaruridir. Soykırımın tanınmasıyla iyi komşuluk yaratılabilir", demiştir. [188]

Yunanistan'ın 1995 yılında Suriye ile imzalamış olduğu bir anlaşma çerçevesinde Suriye'deki askeri üslerden yararlanabilecek olması Türkiye'nin bu ülkelere karşı duyarlılığını arttırmıştır. Nitekim, Elekdağ yazmış olduğu "2 1/2 Savaş Stratejisi" başlıklı makalesinde Türkiye'nin savunma politikasına ilişkin görüşlerini dile getirirken, Suriye ve Yunanistan arasındaki işbirliğine PKK'yı da eklemiştir. Elekdağ, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikalarını belirlerken dikkate alması gereken noktalar arasında Yunanistan ve Suriye'nin, Türkiye'nin yaşamsal çıkarları ve egemenliği üzerinde iddialarının bulunduğunu ve  ortak çıkarların bu ülkeleri Türkiye'ye karşı biraraya getirdiği görüşüne yer vermiş; bu ülkelerin Türkiye'yi çökertmek için PKK' ye her türlü desteği sağlamakta olduklarını vurgulamıştır. Bu bağlamda, "...bu ülkeler arasında Türkiye karşıtı  bir zımni ittifak vardır. Türkiye, bu ülkelere karşı savunma stratejisini aynı anda iki farklı cephede mücadele vereceğini göz önünde bulundurarak oluşturmalıdır." [189]

İlerleyen dönemde, Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasıyla yaşanan olaylar göstermiştir ki, Yunanistan ile Suriye arasındaki bu stratejik ittifakı, Türkiye haklı olarak, tehdit olarak algılamış ve tepkisini askeri yöntemler de kullanmayı göze aldığını göstererek uygulamıştır. Türkiye'nin bu kararlı tutumu, Yunanistan'daki Türkiye'ye ilişkin politikaların değiştirilmesine zemin hazırlamıştır.

Diğer yandan, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde ekonomik, siyasi, ticari bağların engellenmesi çabalarını da göz ardı etmemek gerek; Yunanistan'ın Türkiye'ye ile olan ilişkilerinde Türkiye'nin ekonomik, siyasi ve askeri bir güç olarak bölgede belirgin bir serbestiye sahip olmasını kabullenemediği açıktır. İki ülke arasında pek çok sorunun bulunduğu da dikkate alınırsa, bu durum anlaşılabilir niteliktedir. Bununla birlikte, sıfır toplamlı bir çözümün seçenek olarak kabul edildiği bir dönemde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu tür mücadelenin gereği olarak karşı tarafın güçlenmesini ve hareket serbestisi kazanmasını engellemek için yoğun çaba harcadığını görmekteyiz. Özellikle Kıbrıs olayları ve Ege Denizi'ndeki gerginlikler doğrultusunda Yunanistan'ın Türkiye ile sorunlarını ikili diyalog sürecini işleterek çözebilmesinin iki ülke arasındaki güç dengesindeki açık fark dolayısıyla mümkün olmadığı görülmüştür. Yunanistan'ın bu güç dengesini kendi çıkarlarından yana değiştirmek için üçüncü ülke ve örgütlerin desteğine dayanması gerekmiştir. Bu destek arayışları da çoğunlukla ABD ve AB eksenli olmakla birlikte, zaman zaman eski SSCB ile oluşturulan ittifaklarla yürütülmeye çalışılmıştır. ABD yönetiminin 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye uyguladığı ambargo kararı, Türkiye'ye yapılacak askeri ve ekonomik yardımların Kıbrıs şartına bağlanması, Avrupa Konseyi, AET/AB eksenli baskılar, ekonomik yardımların vetolarla engellenmesi girişimleri bu bağlamda sıralanabilir.

Bununla birlikte, ABD'deki Yunan lobi kuruluşlarının yürüttükleri kampanyaların giderek daha fazla etkinlik kazanmakta olduğu görülmektedir. Bu durumun Türkiye'yi uluslararası kamuoyu önünde zor durumda bıraktığı açıktır; ancak uluslararası siyasal sistemin özelliği gereği, ABD ve Türkiye'nin stratejik ortaklığı, ABD yönetiminin bu tür kampanyaların sonuçlarını kendi ulusal çıkarları çerçevesinde zararlı görerek engellemesini sağlamaktadır. Bunun ne denli sağlıklı olacağı ve kalıcılığı ise tartışılır.[190] 
  
 


183- ABD'deki Türkiye karşıtı propagandaları örgütleyen ve destekleyen Yunan  lobileri ve Ortodoks Cemaatlerinin, kuruluşların genel bir listesi için bkz; EK III ; (http://www.omogenia.com/organization.htm 'den derlenmiştir.) 
184- AHI'nin bu konudaki lobi faaliyetlerine ilişkin olarak bkz; http://www.ahiworld.com/lobby.html B. Tarihi: 25 Ekim 2000. AHEPA'nın etkinlikleri için bkz; http://www.ahepa.org/ 
185- Türkiye'yi çevreleyen komşu ülkeler arasında Türkiye karşıtı ittifak arayışlarından söz edilirken Suriye-Irak-İran, Yunanistan-Suriye, Rusya-Yunanistan-Sırbistan-Ermenistan-İran çeşitliliği göze çarpmaktadır. Yunanistan'ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzalamış olduğu Ortak Savunma Doktrini'ni de bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. 28 Haziran'da Tahran'da yapılan bir basın açıklamasına göre, Yunanistan Savunma Bakanı Apostolos-Athanasios Tsokhatzopoulos Yunanistan, İran ve Ermenistan arasında bölgede barış ve istikrarın oluşturulması amacıyla yakında bir savunma işbirliği anlaşmasının imzalanacağını bildirmiştir. Bu konuda yapılacak anlaşmanın 12 Temmuz 1999'da Atina'da toplanacak olan ilk üçlü savunma toplantısında imzalanacağı bildirilmiştir. http://www.stratfor.com/services/giu/070199.ASP; B. Tarihi:17/08/1999. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Foley, Yunanistan'ın İran ile bir savunma paktı içine girmeyeceğini Washington'a ilettiğini söylemiştir.  ABD'nin baskıları sonucunda Yunanistan, İran ile imzalayacağı anlaşmanın savunma boyutu olmadığını belirtmek zorunda kalmıştır. "Yunanistan, İran ile Anlaşma İmzalamıyor", Cumhuriyet, 4 Temmuz 1999, s. 11. 
186- Ergun Balcı, "Türkiye'yi Kuşatma Çabaları", Cumhuriyet, 15 Eylül 1998, s. 9. Ayrıca bkz; "İran'da Gergin Buluşma", Cumhuriyet, 14 Eylül 1998, s. 17; Hasan Aksay, "Yunanistan-Ermenistan-İran-Rusya: Dörtlü İttifak Mümkün mü?", Cumhuriyet, 12 Temmuz 1999, s.8. 
187- H. Aksay, "Yunanistan-Ermenistan...," s.8. 
188- Nur Batur, "Yunanistan'dan Ortak Tatbikata Tepkiler de Var", Hürriyet, 21 Mayıs 2000, s. 30. 
189- Şükrü Elekdağ, "2 1/2  War Strategy", Perceptions, Vol. 1, N. 1, March-May 1996,  pp. 33-57. 
http://mfa.gov.tr/grupa/percept/i1/per1-3.htm,  B. Tarihi: 28/05/2000. 
190-  Özellikle ABD'deki Ermeni lobisinin Sözde Ermeni Soykırımı Tasarısına ilişkin çabaları çerçevesinde ABD Başkanı Clinton'ın Temsilciler Meclisi Başkanı J. Dennis Hastert'e göndermiş olduğu mektup buna iyi bir örnektir. Bu konuda bir yorum için bkz; Özgen Acar, "Erivan'da Buruk Sevinç", Cumhuriyet, 24 Ekim 2000, s.8.

DİĞER SORUNLAR
Yunanistan Tarafından Türkiye Aleyhtarı Terör Örgütlerine Verilen Destekler


Türkiye ve Yunanistan arasında iki ülkeyi savaşın eşiğine getirebilecek türden pek çok sorunun yanı sıra diğer bölge ülkeleri ile olan türden diğer pek çok sorunu varlığından da söz etmek mümkündür. Bunlar çoğunlukla yasadışı göç, sınır ihlalleri, vize sorunları, uyuşturucu madde kaçakçılığı, gümrük ve taşımacılık sorunları, insan kaçakçılığı gibi sorunlardır. Dolayısıyla, iki ülke arasında yapılacak olan yasal ve siyasal düzenlemeler çerçevesinde çözümlenebilecek niteliktedir. Bu tür sorunlar gerek ikili antlaşmalar gerekse AB, SECI, KEİÖ gibi bölgesel entegrasyon ve işbirliğini hedefleyen örgütlenmeler çerçevesinde edinilen yükümlülüklerle çözümlenebilecek niteliktedir. Nitekim, 2000 yılı başında iki ülke arasında imzalanan bir dizi antlaşma bu tür düzenlemeleri de içermektedir.

Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde terörün uluslararası destek boyutunu dile getirmeye başladığı dönem büyük ölçüde 1980'li yıllar olmuştur. Gerçi uzun yıllar Türkiye'de bir iç terör sorunu yaşanmış ve bu durum can ve mal kayıplarına  ve istikrarsızlıklara neden olmuştur. Bununla birlikte, dış politikasını yürütürken bu durum büyük ölçüde Türkiye'nin "iç sorunu" olarak kabul edilmiştir.

1980 yılların başında ise, Türkiye'ye yönelik terörün farklılaşmaya başladığı görülmektedir. Yıllardır yaşanan iç şiddet olaylarına ek olarak, bu dönemde iki farklı hareket benzer amaçlarla şiddet eylemlerine başvurmaya başlamışlardır. Bunlardan ilki, ASALA terör örgütünün Türkiye topraklarını parçalayarak bir Ermeni devleti kurmaya yönelik hayalleri, diğeri ise, PKK'nın Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda bir Kürt devleti kurma hayalleri olmuştur.[177] Bu iki hareketin de dayandığı nokta, Türkiye tarafından asla kabul edilmeyen Sevr Antlaşması ile kendilerine vaat edilen topraklar olmuştur.

1980'ler bu iki hareketin uluslararası alanda destek, en azından hoşgörü ile karşılandığı yıllar olmakla birlikte, bu durumu kolaylaştıran kimi iç ve dış yapısal faktörlerden de söz etmek mümkündür.

12 Eylül 1980 tarihinde, Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerin iktidara el koyması ve yönetimin Milli Güvenlik Konseyi'nin elinde bulunması, Türkiye'nin uluslararası kamuoyu önündeki imajını olumsuz etkilerken bu dönemde yaşanan siyasi baskılar, Türkiye'de demokrasinin ilke ve kurumlarından uzaklaşıldığının göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Büyük ölçüde sol terör örgütlerine karşı olarak yürütülen mücadele bu dönemde çok sayıda insanın yasal/yasal olmayan yollardan Türkiye dışına çıkmasına ve özellikle Almanya, Fransa, Belçika, Yunanistan, Hollanda gibi ülkelerde bir Türk siyasi mülteci grubunun oluşmasına yol açmıştır. Bu gruplar içinde gerçekten siyasi düşüncelerinden dolayı ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar olmakla birlikte, bu kimliğe bürünerek söz konusu ülkelerde oturma ve çalışma izni almaya çalışan ve terör örgütleri içerisinde yer almış insanlar da bulunmuşlardır. Siyasi mülteci kimliği, bir yandan terör örgütü üyelerinin bu ülkelerdeki konumlarını, varlıklarını Türkiye'nin demokratik bir ülke olmadığı, adil yargılama koşullarının bulunmadığı, siyasi düşüncelerinden ve kimliklerinden dolayı takibata ve baskıya uğradıkları gerekçesini dile getirerek Türkiye'ye yönelik uluslararası baskıların yapılmasını sağlamaya yönelik iken diğer yandan, bu örgütlenmelerin daha serbest bir ortamda Türkiye karşıtı eylemlerini organize edebilme olanağını sağlamıştır.

Bu durum, siyasi mültecilere ev sahipliği yapan ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerine de yansımış ve bu ülkeler Türkiye ile olan ikili ve ittifak ilişkileri çerçevesinde konuyu gündeme getirerek baskı ve pazarlık arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu bağlamda, bugün Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde etkisinde kalmış olduğu pek çok sorunun bu dönemdeki uygulamalardan büyük ölçüde etkilendiği söylenebilir. Demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla siyasi yaşama egemen kılınmasında karşılaşılan güçlükler, ordunun siyasetteki rolünün artmış olması, temel insan hak ve özgürlüklerine yönelik baskılar ve ihlaller, vb gerekçeler bugün Türkiye'nin iç ve dış teröre karşı yürütmekte olduğu haklı mücadelesinde bu ülkeler tarafından dile getirilen gerçeklerdir. Dolayısıyla, Türkiye, bir yandan iç ve dış teröre karşı silahlı mücadele verirken, diğer yandan da, uluslararası alanda yürüttüğü mücadelenin hukuki ve siyasi meşruluğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Türkiye'nin iç ve dış teröre karşı yürütmüş olduğu mücadele, pek çok boyutta değerlendirilebilir. Bu mücadelenin oldukça uzun bir süreyi gerektirmiş olması ise, bir yandan Türkiye'nin kendi iç siyasi, ekonomik, sosyal yapısı, diğer yandan da, bölgesel / uluslararası değişikliklere bağlı olmuştur.

1980'li yılların ikinci yarısı, Türkiye'deki teröre ve Avrupa ülkelerinin Türkiye'deki terör olaylarına ilişkin bakışlarına yeni bir boyut kazandırmıştır; farklı siyasi düşüncelerin örgütlenme ve ifade özgürlüklerine yönelik ihlal iddialarına ek olarak, bu kez, etnik/dinsel kimliklerinden dolayı Türkiye'de baskı altında olduklarını dile getiren insanlar ortaya çıkmaya başlamış ve mülteci kavramı siyasi ve etnik boyutu çağrıştırmaya başlamıştır.

Bu durum, Türkiye'deki olayların diğer ülkelerce istismar edilmesine olanak sağlamış ve bazı ülkeler bu mültecilerin haklarının uluslararası kamuoyu önünde savunuculuğunu üstlenmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, Türkiye için mücadelenin sahası genişlemiştir.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde teröre ilişkin sorunların 1980'lerin başından itibaren yoğun olarak dile getirilmekte olduğu görülmektedir. Başlangıçta siyasi düşünce suçlusu olduğu ve Türkiye'deki baskı ve ihlallerden dolayı kaçmak zorunda kaldıklarına inanılan terör örgütü üyelerine gösterilen ilgi ve desteğin sınırlı olduğunu, fakat ilerleyen dönemde bu desteğin giderek arttığı görülmüştür. Bu destek, önceleri mülteci kampları oluşturmak yönünde iken, sonra bu kampların birer teorik ve askeri eğitim kamplarına dönüşmesine, ülke genelinde örgütlenme ve eylem hazırlıkları için gerekli lojistik, finansal, siyasal desteğin sağlanmasına değin genişlediği görülmüştür. Özellikle sol siyasi örgütlenmelere verilen desteğin ilerleyen dönemlerde PKK terör örgütüne de sağlanmış olduğu görülmektedir.

Türkiye'nin son kırk yılına şekil veren değişikliklerden biri uzun yıllar etkisinde kalmış olduğu terör hareketleri olmuştur. Birbiriyle ilintili pek çok etkene bağlı olarak değerlendirilebilecek olan terör hareketlerinin konumuz bakımından bizi ilgilendiren boyutu, Türk dış politikasını ilgilendiren yönüdür. Bu bakımdan ele alındığında ise, özellikle Türkiye'nin Yunanistan ile olan ilişkilerinde göz önünde bulundurmak zorunda olduğu terör örgütlerine verilen destekler ön plana çıkmaktadır.

Türkiye 1970-80 sürecinde yoğunlukla iç siyasasında karşılaşmış olduğu terör hareketleriyle mücadelesini sürdürürken 1980'lerin ilk yıllarından itibaren  bunların yanı sıra Türkiye'den toprak talebinde bulunan ayrılıkçı örgütlerin şiddet eylemleriyle karşılaşmaya başlamıştır. Önce ASALA ve daha sonra PKK terör örgütleri, Türkiye içinde oldukları kadar Türkiye dışında da Türkiye karşıtı şiddet eylemlerini yürütmüşlerdir.

Türkiye'ye yönelik terör eylemleri dikkatle incelendiğinde, bu örgütlerin eylemlerini herhangi bir dış desteğe bağlı olmaksızın sürdürebilmelerinin mümkün olmadığı görülmektedir. 1970'li yıllar ve sonrasında Türkiye'deki çeşitli siyasal görüşlere sahip olmakla birlikte eylem biçimi olarak silahlı mücadeleyi seçmiş olan örgütlerin  bu eylemleri gerçekleştirmek için gereksinim duydukları insan faktörü bir yana bırakılırsa silah, mühimmat, eğitim, para ve diğer kaynaklarını bir dış destek olmaksızın kolaylıkla elde edebilmeleri mümkün değildir. Nitekim uzun yıllar terörün iç desteklerine yönelik olarak yürütülen mücadeleler dış bağlantıların da ele alınması gereğini ortaya çıkarmıştır.

Türk - Yunan ilişkilerinde terör ve terör örgütlerine sağlanan kolaylıklar özellikle önemlidir. Bu durum Türkiye ve Yunanistan arasında hem kara hem de deniz sınırlarının bulunmasından dolayı terör örgütlerinin bu coğrafi kolaylıklardan Türkiye karşıtı eylemlerde yararlanmalarına olanak sağlamaktadır. Nitekim daha 1980'lerde Ermeni ve Kürt terör örgütlerinin Yunanistan'da örgütlenmeye ve burada temsilcilikler kurmaya başladıkları görülmüş ve bu durum iki ülke yetkilileri arasında bu dönemde sürdürülen görüşmeler sırasında dile getirilmiştir. Gürün'ün aktardığına göre 4 - 5 Aralık 1980 tarihlerinde Atina'da yapılan görüşmeler sırasında karşılıklı güven yaratma konularına değinilmiş ve "kısa süre önce Kıbrıs'dan Atina'ya geçen iki sendikacı Türkiye'deki rejim aleyhinde ağır eleştirilerde bulunmuşlardır. En azından, bunların basın toplantısı yapmaları önlenebilirdi. Biz Ankara'da yabancı temsilciliklere bir sirküler yollayarak, dost ülkeler aleyhine beyanat yapılmamasını istedik. Bunu Yunanistan'da yapabilir sanıyorum. Gene kısa süre önce Roma'da bir Ermeni örgütü, yaptığı basın toplantısında, Ermenilerin New York, Beyrut, Paris ve Atina'da merkezler kurduklarını açıkladı. Zikredilen ilk üç merkezi biz de biliyorduk. Ama Atina için şaşırdık. En azından tarafınızdan bir tekzip beklerdik" denilmiştir.

Büyükelçi Theodoropoulos ise cevabında, "sizinle yüzde yüz mutabıkım. Bu tür faaliyetleri desteklememiz kesinlikle söz konusu değil. Türkiye'deki yeni rejime karşı resmi makamlarımızın reaksiyonu son derece ölçülü oldu... Basındaki tepkilere gelince, bu alanda sorunlarımız çok büyük. Aslında Hükümet yanlısı tek bir gazete bile yok. Eldeki tek imkan onları az çok etkileyebilmek. ... Ermeni ve Kürtlerin burada merkezler kurmaları konusuna gelince, çok sayıda cemiyeti ortadan kaldırdık. Bilhassa Beyrut'dan son zamanlarda çok gelenler oldu. Bütün konsolosluklarımıza talimat verdik ve önceden müsaade alınmadan bunlara vize verilmemesini tenbih ettik. Gizlemiyorum, Ermeni ve Kürtlere yardım etmekle milli davaya yardımcı olduklarına inanalar mevcuttur. Ama onları caydırmak için elden gelen  her şeyi yapıyoruz. İnanın bu konularda her türlü işbirliğine hazırız" demiştir.[178] Ancak süreç, Yunanistan'ın bu içtenliğini sürdüremediğini ve terör örgütlerini destekleyenlerin Yunanistan'ın Türkiye karşısındaki tutumunu güçlendirdiğine inananların kolaylıkla denetim altına alınamadığını göstermiştir. Önce ASALA ve daha sonra PKK ve diğer sol terör örgütleri, Yunanistan'da, Türkiye karşıtı faaliyetlerini kolaylıkla sürdürebilme olanağı bulmuşlardır.

PKK terör örgütünün bir yandan güneydoğuda silahlı eylemlerde bulunurken diğer yandan komşu ülkelerde lojistik ve siyasi örgütlenmeler içerisine girerek destek arayışlarını sürdürmesinin açık örneklerine sıklıkla rastlamak mümkün; örneğin 1 Mayıs 1998 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde yer alan bir habere göre PKK Atina'da resmi bürosunu açmış ve açılışa Yunan Parlamentosu'ndan da temsilciler katılmıştır. "PKK'nın Atina'daki ilk resmi basın toplantısına Yunan parlamentosundan 8 milletvekili de katıldı. Katılanlar arasında Yunan Parlamentosu Başkan Yardımcısı Panayotis Krikitos'la birlikte PASOK ve Yeni Demokrasi partili 3'er milletvekiliyle, bir sol ittifak ve bir bağımsız milletvekili de bulunuyor... Toplantıda konuşan Sosyalist milletvekili Costas Vadubas, Atina'nın geçen yıl 'parlamentoyu temsilen' giden üç milletvekilinin Apo'ya ilettikleri 'Yunanistan daveti'ni de yineledi" [179]

PKK'ya verilen destek konusunda Başbakan Mesut Yılmaz yapmış olduğu açıklamada;

"Yunanistan Hükümeti'nin güttüğü belli olan stratejik amaç, Türkiye'yle ilişkileri üstünlük konumundan yürütebilmek hevesiyle, bir yandan Türkiye'nin çok yönlü kalkınma hamlelerine sekte vurmak; diğer yandan da AB'den başlayarak ülkemizin Batı ile ilişkilerini onarılması güç olacak şekilde zedelemek ve mesafelendirmektir. Bu çerçevede kullanılan başlıca yöntemler, bir taraftan Türkiye'nin toprak bütünlüğüne, istikrarına ve huzuruna kasteden PKK terörüne verilen destekte; diğer taraftan da, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde özellikle Ege sorunlarından kaynaklanan gergin ortamın canlılığını koruyabilmesi için harcanan çabalarda somutlaşmaktadır." [180]
Öcalan'ın yargılanması sırasında vermiş olduğu ifadelerden de Yunanistan'ın PKK ile ilişkileri açıkça görülmüştür;"1994 senesinde Yunanistan'da PKK kampları açıldı. Lavrion Kampı'nda PKK'lı gençlere daha çok ideolojik eğitim veriliyordu. Ayrıca Yunanistan'da küçük gruplarımızın yerleşmesi için evler de vardır. Tahmin ediyorum kiradır. Lavrion Kampı'ndan başka bir de bomba eğitimi veren Dimitri Elen kampımız vardır. Bomba eğitimini, kamp eğitimini ve küçük grupları barındırmak hususunda organizede bizim dost tabir ettiğimiz Yunan Gizli Servisi'nin yardımı olmaktadır. Yunanistan'dan para yardımı da almaktayız. Bu para yardımını daha ziyade sivil kurumlardan almaktayız. Kiliselerden almaktayız, sendikalardan almaktayız. Bir de bize ait dergiler etrafında aldığımız bağışlar vardır. Bu bağışlar mesela 100 liralık derginin 1000 liraya satılması gibi alınmaktadır." [181]
Terör hareketleri çerçevesinde değerlendirilebilecek bir başka konu ise, Yunanistan'da Türk diplomat ve temsilcilerine, Türk kökenlilere yönelik Yunanistan kaynaklı şiddet hareketleridir. 1980'lerden günümüze Türk diplomat ve temsilciliklerine yönelik bu tür saldırılarda çok sayıda diplomat ve Yunan yurttaşı Türk yaşamlarını kaybetmiş ve yaralanmışlardır. 1991 yılında Atina Basın Ataşesi Çetin Görgü ile 1994 yılında müsteşar Haluk Sipahioğlu, Yunanistan'da 17 Kasım terör örgütünün silahlı saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın hazırlamış olduğu 1999 yılı Global Terörizm Raporu'nda da Yunanistan'daki terörist hareketler çerçevesinde bu ülkedeki PKK terör örgütü faaliyetleri dile getirilmiş, 17 Kasım örgütünün ABD ve diğer ülkelere ait hedeflere yönelik saldırılarına dikkat çekilerek, Yunanistan, Avrupa'da terörizme karşı mücadelede en zayıf bağlantı noktası olarak değerlendirilmiştir.[182] 
  
 
177- Ayrılıkçı terör hareketleri ve PKK örneğine ilişkin olarak bkz; Emin Gürses, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi/IRA-ETA-PKK, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997. PKK'nın Yunanistan ile olan bağlantılarına ilişkin olarak bkz; "Greece and PKK Terrorism", http://www.mfa.gov.tr/grupe/eh/terror/greecebk/epilogue.htm 
178- K. Gürün, Fırtınalı... s. 212. Görüşme sırasında Gürün'ün sadece Ermenilerden söz etmesine karşılık Büyükelçi Theodoropoulos'un Kürtlerden de söz etmesi ilginç bir değerlendirmedir. 
179- Türkiye'de eylem yaparken yakalanan pek çok terör örgütü üyesi  itiraflarında Yunanistan'da yürüttükleri eğitim ve lojistik faaliyetlerinin ayrıntılarını vererek bu ülke ile PKK arasındaki bağın açığa çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Taki Berberakis, "PKK, Atina'da Resmen Büro Açtı," Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.17. 
180- "Yunanistan'a Yılmaz'dan Sert Uyarı",Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.17. 
181- Enis Berberoğlu, "PKK'nın Paraları Atina Bankalarında", Hürriyet, 30 Mayıs 1999, s. 12. 
182-  "Patterns of Global Terrorism: 1999 /Europe Overview", http://www.state.gov/www/global/terrorism/1999report/europe.htm B. Tarihi: 19/10/2000

 

KEİÖ ve Türk - Yunan İlişkileri


Karadeniz'de bölge ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, ticari ve siyasi işbirliğini sağlayacak ve bölge ülkelerinin uluslararası sisteme entegrasyonunu kolaylaştıracak bir girişim olarak düşünülen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü kurulurken bu örgütün AB gibi bölgesel ve çok uluslu entegrasyonlara bir alternatif olmadığı, aksine, bu entegrasyonların işlevselliğine katkıda bulunacak bir örgütlenme olduğu düşüncesi hakim kılınmıştır. Dolayısıyla Karadeniz'e kıyısı bulunmamakla birlikte, Yunanistan'ın bu örgütlenme içerisinde yer almasında bir sakınca görülmemiştir. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasındaki pek çok uyuşmazlık dikkate alındığında, bir tür çelişki olarak değerlendirilmiştir.

Yunanistan'ın Karadeniz bölgesine olan duyarlılığı ekonomik, siyasi ve güvenlik boyutlarıyla değerlendirilebilecek niteliktedir. Azerbaycan ve Kazakistan petrollerinin Türk Boğazları yoluyla taşınmasının gerçekleşmeyeceği anlaşılmasıyla Bakü/Ceyhan Petrol boru hattı projesine alternatif olarak Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Akdeniz'e ulaştırılmasına ilişkin projelendirme çalışmaları yapılmıştır. Bu proje çerçevesinde Yunanistan'ın Bulgaristan, Rusya ve Ermenistan ile olan ilişkilerini güçlendirmek istemesi, doğaldır ki, Türkiye'nin desteklemiş olduğu Bakü/Ceyhan projesine ilişkin rekabet ortamı yaratmıştır. Bu durumda Türkiye ve Yunanistan'ın bölgedeki çıkarlarının çatıştığı görülmektedir. Diğer yandan, Yunanistan, Ermenistan, Gürcistan ve diğer Orta Asya ülkeleri ile olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerini güçlendirerek bölgesel etkinliğini arttırma çabası içerisine girmiştir.[173] Özellikle Rusya, Ermenistan ve Gürcistan ile kurmuş olduğu ilişkiler çerçevesinde Türkiye'nin kuzey ve doğusunun Yunanistan ile çıkar birlikteliği içinde olan ülkelerce çevrelenmiş olması Türkiye'nin bu işbirliğini dikkatle izlemesine neden olmuştur. [174]

Yunanistan'ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü'ne [175]katılmasını bu ülkenin Kafkaslar ve Ortaasya'da yaşamakta olan Yunan asıllılar ile ilişkilerini güçlendirme politikası çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. Nitekim, 1996 yılında Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Alexanderos Philon tarafından yazılan bir makalede şu görüşlere yer verilmektedir;

"Yunanistan'ın Kafkaslar ve Ortaasya bölgesindeki dış politikasına ilişkin tüm yaklaşımları içerisinde yaklaşık yarım milyonu Yunan kökenli halkın varlığı önemli bir yer tutmaktadır. Bunların önemli bir bölümü Karadeniz bölgesinde ve Rus Kafkaslarının güney bölümünde yaşamaktadırlar. 125.000'den fazla Yunan kökenli insan doğu ve güney Ukrayna'da  Maripul ve Donetsk bölgelerinde, tarihi Odessa kenti ve Kırım yarımadası'nda olduğu kadar Azak Denizi çevresinde yaşarken, 120.000'den fazla Yunan kökenli ve Krasnodar Yönetim Bölgelerinde, özellikle Anapa, Vody, Vladikavkaz (Kuzey Osetya'da), Machachkala (Dağıstan) vb ve Stavropol'un köy ve  şehirlerinde yaşamaktadır.Bunlara ek olarak, çok sayıda Yunan kökenli Pontus halkı (80.000 civarında) Gürcistan'da (Tiflis, Rustavi, Kutaisi ve Tsalka köylerinin dağlarında) ve komşu Ermenistan'da (5.000 Erivan, Allahverdi vd) yaşamaktadır.

Ortaasya'da ise Yunan kökenlilerin önemli bir bölümü Kazakistan'da (40.000 kişi Almaty'da), Özbekistan'da (yaklaşık 5000 kişi Taşkent'te) ve daha az oranda Kırgızistan'da (600 kişi Bişkek'te) yaşamaktadır.

Yunanistan için temel  dış politika önceliği, bu insanların ilgili ülkelerle aramızdaki daimi bir dostluk ve işbirliği bağı olarak etkin bir rol üstlenmeleri için onların varlığını korumak ve anavatanla olan ekonomik, dilsel ve kültürel bağlarını daha fazla geliştirmektir." [176]

Dolayısıyla, Yunanistan'ın KEİÖ çerçevesinde yürütmekte olduğu girişimlerinin bu ülkenin Türkiye ile olan ilişkilerinde bir tür lobi faaliyetine dönüşüp dönüşmeyeceği olasılığı göz önünde bulundurulmak zorundadır. Bu bakımdan Türkiye ve Yunanistan  arasında çatışmacı ilişkiler sürdüğü taktirde KEİB bu ülkelerin mücadele ve üstünlük arayışlarına sahne olabilecek bir yapısal nitelik taşımaktadır. 
  
 


173- 1993 yılında Ermenistan ve Azerbaycan'da, 1995 yılında da Gürcistan'da büyükelçilik kuran Yunanistan, bu ülkelerdeki ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel etkinliklerini arttırmaya başlamıştır. Bu bağlamda, 1995 yılından itibaren bu politikalarını "ekonomik diplomasi" olarak adlandırarak Yunan Dış Politikası'nda yeni düzenlemeler yapmış, diplomatik misyonlarının bulundukları ülkelerde Yunan işadamları ve yatırımcılarına destek olmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Yunan Dışişleri Bakanlığı bünyesinde İkili Ekonomik İşbirliği Koordinasyon Bürosu oluşturulmuş; büro, ekonomik önceliklerin yoğunlaştığı alanları enerji, telekomünikasyon, taşımacılık, altyapı /inşaat ve gemicilik olarak belirlemiştir. Bu tarihten sonra Yunanistan'ın Karadeniz bölgesi ve Orta Asya ülkelerindeki ilişkilerinin hızla arttığı ve Yunan işadamlarının bu ülkelerde ortak yatırımlarını hızlandırdığı görülmüştür. Yunanistan'ın, Ermenistan'a bu bağlamda yapmış olduğu insani yardımlar ve Karadeniz Fiber Optik Kablo Sistemi'ne ilişkin yatırımları dikkat çekicidir. 
174- Bu konuda bkz; Alan Makovsky, "The New Activism in Turkish Foreign Policy" SAIS Review, Winter-Spring 1999, s.107. 
175- Örgütün merkezi İstanbul'da ve bankası ise Selanik'te bulunmaktadır. 
176- Alexandros Philon, "Greek Foreign Policy Perspectives in the Caucasus, Black Sea and Central Asia", Thesis, Spring 1997, Vol. I, Issue, 1, Hellenic Ministery of Foreign Affairs, Athens.

Uyuşmazlıkların AB Yükümlülükleri Çerçevesinde Çözülmesi Olasılığı


Yunanistan'ın yapmış olduğu resmi nitelikli açıklamalarda diplomatik bir yaklaşımla Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğine karşı olmadıklarını ve hatta desteklemiş olduklarını dile getirmekle beraber, bunun gerçekleşebilirliği söz konusu olduğunda ise, Türkiye'nin yapısal özelliklerinin AB kriterlerine uygun olmadığını ileri sürerek üyeliği bu kriterlere uygun gelişmelere bağlamaktadırlar. Gerçekten de, bu durum, 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin aday ülkeler arasında yer almasına olanak sağlayan görüşmeler sırasında Yunanistan'ın vetosunun aşılıp aşılamayacağı kuşkularını arttırmış, vetonun aşılması ise, iki ülke görüşlerinin ortak bir zeminde buluşturulması ile sağlanabilmiştir. Zirve öncesi yapmış olduğu açıklamada Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu;

"Türkiye'nin adaylığını hemen herkes kabul ediyor, ancak Türkiye çok fazla istekli. Türkiye ile AB konusundaki diyalogumuz son aşamasına geldi. Helsinki'de sonuç ne olursa olsun karşılıklı dostane işbirliğini iki halkın yararına olacak şekilde devam ettirmeliyiz....Türkiye AB konusunda gerekli standartları yerine getirmekle yükümlüdür... Şu ana kadar sorunlarımızı çözemedik. Ancak Türkiye'ye adaylık statüsü verilirse biz bunu hoş karşılayacağız. AB üyeliği Türkiye için hem şans hem de reform niteliğindedir. Helsinki'de olumlu sonuç alınmasını umuyorum. Türkiye aday olursa Kıbrıs ve Ege konularında Kopenhag kriterlerine uymak durumunda kalacaktır" [165]
demiştir.Türkiye Dışişleri Bakanı İ. Cem ise, zirve öncesi yapmış olduğu açıklamada,

"AB, Türkiye'yi dışlayarak Ege'yi ikiye bölerse, Yunanistan ile Türkiye arasında potansiyel bir karşıtlık durumu yaratmış olur. AB karar verirken bunu öncelikle düşünmeli... Kimsenin fazladan bir yakınlık göstermesini beklemiyoruz. Diğer aday ülkelere uygulanan kriterler ne ise onların uygulanmasını istiyoruz. AB bunun kararını almış. Agenda 2000 belgesinde de yazmış. Biz bunları uygularız. Ama eğer AB Helsinki'de başkaları için yapmadığını sırf Türkiye aday oldu diye yapmak isterse, kuralda olamayan fazlalıkları sırf Türkiye geliyor diye ortaya koyarsa... İşte o zaman olmaz" [166]
demiş ve Türkiye'nin kararlılığını dile getirmiştir.Papandreu ve Cem'in yapmış olduğu bu açıklamalar, zirve öncesinde uzlaşma zemininin bulunabileceği ve Türkiye'nin adaylığının Yunanistan tarafından veto edilmeyeceğine ilişkin beklentileri  güçlendirmiştir. Nitekim, 10-11 Aralık tarihleri arasında yapılan görüşmelerde Türkiye'nin adaylığına ilişkin pazarlıklar içerisinde Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri ilgilendiren konularda pürüzler giderilmeye gayret edilmiş ve sonuçta Türkiye'nin aday ülkeler arasında yer almasına karar verilmiştir. Bu arada söz konusu kararda Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların, Gündem 2000'de de yer aldığı şekliyle, 2004 yılına değin taraflar arasında yürütülecek görüşmelerle çözüme vardırılması gerektiği, çözüme ulaşılamadığı taktirde 2004 yılında konunun Avrupa Konseyi'nde yeniden gözden geçirilmesi kabul edilmiştir. Bu durum ise, farklı yorumlara yol açmıştır. [167]Yunanistan, söz konusu tarihi Türkiye ile olan sorunlarını Uluslararası Adalet Divanı'na götüreceği nihai tarih olarak gördüğünü açıklamıştır. Simitis yaptığı açıklamada,

"Biz Türkiye'yle aramızdaki kıta sahanlığı sorununu çözmek istiyoruz.. Gidişatta başka sorunların olmayacağını sanıyorum. Eğer yeni sorunlar olursa bunu da göz önüne alacağız. Önümüzde 2004'e kadar uzun bir zaman var. Biz bu tarihe kadar olumlu adımlar atılacağına inanıyoruz. Eğer sorunumuz o tarihe kadar çözülmezse, Lahey Adalet Divanı konusundaki kararı gündeme getireceğiz"
demiştir. [168]Dışişleri Bakanı Cem'in yapmış olduğu açıklamaya göre ise;

"Metindeki 2004 tarihi, Lahey'e gitme tarihi değil, AB'nin konuyu tekrar gözden geçirme tarihidir. AB tarafından bu konuya resmen açıklık getirilmiştir... Müzakere yoluyla karşılıklı uyum yollarının tıkanması durumunda meselenin Uluslararası Adalet Divanı'na gidebileceğini biz zaten öteden beri söylüyoruz. Biz Yunanistan ile bir çok sorunların müzakere yoluyla çözümünden yanaydık. Metin, müzakere imkanı getiriyor." [169]

AB'nin genişlemesine ilişkin kuralları düzenleyen ve 15 Temmuz 1997'de kabul edilen Gündem 2000 belgesinde uyum çalışmaları çerçevesinde dile getirilen sınır sorunlarına ilişkin hükümler, üyeliğe aday devletlerin mevcut sorunlarını üyeliklerinden önce çözmelerini gerektirmektedir. Söz konusu metine göre;

"Genişleme sınır çatışmalarının (AB'ne) ithal edilmesi demek değildir. Genişleme anlaşmalarından beklenen devletler için güçlü bir dürtü olarak her türlü sınır çatışmalarını çözmekle ilgilenmektir. Mayıs 1994 ve Mart 1995 arasında Birlik tarafından gerçekleştirilen İstikrar Paktı da bu bakımdan etkilidir. Bugün düşük yoğunluktaki çeşitli sorunlar aday ülkeler arasında çözümlenmeyi beklemektedir.Litvanya ve Latvia arasındaki deniz sınırlarına ilişkin sorun anlaşma aşamasında iken, Macaristan ve Slovakya arasında Danube Barajı üzerindeki ihtilaf Uluslararası Adalet Divanı'nın önündedir. Adaylığa başvuruda bulunan bazı ülkeler de üçüncü ülkelerle çözümlenmemiş sorunlara sahiptirler. Komisyon, uyumdan önce, başvuran ülkelerin kendi aralarında veya üçüncü ülkelerle olan her türlü önemli sınır sorunlarını çözmek için her türlü çabayı göstermesi gerektiğini düşünmektedir. Aksi taktirde taraflar anlaşmazlığın Uluslararası Adalet Divanı'na götürülmesinde anlaşmalıdırlar.

Herhangi bir olayda, tüm aday ülkeler,  bu nedenle, görüşme süreci tamamlanmadan önce, Macaristan ve Slovakya'nın daha önce belirtilen anlaşmazlıkta halihazırda yapmış oldukları gibi, mevcut veya gelecekteki bu nitelikteki herhangi bir sorunda Uluslararası Adalet Divanı'nın zorunlu yargı yetkisini önkoşulsuz olarak peşinen kabul ettiklerini karara bağlamalıdırlar" [170]

Bu çerçevede düşünüldüğünde, Gündem 2000,  Türkiye'ye AB'ne tam üye olabilmesi için öncelikle Yunanistan ile olan her türlü sorununu çözmesi veya çözümsüzlük durumunda da Uluslararası Adalet Divanı'nın yargı yetkisini tanıyarak davadan çıkabilecek sonucu önceden kabullenmesi yükümlülüğünü getirmektedir. AB'ne adaylık söz konusu olduğunda, Yunanistan ile ilgili olarak uyuşmazlıkların keskinleştiği konular ise, Ege Denizi'ne ilişkin uyuşmazlıklar, özellikle kıta sahanlığı sorunu, Kıbrıs'taki Türk askeri varlığının geri çekilmesi ve Kıbrıs'ın AB'ne tam üyeliğine karşı çıkılmamasıdır.G. Papandreu'nun 20 Ocak 2000'de Türkiye'ye yapmış olduğu ziyaret sırasında açıklamış olduğu şekliyle Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasından önce Kıbrıs'ın (Kıbrıs Rum Yönetimi'nin) AB'ye tam üyeliğinin gerçekleştirilmesi düşünülmektedir. Papandreu'ya göre; "Kıbrıs Rum kesiminin AB'ye üyeliğinin Türkiye için avantajlı olacaktır", "Kıbrıslı Türkler AB'de temsil edilecek. Türkçe resmi dil kabul edilecek. Türkiye AB'ye üye olmadan, AB, Türkiye fikrine alışmış olacak. Bu, Türkiye'yi AB'ye götürecek bir ara yol olacak"tır. [171] Türkiye, özünde Uluslararası Lahey Adalet Divanı'na gidilerek iki ülke arasındaki sorunları çözme yaklaşımına karşı çıkmadığını açıklamıştır. Türkiye'nin görüşüne göre, iki ülke Divan'a başvurmadan önce görüşme sürecini başlatmalı ve bu süreç içerisinde, iki ülke arasındaki sorunların varlığını saptamalı ve daha sonra hangi sorunların Divan'a götürüleceğine karar vermelidirler. Gerçekte, Yunanistan, Türkiye ile arasındaki sorunun sadece Ege Denizi kıta sahanlığının belirlenmesi olduğunu ve Divan'a götürülecek sorununun da kıta sahanlığı sorunu olduğunu dile getirmektedir. Türkiye ise, Ege Denizi'ndeki iki ülke arasındaki tek sorunun kıta sahanlığı olmadığını, karasularının genişletilmesi, FIR sorumluluk bölgeleri, adaların silahlandırılması, statüsü belirlenmemiş ada ve kayalıkların durumu vb. konularda iki ülke arasında görüş ayrılıklarının bulunduğunu ileri sürmektedir.

Bir başka açıdan ele alındığında ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın öngörülen süre içerisinde çözüme kavuşturulup kavuşturulamayacağı, tarafların Lahey Adalet Divanı'na başvuru konusundaki tutumları AB'nin oluşturmaya çalıştığı Ortak Savunma ve Dış Politika'nın da geleceğini, işlerliğini yakından ilgilendirmektedir. Kardak bunalımı sırasında Avrupa Birliği Parlamentosu'nun almış olduğu Yunanistan'ı gözeten kararı ile Türk - Yunan uyuşmazlığı konusundaki tutumunu sürdüreceğinin işaretini vermiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, AB, Türk - Yunan uyuşmazlığında doğrudan taraf olarak davranmaya başlamış bulunmaktadır. Bu da Yunanistan'ın AB sürecinde ağırlığını koruduğunu göstermekte ve AB'nin benzer yaklaşımını sürdürebileceği kuşkusunu arttırmaktadır. [172] 
  
 


165- Murat İlem, "Adaylığı Olumlu Karşılarız", Cumhuriyet, 8 Aralık 1999, s. 9. 
166- "Cem: AB'ye Muhtaç Değiliz", Cumhuriyet, 9 Aralık 1999, s. 9. 
167- "Lipponen'in Ecevit'e Tarihi Mektubu", Hürriyet, 12 Aralık 1999, s. 22. 
168- Murat İlem, "Yunanistan Başbakanı, Barışta Kararlı", Cumhuriyet, 15 Aralık 1999, s. 9. 
169- "Ankara: Geri Adım Atmayız", Cumhuriyet, 12 Aralık 1999, s. 11. 
 AB dönem başkanı Finlandiya Başbakanı Paavo Lipponen'in Başbakan Ecevit'e göndermiş olduğu mektupta, "4. paragrafta 2004 tarihi, Uluslararası Lahey Adalet Divanı nezdinde anlaşmazlıkların çözüleceği son tarih değil, Avrupa Konseyi'nin durumu yeniden gözden geçireceği tarihtir. 
Kıbrıs'a gelince, politik bir çözüm Avrupa Birliği'nin amacıdır. Kıbrıs'ın üyeliğe kabulüne gelince Konsey karar alırken tüm ilgili faktörler göz önüne alınacaktır" denilmektedir. "Lipponen'in Ecevit'e Tarihi Mektubu", Hürriyet, 12 Aralık 1999, s. 22. 
170- "Border Disputes", http://europa.eu.int/comm/enlargement/agenda2000/strong/22.htm  B. Tarihi: 4 Aralık 1999 
171- "Papandreu: Tabuları Yıkalım", Cumhuriyet, 22 Ocak 2000, s. 9. 
172- Bu konuda bkz; Seyfi Taşhan, "A Turkish Perspective on Europe-Turkey Relations on the Eve of the IGC", Foreign Policy, Vol:XX N: 1-2 1996, ss.64-65.; Oya Akgönenç, "E.U. Policies and Turkey's Security Concerns in the Eastern Mediterranean Region", Foreign Policy, Vol: XXII, N. 12,

Sayfa 5 / 13

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik