İKİLİ İLİŞKİLER
  • Üyelik

KARŞILIKLI ALGILAMALAR

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlığın iki ülke arasında çıkabilecek bir savaş riskini taşımakta oluşu, bu ülkelere dış politika kararlarını belirlerken diğer ülkenin davranışlarını bütün yönleriyle dikkate alma zorunluluğunu yüklemektedir.

TARİHSEL NEDENLER 

Günümüz Türk - Yunan ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini, iki ülkenin ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği oluşturmaktadır.

İKİLİ İLİŞKİLERİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 

Türkiye ve Yunanistan, ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarına kadar uzun bir tarihsel birlikteliği paylaşmışlardır.[1] İstanbul’un Türkler tarafından fethinden 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunan ulusu, Türklerin egemenliği altında Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomik yaşantısında olduğu kadar, askeri ve siyasi yaşamında da etkin roller üstlenerek aynı kadere ortak olmuşlardır. Böylesine uzun bir süre birlikte yaşanmış olmasına rağmen, Osmanlı Devleti içerisinde Yunanlıların ulusal kimliklerini koruyabilmiş olmalarının belki de en önemli nedeni, Osmanlı toplumsal sistemindeki yapılaşma olsa gerek. Gerçekten de, fetih esası üzerine kurulmuş olan Osmanlı sisteminde kazanılan yeni topraklar üzerinde yaşayan halklar, Müslüman olan ve olmayan ayrımına tabi tutularak sınıflandırılmış ve ayrımda din ögesi ön planda bulunmuştur.[2]

ocalanAtilla, Uğur, Abdullah Öcalan'ı Nasıl Sorguladım:İşte Gerçekler, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2011.

Uğur'un kitabında sorgu sırasında Öcalan Yunanistan'ın vermiş olduğu ekonomik, siyasi ve askeri destekler hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmakta. Ayrıca, Suriye'den ayrılmasından Kenya'da yakalanmasına kadarki evrede Yunanistan'daki siyasiler, sivil toplum kuruluşları ve istihbarat mensupları ile ilişkilerine de açıklık getirmektedir.

1964 KARARNAMESİ

 

{pdf}images/belgeler/64karrnamesi.pdf{/pdf}

1998 Abdullah Öcalan ve PKK Bunalımı

yunanpkk

Türkiye açısından ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğüne yönelik tehditlerin doğrudan komşu bir ülkeden kaynaklanması gerekmemektedir. PKK ayrılıkçı terör örgütüne yönelik mücadelesi sırasında ortaya çıkan bulgular ışığında değerlendirildiğinde komşu ülkelerden bu örgütlere önemli ölçüde lojistik ve siyasi destek verilmekte olduğu görülmüştür. Komşu ülkelerin sağlamış olduğu desteklerle gelişen ve uzun yıllar Türkiye’yi maddi ve manevi kayıplara uğratan terör örgütlerinin dış bağlantıları arasında Yunanistan’ın oynamış olduğu rol dikkat çekicidir.

Türkiye’nin elde etmiş olduğu bulgulara dayanarak Yunanistan’a yapmış olduğu uyarılara karşın bu desteğin sürdürülmek istenmesi ve uluslararası kamuoyunda meşrulaştırma çabalarına girişilmesi, Türkiye’nin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü, çıkarları açısından Yunanistan’ı açık bir tehdit kaynağı olarak kabul etmesine yol açmıştır. Türk siyasi ve askeri kadrolarının bu konudaki bilgilerinin kitle iletişim araçlarında yer alması Yunanistan’a ilişkin kamuoyu yargılarının pekiştirmiştir.

Yunanistan’ın ve Yunanlı politikacıların PKK terör örgütüne vermiş oldukları siyasi destek giderek uluslararası kamuoyu önünde açıktan yürütülmüştür. Yunanlı politikacılar ve askerler PKK örgütünün Suriye, Irak ve Lübnan’daki üslerini ziyaret ederek desteklerini ifade etmişlerdir.

Askeri bakımdan örgüte verilen destekler ise ayrı bir boyutta ele alınmalıdır. Terör örgütünün sürdürdüğü mücadele sırasında gereksinim duymuş olduğu silahları kısmen Irak’taki depolardan kısmen dağılan eski SSCB ülkelerinden ve Afganistan’dan satın almış olduğu biliniyor. Ancak, bu silahların ötesinde özellikle helikopterlere karşı etkili bir mücadele yapabilmek için elde etmeye çalıştıkları füze sistemlerini elde etmelerinde Yunanistan’ın rol oynadığı yakalanan teröristler tarafından doğrulanmıştır.[1]

Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerde doğrudan bir sorun olarak karşımıza çıkması terör örgütünün bu ülkede açıktan açığa örgütlenmeye başlaması ve Yunan askeri ve siyasi makamlarının örgütün faaliyetlerini kolaylaştırıcı hatta yönlendirici bir politika izlemesiyle olmuştur.

Türkiye’nin 1980’lerin ilk yarısından bugüne güneydoğuda sürdürmekte olduğu ayrılıkçı teröre karşı mücadelede göstermiş olduğu askeri başarının siyasi alanda da etkisini göstermesi 1998 yılında örgüt liderlerinden Şemdin Sakık’ın Irak’ta ve Abdullah Öcalan’ın da Kenya’da, Türk istihbarat timlerinin yürüttükleri birer operasyon sonucunda ele geçirilmesiyle olmuştur.[2]

Bu iki önemli ismin Türk istihbarat timlerince ele geçirilmesi süreci örgütün uluslararası bağlantılarının gün ışığına  çıkmasını sağlamıştır. Sakık’ın yakalanmasının ardından Türkiye’nin örgütün lideri olarak kabul edilen A. Öcalan’ın yerleşmiş olduğu Suriye üzerinde uygulamış olduğu askeri ve siyasi baskı olumlu sonuç vermiş ve Öcalan Suriye’yi terk etmek zorunda kalmıştır.[3] Suriye dışında Öcalan’ın yerleşebileceği ülkeler arasında Rusya, Ermenistan, İran, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerin adları gündeme gelirken Türkiye bu ülkelerden Öcalan’a sığınma ve yerleşme hakkı vermemelerini istemiştir. Bu süreç, PKK’nın Türkiye’deki eylemlerinin uluslararası bir nitelik taşıdığının gerek ulusal gerekse uluslararası kamuoyunda açıktan tartışıldığı bir dönem olarak dikkatleri çekmektedir. Türkiye ulusal güvenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik fiili bir tehlike ile yoğun bir mücadele verirken zaman zaman uluslararası baskıları göğüslemek durumunda kalabilmiş ve bu mücadelesinde yalnız bırakılmıştır. Bu durum İran, Suriye, Irak, Ermenistan ve Rusya bakımından kısmen anlaşılır olmakla birlikte, özellikle İtalya, Yunanistan, Hollanda, Belçika  ve Almanya gibi, Türkiye’nin ittifak ilişkileri içerisinde olduğu ülkelerin yaklaşımları bakımından daha önemlidir. Bu ülkeler, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliği için yürütmüş olduğu mücadeleyi desteklemek yerine engellemişlerdir.

Özellikle Yunanistan ile sorunlar çerçevesinde, Türkiye’nin bu ülkeye yönelik tepkisi uzun süre sonuçsuz kalmış ve Yunanistan, PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul etmediğini ve bu örgütün yürütmüş olduğu silahlı mücadeleyi de insan hakları ve demokrasi bakımından değerlendirmekte olduğunu ifade etmiştir.[4] Gerçekten de Yunanistan’da siyasiler Yunanistan’ın PKK ve Öcalan ile olan bağlarını gözlerden kaçırmaya çalışmışlardır. Örneğin Konstantin Stefanopoulos (Yunanistan Cumhurbaşkanı), Yunan Paradoksu adlı kitaba yazmış olduğu makalede şu görüşlere yer vermektedir; “Yunanistan Türkiye’ye karşı hiçbir hasmane eylem içerisinde değildir. Ülkemizin Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) üyelerini aktif biçimde desteklediği ve eğittiği iddiası tümüyle yanlıştır ve bu nedenle de Türkiye iddiasını destekleyecek en ufak bir kanıt dahi bulamamıştır.”[5]

Dolayısıyla, Yunanistan’ın terör örgütüne vermiş olduğu desteği protesto eden Türkiye’nin bu protestosu, uzun süre Yunanistan tarafından reddedilmiş, fakat Öcalan’ın  Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliği’nde saklandığının açığa çıkması ve yakalanmasının ardından Yunanistan, durumu kabullenmek zorunda kalmıştır.[6]

Cumhurbaşkanı Demirel, Öcalan’ın Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği konutunda saklandığının ortaya çıkması ve Yunanistan’ın sorumluluğunun belli olmasının ardından, yapmış olduğu bir açıklamada Yunanistan’ı “haydut devlet” olarak nitelendirmiş ve uluslararası hukuka uymadığını, terörü destekleyen ülkeler arasında yer alarak dostluk ve müttefiklik kimliği ile bağdaşmayan bir davranış sergilediğini belirtmiştir. Ayrıca, Yunanistan’ın bu politikasından vazgeçmediği taktirde Türkiye’nin BM ilkeleri doğrultusunda meşru savunma hakkını kullanarak gerekli tepkiyi göstereceğini vurgulamıştır. Cumhurbaşkanı Demirel, Manila’da yapmış olduğu basın açıklamasında; “PKK’nın en büyük destekçileri arasında yer alan ve son olaylarla ‘suçüstü yakalanan’ Yunanistan’ın ‘terörü destekleyen ülkeler’ listesine alınmasını” istemiş ve “Yunanistan’ın yasadışı davranışlarını sürdürmesi durumunda Türkiye’nin ‘uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaa hakkını kullanacağını” vurgulamıştır. “Yunanistan, sığınacak yer arayan PKK teröristlerine melce sağlamakta, bunlara eğitim kolaylıkları ve lojistik destek vermektedir. Yunanistan PKK’nin terör eylemlerini hiçbir zaman kınamamıştır. Tersine Yunanistan, kısa bir süre önce bir kez daha PKK terör örgütünü ve onun elebaşı Öcalan’ı terörist olarak görmediğini açıklamıştır. Nihayet son olarak Kenya’da ele geçirilmesinden önce Yunanistan tarafından kendine sağlanan yardım ve bunun bizzat Yunanlı yetkililer tarafından itiraf edilmesi, her şeyi açıkça gözler önüne sermiştir. Bu gelişmeyle birlikte Yunanistan ve suç ortağı Kıbrıs Rumları, terörizmle ilişkilerinde suçüstü yakalanmışlardır.”

“Böyle bir ülke ancak ‘yasadışı bir devlet’ olarak tanımlanabilir. Yine de Yunanistan’a bir şans daha vermek istiyoruz. Bu çerçevede Yunanlı yetkilileri bir kez daha medeni ve hukuka saygılı her ülkenin yapması gerektiği gibi uluslararası hukuk çerçevesinde yükümlülüklerine uymaya davet ediyorum. Bununla birlikte, şayet yasadışı davranışlarını sürdürmeyi tercih ederlerse, uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaaya dönük gerekli tedbirleri alma hakkımızı saklı tutuyoruz.”[7]

Demirel’in Yunanistan’a ilişkin konuşmasını değerlendiren Şükrü  Elekdağ’a göre, “Demirel’in Yunanistan’a yönelik sözleri ... mesajın sert bir uyarıdan daha fazla bir ağırlığa sahip olduğu ve bir nevi ültimatom niteliği taşıdığı anlaşılır. Türkiye bu şekilde konuşmakta haklıdır. Çünkü Birleşmiş Milletler’in  (BM) terörle mücadele ve saldırının tarifine ilişkin kararları ve BM Yasası’nın 2/4. Maddesi ışığında, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef alan bir terörist örgüte destek veren ve onu topraklarında barındıran Yunanistan, bu tutumuyla ülkemiz için bir tehdit oluşturmaktan da öteye fiilen ve hukuken saldırıda bulunmaktadır.”[8]

Sami Kohen’in değerlendirmesine göre ise, Demirel’in konuşmasında dile getirmiş olduğu “Yunanistan’ın terörizme destek veren, yataklık eden  ülkeler listesine dahil edilmesi” ve “uluslararası hukuktan doğan meşru savunma hakkının saklı tutulduğu” ifadeleri “Yunanistan’ın aynı tavrı sürdürmesi halinde, Türkiye'nin bunu bir ‘savaş nedeni’ sayacağı anlamına geliyor.”[9]

Öcalan’ın Yunanistan ile olan bağlantılarının ortaya çıkması, Türkiye’nin bu ülkeye yöneltmiş olduğu suçlamalarının temelsiz olmadığını göstermiştir. Nitekim Öcalan’ın basına yansıyan ifadelerinde ve yargılaması sırasında yapmış olduğu açıklamalarda Suriye’den ayrılmasının ardından sığınmak için ülke arayışlarında Yunanistan’daki örgüt elemanlarından ve Yunan istihbarat örgütü ve siyasilerinden nasıl yardım gördüklerini açıkça sergilenmiştir.   Basında Yunanistan Hükümeti’nin olaydaki sorumluluğuna ilişkin değişik yorumların yer almasına karşın, Yunanistan’da hükümet olayın hükümetin inisiyatifi dışında gelişmiş olduğunu ileri sürerek sorumlular hakkında yargıya başvurmuş ve Dışişleri Bakanı T. Pangalos, İçişleri Bakanı Papadopulos ve Kamu Düzeni Bakanı Peçalnikos istifa etmiştir.[10] Atina Savcılığı’nın Öcalan’ın Yunanistan’a yasadışı biçimde getirilmesi olayını soruştururken hazırlamış olduğu raporda dile getirdiği şekliyle; “Özellikle Öcalan’ın yasadışı biçimde Yunanistan’a getirilmesi ve misafir edilmesi, Türkiye’ye karşı düşmanca bir girişim olarak nitelendirilebilir. Türkiye’nin, bu tür girişimlerin savaş nedeni olacağı yolundaki tezi zaten biliniyor. Bu hareketler, hükümetin onayı ile yapılmamıştır ve hükümetin Öcalan’ın ülkeye gelmesinin milli açıdan zararlı olduğu ve kendisine sığınma hakkı tanınmayacağı yolundaki tezine de aykırıdır. Yunanistan’ın zor durumda kalmasına yol açan bu hareket, Türkiye'nin Yunanistan’a karşı düşmanca bir girişimde bulunmasına da yol açabilir. Türkiye’nin bu konudaki bilinen tezi çerçevesinde, Öcalan’ın ülkeye getirilmesinin, Türk halkının Yunanistan’a karşı düşmanlık duymasına ve iki ülke arasında gerginlik doğmasına yol açması doğaldır.”[11]

Öcalan’ın yakalanmasının ardından Yunanistan’da meydana gelen gelişmelere bakıldığında olaya adları karışanların ifadeleri oldukça ilginçtir, örneğin emekli amiral A. Naksakis, savcılığa vermiş olduğu ifade sonrasında yaptığı açıklamada Simitis hükümetini suçlayarak, “Öcalan’ı ben getirdim ancak, vicdan azabı çekiyorum, tutuklanmasına istemeden neden oldum... Öcalan’ın tutuklanmasına neden olan operasyonu gerçekleştiren hükümet şimdi, sorumluluğu alt düzeyde yetkililere yüklemek istiyor” demiştir.[12] Bu açıklama  Öcalan’a atfedilen ifadelerde dile getirilen görüşlere koşut çıkarsamalar yapılabilmesine olanak vermektedir.  Öcalan ifadesinde  9 Ekim günü yanında Yunanca bilen ve Yunanistan temsilcisi olan Rozerin [Rozalin] kod adlı Ayfer Kaya ile Suriye’yi terk ederek Yunanistan’a gidişini şu şekilde anlatmaktadır; “... Yunanistan’a geldiğimizde o zamana kadar bana büyük ilgi gösteren, PKK’ya dost olduğunu ifade eden Yunanistan, son derece kötü yüzünü gösterdi. Bana 3 saat içinde ‘ya  geldiğin yere geri döneceksin veya istediğin yere gideceksin’ dediler. Bu arada  Rozerin [Rozalin], Yunan servisinden Dimitris ile görüştü....  29 ocak 1999 tarihinde Rusya’dan ayrıldık... Bana Badovas ve Nagazakis [Naksakis] büyük güvence verdiler. Yunanistan’a kabul edileceğimi söylediler. Yunanistan’a geldik,... ancak yetkili  ve sorumlu durumda olan Dimitris beni görünce yeniden hırçınlaştı, derhal gönderileceğimi söyledi.”[13] Uzun yıllar Türkiye’ye yönelik eylemlerine verdikleri her türden desteğin sonucu olarak Öcalan ve PKK’nın Yunanistan’ı doğal müttefik olarak algılamış olduğu görülmektedir. Ancak, PKK’ya verilen desteğin Türkiye ile sıcak bir çatışmaya yol açabilecek olması veya bu ilişkinin bir Türk – Yunan sorunu olarak algılanmaya başlanması tehlikesi, Yunanistan’ın politikasını değiştirmesine neden olmuştur. Bu politika değişikliği ise, doğal olarak, PKK ve Yunanistan’daki destekçileri tarafından davaya ihanet olarak değerlendirilmiştir. Örneğin, Öcalan’a Kenya’da refakat edenlerden Ş. Dilan Kılıç, Atina’da yapmış olduğu basın toplantısında Simitis’i eleştirerek “Öcalan’ın, Türkiye’ye ‘uluslararası ortak bir komplo’ ile teslim edildiğini ve komploya taraf olanların CIA, MOSSAD, Türkiye, Kenya, Rusya ve Yunanistan olduğunu iddia” etmiş... “Yunan tarafında komplonun kahramanlarının, Başbakan Simitis, istifa etmiş üç bakan ve görevden alınmış Yunan Gizli Haberalma Örgütü Şefi olduğunu” belirtmiştir. “Simitis’in ahlak düzeyinden şüpheliyiz, ahlaksız çabalarda bulundu. Simitis ve Pangalos bile bile Öcalan’ı teslim ettiler”.[14]

Bir başka değerlendirmeye göre ise, “Herkes, Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ettiğimize ve olayın fiyasko ile sonuçlandığına inanıyor. Ama sakin kafa ile düşünebilenler, hükümetin gizli servisler ve iktidar partisi içindeki ‘aşırı milliyetçi’ gruplara teslim olduğunu ve Öcalan’ın bunlar tarafından emrivaki ile Yunanistan’a getirildiğini  biliyor. PASOK, kuruluş yıllarındaki günahlarının etkisinde hareket etti”.... “1997’de Öcalan’ı Atina’ya  davet eden mektubu, 75 Yeni Demokrasi Partisi (YDP) üyesi de imzalamıştı. Ama artık YDP, sırf Türklere karşı diye Kürtlere destek vermekten yana değil. Öcalan’a sığınma sağlanmasının faturasının da çok ağır olacağını biliyorlar.”[15]

Yunanistan’ın Washington Büyükelçisi  Aleksandros Filon’un ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı M. Grossman ile yapmış olduğu görüşmeyi aktaran Y. Çongar’ın dile getirdiğine göre; “...Filon’un söylediği başka bir şey daha  vardı; o da, Yunanistan’da ‘Kürt davasına yaygın sempati beslendiği’dir. Yunan Büyükelçisi, bu sempati nedeniyledir ki, Öcalan operasyonunun ‘gizli’ yürütüldüğünü savunuyor. Ona göre, Atina’nın niyeti Öcalan’dan kurtulmak, onu üçüncü bir ülkeye göndermekti; Türkiye’ye iadesi ‘idam cezasının varlığı nedeniyle’ mümkün değildi. Ancak eğer Öcalan’ın Yunanistan’a sığınmaya çalıştığı ilan edilseydi, hem Ankara – Atina arasında çok büyük bir gerginlik doğabilirdi, hem de Filon’un sözleriyle, ‘Yunanistan’da bir çok kişi ona sığınma hakkı tanınması yönünde baskı yapardı. Oysa biz bu, hakkı vermemeye kararlıydık”.[16]

Türkiye’de ise, PKK / Öcalan – Yunanistan bağlantısı gelişmelerle gözler önüne serildiğinde kamuoyu Yunanistan’ın ilişkilerde samimi ve inandırıcı olmadığının uluslararası kamuoyuna anlatılması gerektiğini dile getirmiştir. Bu doğrultuda Yunanistan’ın izlemiş olduğu bu politikanın ilişkilere vermiş olduğu zararı ABD, NATO, Avrupa Konseyi gibi uluslararası platformlarda dile getirmiştir. Yunanistan’ın terörizme destek veren bir ülke olduğu ve bunun sakıncaları anlatılmıştır.

Türkiye’de on binlerce can kayıbına neden olan terör hareketine Yunanistan’ın vermiş olduğu desteğin uluslararası kamuoyunun gözü önünde ortaya çıkarılmış olması Türk kamuoyunda Yunanistan’a olan bakışı da etkilemiştir. Yunanistan, özellikle terörden zarar görmüş insanlar bakımından terör örgütü ile özdeş görülmüştür. Dost ve düşman kavramları ülkeler için kullanıldığında Yunanistan’ın düşman olarak görüldüğünü söylemek -bu dönem için en azından- daha kolay ve gerekçelendirilebilir olmuştur.

Yunanistan’da ise, hükümet uluslararası kamuoyu önünde ayrılıkçı terör örgütünü destekleyen bir ülke olarak en az terör örgütü kadar suçlu olma suçlamalarından kurtulabilmek için bunun bir hükümet politikası olmadığını ve olaya karışanların cezalandırılacağını göstermeye çalışmıştır.[17] Ancak hükümetin/devletin kimi birimlerinin bu işin içinde olduğuna dair kanıları değiştirmek mümkün olmamıştır; en azından Türkiye için.

Bununla birlikte, Türkiye, Yunanistan ile diyalog sürecini başlatacak bir adım atmış ve diyaloga açık olduğunu göstermiştir. Başbakan Ecevit, Yunanistan’da yayın yapan Mega TV’de yayınlanan Kara Kutu adlı programda yapmış olduğu konuşmada “Yunanistan, Türkiye’nin hem toprak bütünlüğüne, hem de içişlerine karışmak amacı ile birtakım girişimlerde bulunduğu için bölgede durum gerilmektedir. Agathenisi olayında olduğu gibi sorunlara çözüm gazeteciler tarafından değil politikacılar tarafından bulunabilir. Yunanistan ülkemiz karşıtı terör gruplarını desteklemeyip diyaloğa başlarsa ilişkiler en kısa zamanda düzelebilir. Ancak diyaloğun hemen her konuda olması gerekir. Yunan yetkililer bize anlaşamadığımız konularda Lahey’e gitmemiz konusunda telkinlerde bulunuyorlar. Lahey’e gitmek istesek bile gidemeyiz, çünkü Lahey’den önce oturup sorunlarımızı masada kararlaştırmalıyız,”[18] demiştir. Dışişleri Bakanı İ. Cem 24 Mayıs 1999 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu’ya göndermiş olduğu bir mektupta ikili ilişkilerin iyileştirilmesine ilişkin görüşlerini açıklamış ve “ilk adımımız terörist örgütlerle ve bu örgütlerin sistematik olarak korunmasıyla Yunanistan arasındaki bağa ilişkin olarak Türkiye’de var olan anlayışa neyin yol açtığını belirlemek olmalıdır. Bu bizim için yaşamsal derecede önemli bir konudur ve yakın zamanlardaki olaylar bu konunun kesin bir şekilde ve ülkelerimiz arasında ikili düzeyde  ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle, ben, Türkiye ve Yunanistan’ın terörizme mücadele konusunda bir anlaşmaya varmalarını öneriyorum. Bu konunun çözümlenmesi aramızdaki varolan anlaşmazlıklara daha büyük bir güvenle yaklaşmamıza olanak sağlayacaktır. Bu anlaşmanın içeriği, halen diğer komşu ülkelerle imzalamış bulunduğumuz anlaşmalardan esinlenebilir, ancak spesifik olarak, ilişkilerimizi etkileyen sorunların doğasına da uygun olmalıdır.”[19]

G. Papandreu, 25 Haziran 1999 tarihinde yazmış olduğu cevabi mektubunda, ikili ilişkilerin geliştirilmesine ilişkin isteğin Türkiye tarafından dile getirilmiş olmasından duyulan memnuniyet ve bunun Yunanistan’ın da samimi isteği olduğu vurgulanmıştır. Papandreou cevabında Yunanistan’ın uluslararası hukuk ve anlaşmalar çerçevesinde ilişkilerdeki sorunları belirlemek istediğini, bu doğrultuda ortak çıkarların bulunduğu kültür, turizm, çevre, suç, ekonomik işbirliği ve ekolojik sorunlar gibi çeşitli alanlarda işbirliğinin görüşme konuları içerinde yer alabileceğini belirtmiştir.[20]



, 1 Mart 1999, http://hurweb01.hurriyet.com.tr/hur/turk/99/03/01/gundem/02gun.htm

Yunanistan’ın PKK’ya vermiş olduğu desteğe ilişkin olarak Öcalan’ın yargılanması sırasındaki ifadeleri ilginçtir; PKK tarafından kullanılan Strella füzelerinin nasıl temin edildiği sorulduğunda Öcalan, “Yunanistan’da bulunan temsilcimiz Rozalin kod Ayfer Kaya Yunanistan’da bir yardım kampanyası oluşturduğu kiliselerden ve bize yardımcı olan halktan toplanan paralarla alınacak füzelerin finansmanını sağlandı ve Sırbistan bölgesinden tanesi 18.000 dolara alınan 20 adet Strella füzesi tüccar vasıtasıyla yerinde yani Kuzey Irak’ta örgüte teslim edildi. Yine kullanmış olduğumuz SAM6 ve SAM 7 füzeleri ilk etapta Kuzey Irak’taki boşluktan yararlanılarak temin olunduğu, daha sonra bu füzeler Rusya’dan Kafkaslar üzerinden Ermenistan ve Bakü hattıyla Kuzey Irak’a geçirildi. Hatta füzelerin bir kısmı İran servisinin eline geçti. Bu füzeler konusunda Yunan Gizli Servisi’nin yol göstermiş olması mümkündür. Bu füzelerin eğitiminin Kosova bölgesinde yapıldığını zannediyorum.” Tuncay Özkan, Operasyon, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2000, s.224.

[2] Şemdin Sakık, yakalanmasının ardından ifadeleri sırasında Yunanistan’dan almış oldukları desteklerden örnekler de vermiştir. “Biz PKK’ya yardım edenler olarak, Yunanistan’ı biliriz. G. Kıbrıs ayrıntıdır. Yunanistan’dan 80 füze gelmişti...Yunanistan’dan parlamenterler de  geldi. Yunanistan’dan bir de general geldi. Görüntüleri, İran ve Yunanistan TV’lerinden verildi”. Güneri Civaoğlu, “PKK’ya 80 Füze”, Milliyet, 11 Mart 1999, s. 17.

[3] Suriye üzerinde uygulanan askeri güç kullanma tehditinin başarıya ulaşmasını, Türkiye’nin yeni bir aktif dış politika anlayışı içerinde olmasına bağlayan bir değerlendirme için bkz; Alan Makovsky, “The New Activism in Turkish Foreign Policy”, SAIS Review, Winter-Spring 1999, s.94.

[4] Örneğin 1995 yılında basında çıkan yazılarda Yunanistan ile PKK arasındaki ilişkilere dikkat çekilmiş ve Türkiye'nin göstereceği tepkiler vurgulanmıştır. “Çiller Atina’ya Rest Çekti”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s. 10; Lale Sarıibrahimoğlu, “Ankara, Yunanistan’ı Teşhir Edecek” Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s. 10; İsmail Soysal, “Atina’nın Tutumuna Seyirci Kalınamaz”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s. 10.

[5] Konstantin Stefanopoulos, “Yunan Dış Politika Meseleleri”, Yunan Paradoksu, Der. Graham T. Allison-Kalipso Nikolaydis, İstanbul, Doğan Kitap, 1999, s. 175.

[6] Yunanistan’da Simitis Hükümeti, Öcalan’a verilen desteğin hükümet dışı örgütlenmeler tarafından yapıldığı görüşünü ortaya atarak sorumluların yargılanması için harekete geçmiş, bu arada Dışişleri Bakanı T. Pangalos istifa etmek zorunda kalmıştır.

[7] Mustafa Balbay, “Atina Terör Destekçisi”, Cumhuriyet, 23 Şubat 1999, ss.1-17.Atinaya Savaş Uyarısı,” Milliyet, 23 Şubat 1999, s.16. Demirel bu açıklamasında Yunanistan için “rogue state” sıfatını kullanmıştır. “Yasadışı devlet” veya “haydut devlet” olarak Türkçeye çevrilebilir. Genellikle terörü siyasi amaçlı olarak kullanan ve uluslararası hukuka uygun davranışlar sergilemeyen devletler için kullanılmaya başlanmıştır.

[8] Şükrü Elekdağ, “Yunanistan, Ayağını Denk Al,” Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 16.

[9] Sami Kohen, “Dış Politikada Sertleşme,” Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 16. Ayrıca bkz; Hasan Cemal, “Demirel’den Yunanistan’a Ağır, Hatta Son Uyarı,” Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 17.; Güneri Civaoğlu, “Suç Ortaklığı,” Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 17.

[10] 9 Nisan 2000 seçimlerinin ertesinde yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilen Simitis, T. Pangalos’u Kültür Bakanı yaparak kabineye dahil etmiştir.

[11] “Türkiye’ye Düşmanca Davranıldı”, Cumhuriyet, 13 Mart 1999, s. 11.

Sözkonusu raporda ayrıca, emekli amiral Naksakis’in Öcalan’ın Yunanistan’a getirilmesi sırasında oyanış olduğu role de değinilmiş ve “Kalenderidis, bu yardım talebini derhal EYP Başkanı Haralambos Stavrakakis’e bildirdi, Stavrakakis de derhal gerekli önlemlerin alınması için Kamu Düzeni Bakanlığı ve polise haber verdi. Ama bundan sonra gerek EYP gerekse polisin, Öcalan’ın ülkeye getirilmesi olasılığından haberdar olmalarına rağmen, gerekli tedbirleri almadıkları anlaşıldı. Bu nedenle ülke açısından olumsuz sonuçlar veren gelişmeler yaşandı” denilmekte.

[12] Taki Berberakis, “Soruşturma Başladı”, Milliyet, 24 Şubat 1999, s. 16.

[13] Tolga Şardan, “Nairobi’de Çatışabilirdik”, Milliyet, 28 Şubat 1999, s. 21.

[14] Taki Berberakis, “Simitis’e Ağır Hakaretler”, Milliyet, 28 Şubat 1999, s. 23.

[15] Zafer Arapkirli, “Apo’ya Destek Atina’yı Böldü”, Milliyet, 28 Şubat 1999, s. 23.

[16] Yasemin Çongar, “ABD Gidişattan Rahatsız”, Milliyet, 8 Mart 1999, s. 17. Vurgular yazara aittir.

[17] Papandreu’nun 20 Ocak 2000 tarihinde Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaret sırasında Öcalan krizi ile Kürt sorunu arasında bir bağ kurmamaya çalıştığı gözlenmiştir; “Kürt sorununu Türkiye ve Yunanistan arasında bir konu haline getirmek istemezdik ve bunun Yunanistan’ın politikası olduğuna inanmıyorum. Olaylar bizi zor duruma soktu. Bunu Türkiye ve Yunanistan meselesi yapmıyoruz. AB’nin teröre karşı, insan hakları ve azınlık haklarının korunması konusundaki politikası biliniyor. Bunlar, Türkiye’nin AB adaylığı sürecinde üzerinde durması gereken konular” demiştir. “Papandreu: Tabuları Yıkalım...,” s. 9.

[18] Murat İlem, “Ecevit’ten Atina’ya ‘Dostça’ Uyarı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 1999, s. 8.

Mektubun tam metni için bkz; http://www.turinfonet.org.tr/frame/documents/lettercem.html B. Tarihi: 19.02.2000.

Mektubun tam metni için bkz;  http://www.turinfonet.org.tr/frame/documents/letterpapan.html B. Tarihi: 19.02.2000.

Ayrıca bkz; “Atina’dan Olumlu Yanıt”, Cumhuriyet, 27 Haziran 1999, s. 11.; Serpil Çevikcan, “Atina’dan Barış Paketi”, Milliyet, 29 Haziran 1999, s. 16.

ASALApkkgreekYunanistan Tarafından Türkiye Aleyhtarı Terör Örgütlerine Verilen Destekler

Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde terörün uluslararası destek boyutunu dile getirmeye başladığı dönem büyük ölçüde 1980’li yıllar olmuştur. Gerçi uzun yıllar Türkiye’de bir iç terör sorunu yaşanmış ve bu durum can ve mal kayıplarına  ve istikrarsızlıklara neden olmuştur. Bununla birlikte, dış politikasını yürütürken bu durum büyük ölçüde Türkiye’nin “iç sorunu” olarak kabul edilmiştir.

1980 yılların başında ise, Türkiye’ye yönelik terörün farklılaşmaya başladığı görülmektedir. Yıllardır yaşanan iç şiddet olaylarına ek olarak, bu dönemde iki farklı hareket benzer amaçlarla şiddet eylemlerine başvurmaya başlamışlardır. Bunlardan ilki, ASALA terör örgütünün Türkiye topraklarını parçalayarak bir Ermeni devleti kurmaya yönelik hayalleri, diğeri ise, PKK’nın Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda bir Kürt devleti kurma hayalleri olmuştur.[1] Bu iki hareketin de dayandığı nokta, Türkiye tarafından asla kabul edilmeyen Sevr Antlaşması ile kendilerine vaat edilen topraklar olmuştur.

1980’ler bu iki hareketin uluslararası alanda destek, en azından hoşgörü ile karşılandığı yıllar olmakla birlikte, bu durumu kolaylaştıran kimi iç ve dış yapısal faktörlerden de söz etmek mümkündür.

12 Eylül 1980 tarihinde, Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin iktidara el koyması ve yönetimin Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde bulunması, Türkiye’nin uluslararası kamuoyu önündeki imajını olumsuz etkilerken bu dönemde yaşanan siyasi baskılar, Türkiye’de demokrasinin ilke ve kurumlarından uzaklaşıldığının göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Büyük ölçüde sol terör örgütlerine karşı olarak yürütülen mücadele bu dönemde çok sayıda insanın yasal/yasal olmayan yollardan Türkiye dışına çıkmasına ve özellikle Almanya, Fransa, Belçika, Yunanistan, Hollanda gibi ülkelerde bir Türk siyasi mülteci grubunun oluşmasına yol açmıştır. Bu gruplar içinde gerçekten siyasi düşüncelerinden dolayı ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar olmakla birlikte, bu kimliğe bürünerek söz konusu ülkelerde oturma ve çalışma izni almaya çalışan ve terör örgütleri içerisinde yer almış insanlar da bulunmuşlardır. Siyasi mülteci kimliği, bir yandan terör örgütü üyelerinin bu ülkelerdeki konumlarını, varlıklarını Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığı, adil yargılama koşullarının bulunmadığı, siyasi düşüncelerinden ve kimliklerinden dolayı takibata ve baskıya uğradıkları gerekçesini dile getirerek Türkiye’ye yönelik uluslararası baskıların yapılmasını sağlamaya yönelik iken diğer yandan, bu örgütlenmelerin daha serbest bir ortamda Türkiye karşıtı eylemlerini organize edebilme olanağını sağlamıştır.

Bu durum, siyasi mültecilere ev sahipliği yapan ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerine de yansımış ve bu ülkeler Türkiye ile olan ikili ve ittifak ilişkileri çerçevesinde konuyu gündeme getirerek baskı ve pazarlık arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu bağlamda, bugün Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde etkisinde kalmış olduğu pek çok sorunun bu dönemdeki uygulamalardan büyük ölçüde etkilendiği söylenebilir. Demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla siyasi yaşama egemen kılınmasında karşılaşılan güçlükler, ordunun siyasetteki rolünün artmış olması, temel insan hak ve özgürlüklerine yönelik baskılar ve ihlaller, vb gerekçeler bugün Türkiye’nin iç ve dış teröre karşı yürütmekte olduğu haklı mücadelesinde bu ülkeler tarafından dile getirilen gerçeklerdir. Dolayısıyla, Türkiye, bir yandan iç ve dış teröre karşı silahlı mücadele verirken, diğer yandan da, uluslararası alanda yürüttüğü mücadelenin hukuki ve siyasi meşruluğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Türkiye’nin iç ve dış teröre karşı yürütmüş olduğu mücadele, pek çok boyutta değerlendirilebilir. Bu mücadelenin oldukça uzun bir süreyi gerektirmiş olması ise, bir yandan Türkiye’nin kendi iç siyasi, ekonomik, sosyal yapısı, diğer yandan da, bölgesel / uluslararası değişikliklere bağlı olmuştur.

1980’li yılların ikinci yarısı, Türkiye’deki teröre ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’deki terör olaylarına ilişkin bakışlarına yeni bir boyut kazandırmıştır; farklı siyasi düşüncelerin örgütlenme ve ifade özgürlüklerine yönelik ihlal iddialarına ek olarak, bu kez, etnik/dinsel kimliklerinden dolayı Türkiye’de baskı altında olduklarını dile getiren insanlar ortaya çıkmaya başlamış ve mülteci kavramı siyasi ve etnik boyutu çağrıştırmaya başlamıştır.

Bu durum, Türkiye’deki olayların diğer ülkelerce istismar edilmesine olanak sağlamış ve bazı ülkeler bu mültecilerin haklarının uluslararası kamuoyu önünde savunuculuğunu üstlenmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, Türkiye için mücadelenin sahası genişlemiştir.

Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde teröre ilişkin sorunların 1980’lerin başından itibaren yoğun olarak dile getirilmekte olduğu görülmektedir. Başlangıçta siyasi düşünce suçlusu olduğu ve Türkiye’deki baskı ve ihlallerden dolayı kaçmak zorunda kaldıklarına inanılan terör örgütü üyelerine gösterilen ilgi ve desteğin sınırlı olduğunu, fakat ilerleyen dönemde bu desteğin giderek arttığı görülmüştür. Bu destek, önceleri mülteci kampları oluşturmak yönünde iken, sonra bu kampların birer teorik ve askeri eğitim kamplarına dönüşmesine, ülke genelinde örgütlenme ve eylem hazırlıkları için gerekli lojistik, finansal, siyasal desteğin sağlanmasına değin genişlediği görülmüştür. Özellikle sol siyasi örgütlenmelere verilen desteğin ilerleyen dönemlerde PKK terör örgütüne de sağlanmış olduğu görülmektedir.

Türkiye’nin son kırk yılına şekil veren değişikliklerden biri uzun yıllar etkisinde kalmış olduğu terör hareketleri olmuştur. Birbiriyle ilintili pek çok etkene bağlı olarak değerlendirilebilecek olan terör hareketlerinin konumuz bakımından bizi ilgilendiren boyutu, Türk dış politikasını ilgilendiren yönüdür. Bu bakımdan ele alındığında ise, özellikle Türkiye’nin Yunanistan ile olan ilişkilerinde göz önünde bulundurmak zorunda olduğu terör örgütlerine verilen destekler ön plana çıkmaktadır.

Türkiye 1970-80 sürecinde yoğunlukla iç siyasasında karşılaşmış olduğu terör hareketleriyle mücadelesini sürdürürken 1980’lerin ilk yıllarından itibaren  bunların yanı sıra Türkiye’den toprak talebinde bulunan ayrılıkçı örgütlerin şiddet eylemleriyle karşılaşmaya başlamıştır. Önce ASALA ve daha sonra PKK terör örgütleri, Türkiye içinde oldukları kadar Türkiye dışında da Türkiye karşıtı şiddet eylemlerini yürütmüşlerdir.

Türkiye’ye yönelik terör eylemleri dikkatle incelendiğinde, bu örgütlerin eylemlerini herhangi bir dış desteğe bağlı olmaksızın sürdürebilmelerinin mümkün olmadığı görülmektedir. 1970’li yıllar ve sonrasında Türkiye’deki çeşitli siyasal görüşlere sahip olmakla birlikte eylem biçimi olarak silahlı mücadeleyi seçmiş olan örgütlerin  bu eylemleri gerçekleştirmek için gereksinim duydukları insan faktörü bir yana bırakılırsa silah, mühimmat, eğitim, para ve diğer kaynaklarını bir dış destek olmaksızın kolaylıkla elde edebilmeleri mümkün değildir. Nitekim uzun yıllar terörün iç desteklerine yönelik olarak yürütülen mücadeleler dış bağlantıların da ele alınması gereğini ortaya çıkarmıştır.

Türk – Yunan ilişkilerinde terör ve terör örgütlerine sağlanan kolaylıklar özellikle önemlidir. Bu durum Türkiye ve Yunanistan arasında hem kara hem de deniz sınırlarının bulunmasından dolayı terör örgütlerinin bu coğrafi kolaylıklardan Türkiye karşıtı eylemlerde yararlanmalarına olanak sağlamaktadır. Nitekim daha 1980’lerde Ermeni ve Kürt terör örgütlerinin Yunanistan’da örgütlenmeye ve burada temsilcilikler kurmaya başladıkları görülmüş ve bu durum iki ülke yetkilileri arasında bu dönemde sürdürülen görüşmeler sırasında dile getirilmiştir. Gürün’ün aktardığına göre 4 – 5 Aralık 1980 tarihlerinde Atina’da yapılan görüşmeler sırasında karşılıklı güven yaratma konularına değinilmiş ve “kısa süre önce Kıbrıs’dan Atina’ya geçen iki sendikacı Türkiye’deki rejim aleyhinde ağır eleştirilerde bulunmuşlardır. En azından, bunların basın toplantısı yapmaları önlenebilirdi. Biz Ankara’da yabancı temsilciliklere bir sirküler yollayarak, dost ülkeler aleyhine beyanat yapılmamasını istedik. Bunu Yunanistan’da yapabilir sanıyorum. Gene kısa süre önce Roma’da bir Ermeni örgütü, yaptığı basın toplantısında, Ermenilerin New York, Beyrut, Paris ve Atina’da merkezler kurduklarını açıkladı. Zikredilen ilk üç merkezi biz de biliyorduk. Ama Atina için şaşırdık. En azından tarafınızdan bir tekzip beklerdik” denilmiştir.  Büyükelçi Theodoropoulos ise cevabında, “sizinle yüzde yüz mutabıkım. Bu tür faaliyetleri desteklememiz kesinlikle söz konusu değil. Türkiye’deki yeni rejime karşı resmi makamlarımızın reaksiyonu son derece ölçülü oldu... Basındaki tepkilere gelince, bu alanda sorunlarımız çok büyük. Aslında Hükümet yanlısı tek bir gazete bile yok. Eldeki tek imkan onları az çok etkileyebilmek. ... Ermeni ve Kürtlerin burada merkezler kurmaları konusuna gelince, çok sayıda cemiyeti ortadan kaldırdık. Bilhassa Beyrut’dan son zamanlarda çok gelenler oldu. Bütün konsolosluklarımıza talimat verdik ve önceden müsaade alınmadan bunlara vize verilmemesini tenbih ettik. Gizlemiyorum, Ermeni ve Kürtlere yardım etmekle milli davaya yardımcı olduklarına inanalar mevcuttur. Ama onları caydırmak için elden gelen  her şeyi yapıyoruz. İnanın bu konularda her türlü işbirliğine hazırız” demiştir.[2] Ancak süreç, Yunanistan’ın bu içtenliğini sürdüremediğini ve terör örgütlerini destekleyenlerin Yunanistan’ın Türkiye karşısındaki tutumunu güçlendirdiğine inananların kolaylıkla denetim altına alınamadığını göstermiştir. Önce ASALA ve daha sonra PKK ve diğer sol terör örgütleri, Yunanistan’da, Türkiye karşıtı faaliyetlerini kolaylıkla sürdürebilme olanağı bulmuşlardır.

PKK terör örgütünün bir yandan güneydoğuda silahlı eylemlerde bulunurken diğer yandan komşu ülkelerde lojistik ve siyasi örgütlenmeler içerisine girerek destek arayışlarını sürdürmesinin açık örneklerine sıklıkla rastlamak mümkün; örneğin 1 Mayıs 1998 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yer alan bir habere göre PKK Atina’da resmi bürosunu açmış ve açılışa Yunan Parlamentosu’ndan da temsilciler katılmıştır. “PKK’nın Atina’daki ilk resmi basın toplantısına Yunan parlamentosundan 8 milletvekili de katıldı. Katılanlar arasında Yunan Parlamentosu Başkan Yardımcısı Panayotis Krikitos’la birlikte PASOK ve Yeni Demokrasi partili 3’er milletvekiliyle, bir sol ittifak ve bir bağımsız milletvekili de bulunuyor... Toplantıda konuşan Sosyalist milletvekili Costas Vadubas, Atina’nın geçen yıl ‘parlamentoyu temsilen’ giden üç milletvekilinin Apo’ya ilettikleri ‘Yunanistan daveti’ni de yineledi” [3]

PKK’ya verilen destek konusunda Başbakan Mesut Yılmaz yapmış olduğu açıklamada; “Yunanistan Hükümeti’nin güttüğü belli olan stratejik amaç, Türkiye’yle ilişkileri üstünlük konumundan yürütebilmek hevesiyle, bir yandan Türkiye’nin çok yönlü kalkınma hamlelerine sekte vurmak; diğer yandan da AB’den başlayarak ülkemizin Batı ile ilişkilerini onarılması güç olacak şekilde zedelemek ve mesafelendirmektir. Bu çerçevede kullanılan başlıca yöntemler, bir taraftan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, istikrarına ve huzuruna kasteden PKK terörüne verilen destekte; diğer taraftan da, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde özellikle Ege sorunlarından kaynaklanan gergin ortamın canlılığını koruyabilmesi için harcanan çabalarda somutlaşmaktadır.”[4]

Öcalan’ın yargılanması sırasında vermiş olduğu ifadelerden de Yunanistan’ın PKK ile ilişkileri açıkça görülmüştür; “1994 senesinde Yunanistan’da PKK kampları açıldı. Lavrion Kampı’nda PKK’lı gençlere daha çok ideolojik eğitim veriliyordu. Ayrıca Yunanistan’da küçük gruplarımızın yerleşmesi için evler de vardır. Tahmin ediyorum kiradır. Lavrion Kampı’ndan başka bir de bomba eğitimi veren Dimitri Elen kampımız vardır. Bomba eğitimini, kamp eğitimini ve küçük grupları barındırmak hususunda organizede bizim dost tabir ettiğimiz Yunan Gizli Servisi’nin yardımı olmaktadır. Yunanistan’dan para yardımı da almaktayız. Bu para yardımını daha ziyade sivil kurumlardan almaktayız. Kiliselerden almaktayız, sendikalardan almaktayız. Bir de bize ait dergiler etrafında aldığımız bağışlar vardır. Bu bağışlar mesela 100 liralık derginin 1000 liraya satılması gibi alınmaktadır.”[5]

Terör hareketleri çerçevesinde değerlendirilebilecek bir başka konu ise, Yunanistan’da Türk diplomat ve temsilcilerine, Türk kökenlilere yönelik Yunanistan kaynaklı şiddet hareketleridir. 1980’lerden günümüze Türk diplomat ve temsilciliklerine yönelik bu tür saldırılarda çok sayıda diplomat ve Yunan yurttaşı Türk yaşamlarını kaybetmiş ve yaralanmışlardır. 1991 yılında Atina Basın Ataşesi Çetin Görgü ile 1994 yılında müsteşar Haluk Sipahioğlu, Yunanistan’da 17 Kasım terör örgütünün silahlı saldırıları sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu 1999 yılı Global Terörizm Raporu’nda da Yunanistan’daki terörist hareketler çerçevesinde bu ülkedeki PKK terör örgütü faaliyetleri dile getirilmiş, 17 Kasım örgütünün ABD ve diğer ülkelere ait hedeflere yönelik saldırılarına dikkat çekilerek, Yunanistan, Avrupa’da terörizme karşı mücadelede en zayıf bağlantı noktası olarak değerlendirilmiştir.[6]



İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997. PKK’nın Yunanistan ile olan bağlantılarına ilişkin olarak bkz; “Greece and PKK Terrorism”, http://www.mfa.gov.tr/grupe/eh/terror/greecebk/epilogue.htm

[2] K. Gürün, Fırtınalı..., s. 212. Görüşme sırasında Gürün’ün sadece Ermenilerden söz etmesine karşılık Büyükelçi Theodoropoulos’un Kürtlerden de söz etmesi ilginç bir değerlendirmedir.

[3] Türkiye’de eylem yaparken yakalanan pek çok terör örgütü üyesi  itiraflarında Yunanistan’da yürüttükleri eğitim ve lojistik faaliyetlerinin ayrıntılarını vererek bu ülke ile PKK arasındaki bağın açığa çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Taki Berberakis, “PKK, Atina’da Resmen Büro Açtı,” Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.17.

[4] “Yunanistan’a Yılmaz’dan Sert Uyarı”,Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.17.

[5] Enis Berberoğlu, “PKK’nın Paraları Atina Bankalarında”, Hürriyet, 30 Mayıs 1999, s. 12.

“Patterns of Global Terrorism: 1999 /Europe Overview”, http://www.state.gov/www/global/terrorism/1999report/europe.htm B. Tarihi: 19/10/2000

BSECKEİÖ ve Türk – Yunan İlişkileri

Karadeniz’de bölge ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, ticari ve siyasi işbirliğini sağlayacak ve bölge ülkelerinin uluslararası sisteme entegrasyonunu kolaylaştıracak bir girişim olarak düşünülen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü kurulurken bu örgütün AB gibi bölgesel ve çok uluslu entegrasyonlara bir alternatif olmadığı, aksine, bu entegrasyonların işlevselliğine katkıda bulunacak bir örgütlenme olduğu düşüncesi hakim kılınmıştır. Dolayısıyla Karadeniz’e kıyısı bulunmamakla birlikte, Yunanistan’ın bu örgütlenme içerisinde yer almasında bir sakınca görülmemiştir. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasındaki pek çok uyuşmazlık dikkate alındığında, bir tür çelişki olarak değerlendirilmiştir.

Yunanistan’ın Karadeniz bölgesine olan duyarlılığı ekonomik, siyasi ve güvenlik boyutlarıyla değerlendirilebilecek niteliktedir. Azerbaycan ve Kazakistan petrollerinin Türk Boğazları yoluyla taşınmasının gerçekleşmeyeceği anlaşılmasıyla Bakü/Ceyhan Petrol boru hattı projesine alternatif olarak Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Akdeniz’e ulaştırılmasına ilişkin projelendirme çalışmaları yapılmıştır. Bu proje çerçevesinde Yunanistan’ın Bulgaristan, Rusya ve Ermenistan ile olan ilişkilerini güçlendirmek istemesi, doğaldır ki, Türkiye’nin desteklemiş olduğu Bakü/Ceyhan projesine ilişkin rekabet ortamı yaratmıştır. Bu durumda Türkiye ve Yunanistan’ın bölgedeki çıkarlarının çatıştığı görülmektedir. Diğer yandan, Yunanistan, Ermenistan, Gürcistan ve diğer Orta Asya ülkeleri ile olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerini güçlendirerek bölgesel etkinliğini arttırma çabası içerisine girmiştir.[1] Özellikle Rusya, Ermenistan ve Gürcistan ile kurmuş olduğu ilişkiler çerçevesinde Türkiye’nin kuzey ve doğusunun Yunanistan ile çıkar birlikteliği içinde olan ülkelerce çevrelenmiş olması Türkiye’nin bu işbirliğini dikkatle izlemesine neden olmuştur. [2]

Yunanistan’ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne[3] katılmasını bu ülkenin Kafkaslar ve Ortaasya’da yaşamakta olan Yunan asıllılar ile ilişkilerini güçlendirme politikası çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. Nitekim, 1996 yılında Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Alexanderos Philon tarafından yazılan bir makalede şu görüşlere yer verilmektedir; “Yunanistan’ın Kafkaslar ve Ortaasya bölgesindeki dış politikasına ilişkin tüm yaklaşımları içerisinde yaklaşık yarım milyonu Yunan kökenli halkın varlığı önemli bir yer tutmaktadır. Bunların önemli bir bölümü Karadeniz bölgesinde ve Rus Kafkaslarının güney bölümünde yaşamaktadırlar. 125.000’den fazla Yunan kökenli insan doğu ve güney Ukrayna’da  Maripul ve Donetsk bölgelerinde, tarihi Odessa kenti ve Kırım yarımadası’nda olduğu kadar Azak Denizi çevresinde yaşarken, 120.000’den fazla Yunan kökenli ve Krasnodar Yönetim Bölgelerinde, özellikle Anapa, Vody, Vladikavkaz (Kuzey Osetya’da), Machachkala (Dağıstan) vb ve Stavropol’un köy ve  şehirlerinde yaşamaktadır.

Bunlara ek olarak, çok sayıda Yunan kökenli Pontus halkı (80.000 civarında) Gürcistan’da (Tiflis, Rustavi, Kutaisi ve Tsalka köylerinin dağlarında) ve komşu Ermenistan’da (5.000 Erivan, Allahverdi vd) yaşamaktadır.

Ortaasya’da ise Yunan kökenlilerin önemli bir bölümü Kazakistan’da (40.000 kişi Almaty’da), Özbekistan’da (yaklaşık 5000 kişi Taşkent’te) ve daha az oranda Kırgızistan’da (600 kişi Bişkek’te) yaşamaktadır.

Yunanistan için temel  dış politika önceliği, bu insanların ilgili ülkelerle aramızdaki daimi bir dostluk ve işbirliği bağı olarak etkin bir rol üstlenmeleri için onların varlığını korumak ve anavatanla olan ekonomik, dilsel ve kültürel bağlarını daha fazla geliştirmektir.“[4]

Dolayısıyla, Yunanistan’ın KEİÖ çerçevesinde yürütmekte olduğu girişimlerinin bu ülkenin Türkiye ile olan ilişkilerinde bir tür lobi faaliyetine dönüşüp dönüşmeyeceği olasılığı göz önünde bulundurulmak zorundadır. Bu bakımdan Türkiye ve Yunanistan  arasında çatışmacı ilişkiler sürdüğü taktirde KEİB bu ülkelerin mücadele ve üstünlük arayışlarına sahne olabilecek bir yapısal nitelik taşımaktadır.



[1] 1993 yılında Ermenistan ve Azerbaycan’da, 1995 yılında da Gürcistan’da büyükelçilik kuran Yunanistan, bu ülkelerdeki ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel etkinliklerini arttırmaya başlamıştır. Bu bağlamda, 1995 yılından itibaren bu politikalarını “ekonomik diplomasi” olarak adlandırarak Yunan Dış Politikası’nda yeni düzenlemeler yapmış, diplomatik misyonlarının bulundukları ülkelerde Yunan işadamları ve yatırımcılarına destek olmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Yunan Dışişleri Bakanlığı bünyesinde İkili Ekonomik İşbirliği Koordinasyon Bürosu oluşturulmuş; büro, ekonomik önceliklerin yoğunlaştığı alanları enerji, telekomünikasyon, taşımacılık, altyapı /inşaat ve gemicilik olarak belirlemiştir. Bu tarihten sonra Yunanistan’ın Karadeniz bölgesi ve Orta Asya ülkelerindeki ilişkilerinin hızla arttığı ve Yunan işadamlarının bu ülkelerde ortak yatırımlarını hızlandırdığı görülmüştür. Yunanistan’ın, Ermenistan’a bu bağlamda yapmış olduğu insani yardımlar ve Karadeniz Fiber Optik Kablo Sistemi’ne ilişkin yatırımları dikkat çekicidir.

[2] Bu konuda bkz; Alan Makovsky, “The New Activism in Turkish Foreign Policy” SAIS Review, Winter-Spring 1999, s.107.

[3] Örgütün merkezi İstanbul’da ve bankası ise Selanik’te bulunmaktadır.

[4] Alexandros Philon, “Greek Foreign Policy Perspectives in the Caucasus, Black Sea and Central Asia”, Thesis, Spring 1997, Vol. I, Issue, 1, Hellenic Ministery of Foreign Affairs, Athens.

Hukuki Mütaala, PROF. MENDELSON

 

GİRİŞ

 

/KIBRIS’IN AB’NE GİRİŞİ NEDEN HUKUKA AYKIRI OLACAKTIR

 

Değerli İngiliz Uluslararası Hukukçu, Londra Üniversitesi öğretim üyesi Prof. M.H. Mendelson, uluslararası hukuki meseleler üzerinde kapsamlı araştırmalar yapmış ve 1960 Kıbrıs Garanti Andlaşması ile Garantör Ülkeler olarak kabul edilen İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın onayı olmaksızın Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girmesinin hukuka aykırı olacağı sonucuna varmıştır.

 

Prof. Mendelson, 12 Eylül 2001 tarihli yazılı Mütalaasında, Haziran ve Temmuz 1997 tarihli Mütalaalarını yeniden değerlendirmekte ve Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından Prof. James Crawford, Prof. Gerhard Hafner ve Prof. Alain Pellet’ye müştereken hazırlattırılan yazılı Mütalaa’da ileri sürülen karşı mülahazaları ayrıntılı olarak ele almaktadır. Bu çalışmanın ardından, Prof.Mendelson, Garanti Andlaşmasının tüm tarafları onay vermeden ve bu suretle ihlali ortadan kaldırmadan, Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine katılmasının Garanti Andlaşmasının I. Maddesinin ihlali olduğu görüşünü muhafaza etmektedir.

 

Prof. Mendelson, 1960 Garanti Andlaşması ve yazım sürecini, 1960 Kıbrıs Anayasası ve 1960 Kuruluş Andlaşması ile birlikte değerlendirmekte ve özellikle Garanti Andlaşmasının I. ve II. maddelerine dikkat çekmektedir. I. madde özellikle, Kıbrıs Cumhuriyeti “ herhangi bir devletle hiçbir şekilde kısmen veya bir bütün olarak siyasi ve ekonomik birliğe girmeyeceğini taahhüt eder. Kıbrıs Cumhuriyeti, bununla bağlantılı olarak Ada’nın......herhangi bir diğer devletle birleşmesini...........doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirmeyi teşvik etmesi muhtemel her türlü faaliyeti yasaklar.” hükmünü öngörmektedir.

 

Prof Mendelson, AB’ne üyeliğin, Birliğin diğer üyeleriyle bir bütün olarak veya kısmen siyasi ve ekonomik bir bütünleşmeyi içereceği, bunun yanısıra doğrudan veya dolaylı olarak diğer üyelerle birleşmeyi teşvik eden bir faaliyet olacağının açık olduğu görüşündedir. Böylelikle, Andlaşma ihlal edilmiş olacaktır. Prof Mendelson, sadece Yunanistan ve Türkiye’nin kastedildiği ileri sürülen Ortak Mütalaa’daki görüşün aksine, normal yorum ilkelerine göre, “herhangi bir devlet” ve “hiçbir devlet” ifadelerinin çoğul anlamda devletleri de içerdiğini düşünmektedir. Fakat her hal ve karda, Prof Mendelson’un mütalaasına göre, Birliğe özellikle Türkiye’nin katılımı olmaksızın üyeliğin muhtemel sonucu bilhassa, Yunanistan ile doğrudan veya dolaylı daha yakın siyasi ve ekonomik bir birliğin gerçekleşmesinin teşviki olacak, böylelikle dar yorumla bile Andlaşmanın ihlali anlamına gelecektir. (Ortak Mütalaa’da diğer bazı “sözde görüş”lerin yanısıra, AB’nin, birliğin yasaklandığı bir tür devlet olduğu görüşüne de karşı çıkılmaktadır. Ancak bu “sözde görüş”, hiçbir zaman Prof . Mendelson’un tezi olmamıştır.)

 

Ortak Mütalaa, Garanti Andlaşmasının yazım sürecine istinaden AB gibi uluslararası kuruluşlara üyeliğin, bu yasağın kapsamı dışında tutulduğu hususunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bununla birlikte, yazım sürecinin kapsamlı bir değerlendirmesiyle Prof. Mendelson, tam tersine, uluslararası kuruluşların I. Madde ile kapsanmış olduğunu göstermektedir. Bu durumun, Yunanistan ve Türkiye’nin her ikisinin de üye oldukları kuruluşlar için geçerli olmayacağı, üzerinde mutabakata varılmış bir istisnanın konusu olmuştur. Ancak, Türkiye üyesi olmadığı için AB böyle bir kuruluş niteliğinde değildir. Her iki toplumun temsilcilerinin (Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı ve Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı) onay vermeleri halinde, Yunanistan ve Türkiye’nin her ikisi de üye olmasalar dahi, Kıbrıs’ın bir kuruluşa üye olabileceği de üzerinde mutabakata varılan ikinci istisna olmuştur. Ancak (şartları burada gerçekleşmemiş olan) bu istisnalar, AB gibi uluslararası kuruluşların Garanti Andlaşmasındaki yasakların kapsamına girdiğini ispatlamaktadır. Bu iki (birbiri ile bağlantılı) istisna ayrıca, Kıbrıs Anayasasının 50’inci maddesi ile de açıkça öngörülmüştür. Ortak Mütalaa, iki toplum arasındaki ilişkilerin kopmuş olmasından dolayı, halihazırda, Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının bulunmaması nedeniyle, Cumhurbaşkanı Yardımcısının muvafakatının gerekmediğini ispat etmeye çabalamaktadır. Bununla birlikte, Prof. Mendelson, 50’nci maddenin, 1960 Anayasasının değiştirilemez “Temel Maddeleri”’nden birisi olduğunun açıkça beyan edilmiş olduğuna ve Kıbrıslı Rumların dahi Anayasayı resmen değiştirme iddiasında olmadıklarına işaret etmektedir. Bunlara ilaveten, (bu bağlamda daha da önemlisi), Prof Mendelson, ilk olarak, Garanti Andlaşmasının I. Maddesinin taslağı hazırlandığı zaman istisnaların sınırlı kapsamı üzerinde de mutabık kalınmış olunduğunu, ikinci olarak da, aynı maddede, Kıbrıs’ın açıkça “Anayasaya saygıyı güven altına almayı” taahhüt etmiş olduğunu belirtmektedir. Ayrıca, II’nci maddede, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere bu taahhüdü dikkate almışlar ve “Anayasanın Temel Maddeleri ile tesis edilen düzeni (state of affairs) garanti etmişlerdir.” Böylelikle burada, “sadece” bir anayasa hukuku sorunu değil, istisnaen uluslararası hukuk ile garanti edilmiş düzenlemeler ele alınmaktadır.

 

Ortak Mütalaa, Kıbrıs Garanti Andlaşmasının ilgili hükümlerini Avusturya Devlet Andlaşmasında yer alan benzer ifadeler ile karşılaştırmakta ve Prof. Mendelson’un yorumu şayet doğru ise, bu yorumun Avusturya’nın AB üyeliğinin mümkün olmamasını gerektirdiğini iddia etmektedir. Ancak, Prof Mendelson’un görüşüne göre Avusturya “örneği” konuyla ilgisizdir. Zira, Avusturya, Sovyetler Birliği dahil Andlaşmanın tüm taraflarının mutabakatı ile ve böylelikle Andlaşmanın ihlali ortadan kaldırılarak, AB’ne girmiştir.Kıbrıs konusunda ise henüz böyle bir anlaşmaya varılmamıştır. Diğer taraftan, Prof Mendelson, Ortak Mütalaada iddia edilenin aksine, Avusturya’nın, Almanya ile, teklif edilen gümrük birliğine girmesi halinde, bunun o dönemdeki Andlaşma yükümlülüklerine aykırı olarak, Avusturya’nın bağımsızlığını ve özellikle ekonomik bağımsızlığını tehlikeye atabileceği yönündeki Uluslararası Adalet Divanı’nın 1931 tarihli kararında bazı ilgili hususları ortaya koymaktadır.

 

Ayrıca, 1960 Kuruluş Andlaşmasının F Ekinin II. Bölümü (bunun yanısıra Kıbrıs Anayasasının bir diğer değiştirilemez Temel Maddesi), Kıbrıs’ın, Garantör Ülkelere en ziyade müsaadeye mazhar ülke şartını tanıyacak “uygun şartlardaki” anlaşmaları yapması koşulunu getirmiştir. Prof Mendelson, görüşünün yanlış tanımlanmasını çürüterek, Kıbrıs’ın AB’ne girmesi halinde AB üyesi olmayan Türkiye’ye karşı bu yükümlülüğünü yerine getirmesinin mümkün olamayacağına işaret etmektedir.

 

Prof Mendelson bu ( ve diğer bazı ilave) sebeplerden dolayı, Kıbrıs’ın AB’ne katılımının uluslararası hukuka aykırı olacağı sonucuna varmaktadır. Prof. Mendelson, ayrıca, 1960 Garanti Andlaşmasının, üç Garantör ülkenin “kendilerini ilgilendirdiği ölçüde, doğrudan veya dolaylı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir devlet ile birleşmesini...... amaçlayan her türlü faaliyeti yasaklamayı” taahhüt ettikleri II’inci Maddesine atıfta bulunarak, her üç Garantör de onay verene kadar, Yunanistan ve İngiltere’nin, Kıbrıs’ın, AB’ne katılımını önlemek üzere veto haklarını kullanmakla hukuki açıdan yükümlü oldukları sonucuna varmaktadır.

 

 

 

PROF DR. M.H. MENDELSON’UN KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN AVRUPA BİRLİĞİNE ÜYELİK İÇİN YAPTIĞI MÜRACAATA İLİŞKİN İLAVE MÜTALAASI

 

1. Türkiye Hükümetinin talebi üzerine, Kıbrıs Rum makamlarının Avrupa Birliği’ne üyelik için yaptıkları müracaata ilişkin olarak 1997 yılının Haziran ayında bir Mütalaa kaleme almıştım.[1] Üyeliğin, Kıbrıs’ın uluslararası yükümlülüklerine ve böyle bir üyeliğin alınmasına yardım edilmesinin de Yunanistan ve İngiltere’nin Andlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerine aykırı olacağı sonucuna varmıştım. Temmuz 1997’de, Avusturya’nın Avrupa Birliğine üyeliğinin buna karşı bir örnek olduğuna dair bazı çevrelerce ortaya atılan iddiaları çürütmek amacıyla, Tamamlayıcı Mütalaa’yı kaleme almıştım.[2] Aynı yılın Ekim ayında, Kıbrıs Rum Hükümeti, başka amaçlar yanında benim görüşlerimi tartışmayı amaçlamış olan ve benim görüşümün aksine bir sonuca ulaşmış olan Prof James Crawford, Prof Gerhard Hafner ve Prof Alain Pellet tarafından hazırlanan Ortak Mütalaa’yı dağıtıma tabi tutmuştur.[3]

 

2. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hükümetleri şimdi de benden Ortak Mütalaa’ya olan tepkilerimi sormuş bulunmaktadırlar. Bu yanıt bu kadar uzun bir zaman sonra verilmekte ise, bunun Ortak Mütalaa’da ileri sürülen görüşlerin karşı tezlerini oluşturmanın güçlüğünden değil, bugüne kadar bunun talep edilmesini engelleyen gelişmelerden kaynaklandığını belirtmem gerekmektedir. Aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı, Ortak Mütalaa’da ortaya konulan iddiaların hiçbiri, beni vardığım sonuçları değiştirmeye sevk etmemiştir.

 

3. Özünde Mütalaama bir yanıt niteliği taşımasına rağmen, Ortak Mütalaa’nın aldığı biçim bu değildir. Daha ziyade, konunun benim görüşlerimle “ilgili olduğu bölümlerinin” ele alındığı genel bir inceleme olma iddiasındadır. Hiç şüphesiz yazarlar, kendi seçtikleri sunuş şeklini uygulamakta özgür olmuşlardır ve bu konuda herhangi bir eleştiri yapmamaktayım. Buna rağmen, bu yaklaşımın aşağıda gösterileceği üzere iki talihsiz sonuca yol açtığını kısaca belirtmek istiyorum. İlk olarak, yazarların Mütalaam hakkında yorumda bulunmaktan imtina etmiş olmaları, benim tezlerimin bazılarının yanlış tanımlanmasına, önemsiz gösterilmesine veya atlanmasına fırsat vermektedir. İkinci olarak, bu yaklaşım yazarların, kolaylıkla ortadan kaldırabilecekleri, kendi görüşlerine karşıt ancak, benim tarafımdan ortaya konmamış iddialar yaratabilmelerini mümkün kılmaktadır.

 

4. Okuyucuya kolaylık sağlamak amacı ile, Ortak Mütalaa’nın her bir paragrafı üzerinde yorumda bulunmak yerine incelememin ana noktalarını ortaya koyacak, Ortak Mütalaa’da yapılan yorumları dikkate alacak ve uygun yerlerde bunlar üzerinde yorum yapacağım. İlk Mütalaamı ve Avusturya’nın AB’ne katılımı hususundaki Tamamlayıcı Notumu yapılan atıfların kolayca takibi için ekte sunmaktayım.[4]

 

5. Başlangıçta belirtmem gereken bir husus bulunmaktadır. Kıbrıs Türk tutumunun bir bölümü, Kıbrıs Rum makamlarının tüm Ada adına söz sahibi olmadıkları ve özellikle şimdi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin (KKTC) kurulmuş olduğu şeklindedir. Kıbrıs Rumlarının tutumu ise, şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, KKTC’nin yasal bir varlığı bulunmadığı ve kendilerinin (İngiliz Egemen Üs Bölgeleri hariç) AB üyeliği için başvuruda bulunma dahil, tüm adayı temsilen söz hakları olduğu şeklindedir. Ne ilk Mütalaam ne de bu Mütalaa bu ihtilafa karışmaktadır. Benim görüşüme göre, tartışma amaçları bakımından, Kıbrıs’ın güneyindeki rejimin adadaki tek egemen güç olduğu varsayımı kabul edilse dahi, Garanti Andlaşması, bu Andlaşmanın Türkiye dahil tüm tarafları onay vermedikçe, Kıbrıs’ın AB’ne üye olmasını özellikle yasaklamaktadır.[5]

 

GARANTİ ANDLAŞMASI

 

6. Bir tarafta Kıbrıs Cumhuriyeti, diğer tarafta Yunanistan, İngiltere ve Türkiye’nin bulunduğu Garanti Andlaşması’nın hükümleri üzerinde 1959 Londra Konferansı’nda mutabakata varılmıştır.[6] Andlaşma Lefkoşa’da imzalanmış ve Kıbrıs’ın bağımsızlık tarihi olan 16 Ağustos 1960 tarihinde yürürlüğe girmiştir.[7] Andlaşma, her ikisi de eşit derecede geçerli olmak üzere İngilizce ve Fransızca dillerinde hazırlanmış olup, halen yürürlüktedir[8]. Bu husus Ortak Mütalaa’da tartışılmamaktadır. Temel hükümler şunlardır.[9]

 

Madde I

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini muhafazayı ve anayasasına saygıyı güvence altına almayı taahhüt eder.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle hiçbir şekilde kısmen veya bir bütün olarak siyasi ve ekonomik birliğe girmeyeceğini taahhüt eder. Kıbrıs Cumhuriyeti, bununla bağlantılı olarak Adanın gerek herhangi bir diğer devletle birleşmesini gerekse taksimini doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirmeyi teşvik etmesi muhtemel her türlü faaliyeti yasaklar.

 

Madde II

 

Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bu Andlaşma’nın I’inci Maddesinde belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini ve aynı zamanda Anayasa’nın Temel Maddeleriyle kurulan düzeni (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler.

 

Benzer şekilde, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, kendilerini ilgilendirdiği ölçüde, doğrudan veya dolaylı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir devlet ile birleşmesini veya Ada’nın taksimini sağlamayı amaçlayan bütün faaliyetleri yasaklamayı taahhüt ederler.

 

Bu iki maddenin ikinci paragraflarının ve özellikle II’inci maddenin ikinci paragrafının doğru yorumu, tartışmanın temel çıkış noktasını oluşturmaktadır.

 

7. 1969 Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 31 ve 32’nci maddelerinin, geriye dönük olmasa bile, mevcut amaçlar için Andlaşmaların yorumu ile ilgili uluslararası örfi hukuk kurallarını ortaya koyduğu yönündeki Ortak Mütalaanın yazarlarının görüşlerine (paragraf 9) katılmaktayım. Bu maddeler şunları öngörmektedir:

 

Madde 31 – Genel Yorum Kuralı

 

1. Bir Andlaşma, Andlaşmanın içeriği ile bağlantılı olarak, konu ve amacının ışığında, terimlerin olağan anlamına uygun biçimde ve iyi niyetle yorumlanmalıdır.

 

2. Bir Andlaşmanın yorumlanması bakımından, Andlaşmanın içeriği, Andlaşmanın girişi ve eklerini kapsayan Andlaşma metnine ilaveten, aşağıdakileri kapsar:

 

a) Andlaşmanın akdedilmesiyle bağlantılı olarak bütün taraflar arasında yapılmış olan Andlaşmayla ilgili herhangi bir anlaşma;

 

b) Andlaşmanın akdedilmesiyle bağlantılı olarak bir veya daha fazla tarafça yapılan ve diğer taraflarca Andlaşmayla ilgili bir belge olarak kabul edilen herhangi bir belge.

 

3. Andlaşmanın içeriği ile birlikte aşağıdakiler de dikkate alınır:

 

a) Andlaşmanın yorumu veya hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili olarak taraflar arasında sonradan yapılan herhangi bir anlaşma,

 

b) Tarafların Andlaşmanın yorumu konusundaki mutabakatını tespit eden Andlaşmanın uygulanmasıyla ilgili daha sonraki herhangi bir uygulama,

 

c) Taraflar arasındaki ilişkilerde uluslararası hukukun tatbiki kabil herhangi bir kuralı.

 

4. Tarafların bir terime özel bir anlam vermek istedikleri tespit edilirse, o terime o anlam verilir.

 

Madde 32 – Tamamlayıcı yorum araçları

 

31. Maddenin uygulanmasından doğan anlamı teyit etmek için veya 31. Maddeye göre yapılan yorumun,

 

(a) anlamı muğlak veya anlaşılmaz bırakması veya,

 

(b) çok açık bir şekilde saçma olan veya makul olmayan bir sonuca götürmesi hallerinde,

 

anlamı tespit etmek için Andlaşmanın hazırlık çalışmaları ve andlaşmanın yapıldığı koşullarda dahil olmak üzere tamamlayıcı yorum araçlarına başvurulabilir.

 

8. Bu yorum kurallarının Garanti Andlaşmasının metnine uygulanması konusunda Ortak Mütaala’nın yazarları ile aramda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bununla birlikte, Ortak Mütaala’nın yazarları dahi, başlangıç noktasının Andlaşmanın lafzının olağan anlamı olması gerektiğini kabul etmektedirler. Bu nedenle, Ortak Mütalaa’nın yazarlarının bu olağan anlamı saptırma çabalarında kullandıkları yöntemlerle ilgili ayrıntılara girmeden önce, bazı temel terimleri özet olarak incelemekle başlayacağım.

 

9. “herhangi bir siyasi veya ekonomik birlik”. Bu ifade Garanti Andlaşması’nın I’inci Maddesi’nin ikinci paragrafında yer almaktadır. Bu paragrafın ikinci cümlesinde ve II’inci Maddenin ikinci paragrafında yer alan “birlik” kelimesinin aynı anlama geldiğine hiçbir tereddüt yoktur. Zira, bir paragraftaki ifade, diğerinin içeriğinin bir parçasıdır. Ayrıca, noscitur a sociis (bir kelimenin anlamı, içinde bulunduğu metinden belli olur) yorum ilkesini de ortaya koymak gerekir. İfade, “siyasi veya ekonomik birlik”tir. Ekonomik birlik genelde, siyasi birliğe oranla daha gevşek bir yakınlığı öngören bir birlik şeklidir. AB, tartışmasız olarak bir ekonomik birlik ve (giderek artan biçimde) siyasi bir birlik şeklidir.

 

10.“Kıbrıs, tamamen veya kısmen herhangi bir siyasal veya ekonomik birliğe girmeyeceğini taahhüt eder”. I.’inci Madde’nin ikinci paragrafında yer alan, bir birlik “oluşturmak” değil, bir birliğe “girme” ifadesi, olağan anlamıyla, ekonomik veya siyasi olarak tam birleşmenin daha azını öngören bir kavramı içermektedir. Bu husus, “tamamen veya kısmen” ibaresiyle yeterince teyit edilmektedir. Bu husus kısmi birliğin dahi yasaklanmakta olduğunu açığa çıkarmaktadır.

 

11. “doğrudan veya dolaylı olarak, gerçekleştirmeye teşvik etmesi muhtemel”. Bu ibare, (ilgisiz şekillerle) I’inci Maddenin ikinci paragrafı ve II’inci Maddenin ikinci paragraflarında bulunmaktadır. Bu ifadeyle, sadece (tamamen veya kısmen) ekonomik veya siyasi birliğin gerçekleştirilmesinin değil, doğrudan veya dolaylı olarak her iki şekildeki birliğin gerçekleşmesini amaçlayan veya buna yol açması muhtemel olan bütün faaliyetlerin de yasaklandığı açıklığa kavuşmaktadır. Bu husus tam bir birlik için geçerli olduğu gibi, kısmi birlikler için de geçerlidir.

 

12. “herhangi bir Devletle hiçbir şekilde.” I’inci Maddenin ikinci paragrafında bulunan bu ibarenin anlamı, açıkça, aynı paragrafta ve II’inci Maddenin ikinci paragrafında yer alan “herhangi bir diğer Devlet” ibaresini de kapsamına almaktadır. Ortak Mütalaa, (ileride göreceğimiz gibi) bu ifadeyi “Yunanistan veya Türkiye” olarak ve sadece biri veya diğeri şeklinde yorumlamaya çalışmaktadır. Ancak Andlaşma’da söylenen bu değildir. Elbette ki, bu ve diğer hükümlerle (taksimden ayrı olarak), Kıbrıs’ın Yunanistan veya Türkiye’yle birleşmesinin önlenmesinin amaçlanmış olduğu tartışılamaz. Fakat, ister istemez, tek amaç bu değildir, aksi takdirde Andlaşma’da rahatlıkla şu ifade kullanılabilirdi: “Kıbrıs, Yunanistan veya Türkiye ile herhangi bir ekonomik veya siyasi birliğe girmemeyi taahhüt eder”. Ancak bunun yerine Andlaşma’da, “herhangi bir diğer Devletle” denilmiştir. Metnin açık anlamına göre öyleyse, herhangi diğer bir Devletle birlik yasaklanmaktadır. Örneğin, İngiltere’yle (bir önceki sömürgeci güç) veya İtalya’yla (Venedik, çok önceleri Kıbrıs’ı yönetmişti) birlik de aynı şekilde yasaklanmış olmalıydı. Aynı ifade taslak Garanti Andlaşması’nda da kullanılmıştı ve Türk Dışişleri Bakanı, bu ifadenin, “Yunanistan’la veya herhangi diğer bir ülkeyle” enosisi dışlamak maksadıyla tasarlandığını vurgulamıştı. Yunanistan Dışişleri Bakanı da Türk meslektaşıyla aynı görüşü paylaşıyordu.[10]

 

13. Ortak Mütalaa, bu ibarede tekil bir “Devlet” ifadesi kullanıldığını ortaya koymakta ve AB’ne üye on beş ülkenin bulunduğuna işaret etmektedir. Ancak, bu iddianın ikna edici gözükmemesine ilişkin olarak üç sebep bulunmaktadır. Birincisi, çoğul ifadeyi de kullanmak gereksiz olurdu. İngilizce hukuki yazılımda, aksi belirtilmemiş veya açıkça ima edilmemiş ise, “herhangi bir Devletle hiçbir şekilde” veya “herhangi diğer Devlet” ifadesi otomatik olarak çoğulu da kapsamaktadır.[11] Aynı şekilde, Garanti Andlaşması’nın Zürih’te hazırlanmış ve “eşit derecede geçerli” olan Fransızca nüshasında kullanılan “avec quelque Etat que ce soit/ hangi devletle olursa olsun” ifadesi kesinlikle birden fazla sayıdaki Devletle birlik kurulması olasılığını da içine almaktadır. İkinci olarak, bir üslup olarak, “herhangi diğer Devletle veya Devletlerle hiçbir şekilde” anlamına gelecek İngilizce “any other State or States whatsoever” demek, en basit ifadeyle, yakışıksız olacaktı. Diğer yandan Fransızca dilinde de, “avec un ou d’autres Etats quels qu’ils soient/ Hangi devlet veya diğer devletlerle olursa olsun” veya buna benzer şekildeki bir ifade daha da yakışıksız olacaktı. Üçüncü sebep ise, Garanti Anlaşması’nın metninde veya hedef ve amacında, sadece bir Devletle birliğin yasaklanmasının planlanmış olduğunu gösterebilecek hiçbir unsurun bulunmamasıdır. Kıbrıs’ın, Yunanistan ve Malta ile üçlü bir birlik kurmak istediği varsayılırsa, bunun anlaşmanın hazırlayıcıları tarafından sözkonusu yasağa aykırı kabul edilmiş olacağı açıktır, çünkü sonuçta Malta’yla olduğu kadar Yunanistan’la da birlik kurulmuş olacaktır. Buna benzer olarak, üçüncü Devlet olarak Yunanistan’dan (veya Türkiye’den) daha güçlü bir Devletin dikkate alınması halinde, Kıbrıs, Yunanistan ve Fransa arasında kurulacak üç taraflı yarı siyasi veya Kıbrıs, Fransa ve Türkiye arasında kurulacak üç taraflı ekonomik birlik benzeri bir ilişkiye gösterilecek tepkinin ne olacağını hayal etmek için fazla çaba sarfetmeye gerek yoktur. Kısaca, Garanti Andlaşması’ndaki tekil “Devlet”in çoğulu kapsamadığını düşünmek için bir neden bulunmamaktadır.

 

14.Bu itibarla, Garanti Andlaşmasında kullanılan kelimelerin olağan anlamları, lafzi olarak veya kapsam, hedef ve amaçlarının ışığında, AB üyeliğinin bu Andlaşmaya aykırı olacağı ve bunu engelleyebilecek olan Garantörlerin (Yunanistan ve İngiltere), bu üyeliğin gerçekleşmesini kolaylaştırmamakla yükümlü oldukları görüşünü desteklemektedir. Bu sonucu saptırmak amacıyla Ortak Mütalaa’da ortaya konulan iddialara ayrıntılı bir şekilde bakmalıyız.

 

15.Ortak Mütalaa’da, Garanti Andlaşmasının açık lisanını saptırmak amacıyla, uluslararası örgütlere üyeliğin yasağın kapsamına girmediği öne sürülerek, herhangi diğer bir Devletle… veya, yukarıda açıklanan sebeplerle, Devletler de diyebilirim…, tamamen veya kısmen birleşmeye yol açabilecek faaliyetler ile uluslararası bir kuruluşa, özellikle AB’ne üyelik arasında yanıltıcı bir ayrım yapılmaktadır.

 

16.Birincisi, Kıbrıs Anayasasının belirli hükümlerini ihtiva eden sözkonusu yanlış kullanım, Mütalaamda bu konuda ortaya koyduğum bazı noktaları kasıtlı olarak yanlış yorumlamakta veya yanlış anlamaktadır. Ortak Mütalaa’nın 11. paragrafında, kapsam dışına çıkılarak, Garanti Andlaşmasının I (2). maddesinde kullanılan lisan ile Kıbrıs Anayasası’nın 50 ve 169. maddelerinde kullanılan lisan arasındaki karşıtlığa dikkat çekilmektedir. Doğru yorumlandıkları ve anlaşıldıkları zaman bu hükümler, Prof. Crawford, Hafner ve Pellet’in görüşlerini desteklemekten uzak kalmakta ve tezlerini zayıflatmakta ve görüşümü desteklemektedir.

 

17.Başlangıçta, I (1). maddesi de dahil, Garanti Andlaşmasının birçok maddesinde atıfta bulunulan ve Garanti Andlaşmasıyla aynı zamanda aktedilen Anayasanın, Andlaşmanın I (2). ve diğer ilgili maddelerinin içeriğinin bir parçası olduğunu kabul ediyorum. Fakat bu ilgili hükümler gerçekte ne ifade etmektedirler? Orijinal Mütalaamda bahsettiğim gibi,12 50. madde, Anayasanın “Temel Maddelerinden” biridir ve 182. maddede bu maddenin değiştirilemeyeceği belirtilmiştir. 50. madde, (Kıbrıslı Rum) Cumhurbaşkanına ve (Kıbrıslı Türk) Cumhurbaşkanı Yardımcısına, dış ilişkiler, savunma ve güvenliğe ilişkin çeşitli konularda, ortaklaşa veya tek başlarına kullanabilecekleri nihai veto yetkisi vermiştir. Bu vetonun kullanılabileceği konular arasında, 1 (a). paragrafta görüldüğü üzere, “Cumhuriyet’in, Yunanistan ve Türkiye’nin birlikte üyesi olduğu uluslararası kuruluşlara veya ittifaklara katılımı hariç, dış ilişkilere” yer verilmektedir. Diğer bir ifadeyle, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye’nin birlikte üye olduğu bir uluslararası kuruluşa fazla bir tartışma gerektirmeden üye olabilecek, ancak Yunanistan ve Türkiye’nin üye olmadığı uluslararası kuruluşlara ise Cumhurbaşkanı veya Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto etmemesi halinde üye olabilecekti.13 Bu hükümden, uluslararası kuruluşlara üyeliğin Garanti Andlaşmasının kapsamına girdiği, anılan iki devletin üye olmaması halinde, sözkonusu üyeliğin veto edilebileceği açıkça anlaşılmaktadır. Madde 169, ( 50. maddeye tabi olduğu açıkça vurgulanmaktadır) anlaşmaları kimin aktedeceğine ve bunların iç hukuktaki etkilerine ilişkindir. Konumuzla ilgisi yoktur ve şu iki anlaşma türü arasında bir ayrım yapar: (1) Aktedilmesi Bakanlar Kurulu kararı gerektiren “ticari konular ve ekonomik işbirliği (ödemeler ve kredi dahil) ve modus vivendi ile ilgili olarak, herhangi bir Uluslararası Kuruluş veya Devlet ile yapılacak uluslararası anlaşma[lar], (2) Bakanlar Kurulu kararıyla birlikte Parlamento onayı gerektiren “diğer bir Andlaşma, sözleşme veya uluslararası anlaşma”. Bu durumda, 1. paragraf, parlamento onayından vazgeçerek, ekonomik nitelikli anlaşmalar için daha süratli bir yöntem belirleme amacını gütmekte ve Garanti Andlaşması’nın I (2). maddesinde yer alan temel kavramların anlamına hiçbir ışık tutmamaktadır.

 

18.Anayasanın, konumuzla ilgili hükmü olan 50. maddesine dönecek olursak, bu maddenin menşei, Mütalaamın 7, 14 ve 34. paragraflarında açıklanmış bulunmaktadır. İngiliz, Türk ve Yunan Dışişleri Bakanlarının katılımıyla İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda 12 Şubat 1959 tarihinde yapılan bir toplantıda,14 Garanti Andlaşması’nın I (2). maddesinin taslağıyla ilgili olarak birçok soru sorulmuştu. Bu çerçevede İngiltere Dışişleri Bakanı, “1. maddenin ikinci paragrafının, Kıbrıs’ın tüm uluslararası kuruluşlara, örneğin ileride kurulacak olursa, [Avrupa] Serbest Ticaret Bölgesi’ne üyeliğini engellemek amacını taşıyıp taşımadığını” sormuştu. Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları cevaben, “Kıbrıs’ın, Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte üye oldukları uluslararası kuruluşlara, örneğin [Evrensel] Posta Birliği’ne ve herhangi bir Serbest Ticaret Bölgesi’ne üyeliğine karşı herhangi bir itirazın sözkonusu olmayacağını açıklıkla belirtmişlerdir. Aynı şartların Kıbrıs’ın Commonwealth’e veya Sterlin Bölgesine üyeliği konusunda da geçerli olduğunu kaydettiler.”15 Fakat aynı zamanda, Türkiye ve/veya Yunanistan’ın üye olmadıkları hallerde, Cumhuriyet’in bu uluslararası kuruluşlara ancak her iki toplum liderinin de onay vermesi halinde üye olabileceğine açıklık getirilmiştir.

 

19.İçeriğinden de görüldüğü üzere Ortak Mütalaa’nın 11. paragrafında, Garanti Andlaşmasındaki yasağın kapsamından uluslararası kuruluşların çıkartılması amacıyla Anayasanın 50. maddesinin kullanılması girişimi tamamıyla yanıltıcıdır. Çünkü, Garanti Andlaşmasının (taslak) yazımının “gerçekten gevşek veya sıkı tüm uluslararası kuruluşları kapsama eğiliminde olduğu” gözönüne alınmış ve ancak 50. maddedeki şartların yerine getirilmesi koşuluyla üyeliğin engellenmeyeceği hususu sorgulanmış ve ancak bu şartlarda mümkün olabileceği dikkate alınmıştır. Diğer bir ifadeyle, istisna, kuralı tam anlamıyla haklı çıkarmaktadır ve hazırlık çalışmalarından (travaux préparatoire) yapılan bu alıntı, I (2). maddede kastedilen anlam konusunda Ortak Mütalaa’nın yazarlarının değil, benim görüşümü desteklemektedir.

 

20. Kıbrıs’ın çeşitli uluslararası kuruluşlara olası üyeliği konusunda siyasetçiler ve bürokratlar arasında birbirini izleyen tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalar, şu veya bu kuruluşa (örneğin, NATO) üyeliğin siyasi açıdan arzu edilebilir olup olmadığı ve sözkonusu kuruluşun Kıbrıs’ı kabul edip etmeyeceği üzerinde odaklanmıştır. Fakat bu tartışmalar sırasında Kıbrıs’ın çeşitli örgütlere üye olabileceği öngörülmüşken, böyle bir katılım, ancak 50 ve 169. maddelerde kayda geçirilen usul dahilinde… ve özellikle, Cumhurbaşkanı veya Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkisini kullanmaktan imtina etmesi halinde… tutarlı olabilirdi ve sonuç olarak iki toplum liderinin onayının alınmaması halinde Garanti Andlaşmasının I (2). maddesinin uluslararası kuruluş üyeliğine uygulanmayacağı anlamına gelmezdi. Örneğin, İngiliz Bakanlar Kurulu Kıbrıs Özel Komitesi için, yukarıda bahsekonu toplantılardan iki hafta sonra hazırlanan bir taslak notta, Kıbrıs’ın Ortak Pazar’a üyeliğinin artıları ve eksileri tartışılıyordu ve analiz şu cümleyle bitiyordu: “Kıbrıs’ın Ortak Pazar’a üyeliğini engelleyen son ve muhtemel nihai görüş, Yunanistan ve Türkiye’nin Ortak Pazar’a üye olmadığı ve ileride üye olmalarının da muhtemel gözükmemesidir”.16 İlgililerin Garanti Andlaşmasının uygulanmasına karşı oldukları gibi, içeriğini de yeterli ölçü de inceledikleri şüpheli olduğu için gözlemlere daha fazla ağırlık vermek istemiyorum. Ancak aynı husus, adil olmak adına, Londra Kıbrıs Ortak Komitesi Milletvekilleri Komisyonunun 19 Ekim 1959 tarihinde yapılan 26’ncı toplantısının Tutanakları17 için de dile getirilmelidir. Tutanakların bir kısmı, Ortak Mütalaa’nın 19. paragrafında yer almaktadır. Yunanistan ve Türkiye temsilcilerinin Kıbrıs Rum Delegasyonu Başkanına, Kıbrıs’ın Serbest Ticaret Alanı, Gıda ve Tarım Örgütü, GATT gibi ya da diğer çok taraflı örgütlerin dışında kalmasının öngörülmediği konusunda güvence veren ifadeleri, benim yorumumla tamamıyla tutarlıdır.

 

21.Ortak Mütalaa’nın yazarlarının, Cumhurbaşkanı Yardımcısının şu anda mevcut olmaması nedeniyle, Anayasa’nın 50. maddesinin uygulanmasının imkansız olduğu konusundaki iddialarına aşağıda (36-38. paragraflar) yeniden döneceğim. Ancak şu an için (farzedelim ki), Kıbrıs Anayasası açısından haklı olsalar bile, bu, benim dile getirdiğim noktayı etkilemez. Çünkü benim belirttiğim ana nokta, AB’ne katılmak amacıyla yapılan müracaatın anayasal olmadığı değil, bu kuruluşa müracaat etmenin veya katılmanın, Garanti Andlaşmasının, herhangi bir Devletle, tamamen veya kısmen, siyasi veya ekonomik birleşmeyi ve böyle bir birliğe doğrudan veya dolaylı olarak yol açabilecek herhangi bir faaliyeti yasaklayan hükmüne aykırı olacağıdır.

 

22.Kesinlikle ifade ediyorum ki, meşru istisnalara saygı gösterilmediği takdirde, Garanti Andlaşmasının I (2). maddesi, uluslararası kuruluşlara üyeliği engellemektedir. Fakat bu husus herhangi bir nedenle reddedilse ve uluslararası kuruluşlara üyeliğin Garanti Andlaşmasının hükümlerine genel olarak aykırı olmadığı kabul edilse bile, benim görüşüme göre, AB’nin kendine has ve istisnai yapısı dikkate alındığında, üyelik, yasağın kapsamına girecektir. Ortak Mütalaa’nın 12-16. paragrafları bu konuda yanlış gerekçeler oluşturan bazı örnekleri kapsamaktadır.

 

23.Mütalaamın 106. paragrafında “Kuruluşun isminin, yani Avrupa Birliği ibaresinin üyeler arasında bir birliği teyit ettiğini ifade etmiştim.” Ortak Mütalaa’nın yazarları bu görüşe “birlik” kavramının özellikle geçmişte, oldukça “sıradan” uluslararası kuruluşları bile tanımlamada kullanıldığı yolundaki çok bilinen hususu işaret ederek karşı çıkmaya çalışmaktadırlar. Bu çerçevede verilen örnekler Evrensel Posta Birliği18 ve Uluslararası Telekomünikasyon Birliğidir. Fakat bu yaklaşım, sözkonusu terimin Avrupa Birliği tarihindeki özel yerini yanlış tasvir etmektedir. Hatırlanacağı üzere, başlangıçta sadece Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (1952) mevcut bulunmaktaydı. Daha sonra ise bu kuruluşu, 1958 yılında kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu ve Avrupa Ekonomik Topluluğu takip etmiştir. Bu üç Topluluk başlangıçta bazı ulusüstü yetkilerle donatılmış olsalar da, gerek içerdikleri alanlar, gerek ulusal hukuka etkileri itibarıyla kapsamları çok sınırlı kalmıştır. Fakat bu kapsam, aşama aşama genişlemiş, özellikle Avrupa Ekonomik Topluluğu örneğinde olduğu gibi çok geniş çeşitlilikte konuları ve çok ileri boyutta yetkileri ihtiva eder hale gelmiştir. 1965 Birleşme Andlaşması ve bunu takip eden diğer belgeler bu üç Topluluğu, sadece bir Komisyonu, Bakanlar Konseyi ve Parlamentosu olan tek bir kuruluş haline getirmiştir. Müteakip gelişmeler ve özellikle Avrupa Birliği Maastricht Andlaşması, sadece ekonomik değil, siyasi olarak da artan ölçüde bütünleşmeye yol açmıştır. Bu amaçla örneğin, büyük ölçüde güçlendirilmiş AET’na, “ikinci” olarak Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ve “üçüncü” olarak “Özgürlük, Güvenlik ve Adalet” boyutları eklenmiştir. Ekonomik ve Parasal Birlik’in sözünü bile etmiyorum. Sonuç olarak, bütün yorumcuların hemfikir olduğu gibi, AB üyeleri arasında emsali görülmemiş derecede bütünleşmenin sözkonusu olduğu bir kuruluştur. Hiç şüphesiz, AB’nin bir “ekonomik birlik” olarak tanımlanabileceği gibi, “siyasi bir birlik” olarak da tanımlanması mantıksız olmayacaktır. Gerçekten, Avrupa Birliği Andlaşmasının [aynen alınmıştır] “Avrupa halkları arasında birbirine gittikçe yakınlaşan bir birlik yaratılması sürecinde yeni bir adımı” oluşturduğu açıkça ilan edilmiştir.19 Bu, üyeler arasındaki birliğin tam olduğu anlamına gelmemektedir; ancak Garanti Andlaşması, gördüğümüz gibi, sadece tam birliği değil, siyasi ve ekonomik birliği de yasaklamaktadır. Kısmi ya da tam da olsa ekonomik veya siyasi birlik yasaklanmaktadır. Dahası, bu niteliklerden birini haiz olan bir birliğe “doğrudan veya dolaylı olarak yol açabilecek” faaliyetler bile yasaklanmaktadır. Öyleyse, örneğin Birleşmiş Milletler’e üyelik, anılan yasak kapsamına girmeyecek kadar gevşek bir ortaklık olduğu söylenebilse dahi, aynı durumun AB için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir.20

 

24. Bu açık noktayı etkisiz hale getirebilmek için Ortak Mütalaa’nın 13-16. maddelerinde yeni sözde iddialar ortaya atılmakta ve oldukça suni bir bakış açısı benimsemektedir. Sözde iddialar konuya yüzeysel şekilde değinmekte ve bu çerçevede, devlet olma yolunda ilerlemesine rağmen, AB’nin bir devlet olmadığı ileri sürülmektedir. Ben AB’nin devlet olduğunu hiçbir zaman söylemedim, AB’yle bir birlik kurulması Garanti Andlaşmasıyla yasaklanmıştır. Ancak ifade etmeye devam ettiğim husus şudur ki, Avrupa Birliği, adından da anlaşılacağı gibi ortak yasama süreci, ortak kurumları, ortak bir hukuku, ortak para birimi (bir çoğunun) v.s. olan Devletler Birliğidir. Ortak Mütalaa’nın yaptığı gibi, metinden çeşitli alıntılar yaparak bunlar üzerinde konuşmak, “üye ülkelerin her birinin ekonomik ya da siyasi olarak bir diğer ülkeyle birlik kurduğunu söylemek yanlıştır” çünkü “hiçbir üye ülke bir başka üye ülkenin kurumsal düzeninin bir parçası değildir” demek bir bakıma hakikatten ve hatta hukuki gerçeklerden kaçmaktır. Çünkü, her bir üye ülkede uygulanan ve hukuki olarak üye ülkelerin yasalarının üstünde olan Birlik/Topluluk Yasası, üye ülkelerin kendi yasaları değildir ve bu yasaların ortak pazar, ortak bir para birimi, ortak dış ve güvenlik politikası gibi ortak kurumlar tarafından teklif edildiği, aktedildiği, uygulandığı, denetlendiği gerçeğini gizleyemez. Aksi takdirde, Amerika Birleşik Devletleri’nin her bir eyaletinin kendi hukuk sistemini muhafaza etmiş ve bu hukuk sitemlerine federal yasalar ve federal mahkemelerce sınırlı olarak hükmedilmesi nedeniyle, birbirleriyle birlik oluşturmadığı gibi saçma bir sonuca ulaşılır. Bu, Kıbrıs ve Yunanistan’ın, görünüşte kendi egemenliklerini muhafaza ederken, ulusüstü ortak bir yasama organı oluşturmaları ve bunun içinde Yunanistan’ın Kıbrıs’tan daha büyük bir veto hakkına sahip olması halinde, Yunanistan hukukunun resmen Kıbrıs’ta uygulanmadığı veya tam tersi olduğu gerekçesiyle, bu birliğin gerçek anlamda bir birlik olmadığı anlamına gelir. Benzer mülahazalar Yunan Kralı yönetimindeki birlik için de geçerlidir, bu Andlaşmanın kesin bir şekilde yasaklamaya çalıştığı bir durumdur.

 

25.Sonuç olarak, daha önce de ifade ettiğim gibi, Kıbrıs için AB’ye katılmak, açıkça, siyasi ve ekonomik olarak diğer üye ülkelerle bir birliğe girmek anlamını taşır. Ancak bundan fazlası da sözkonusudur. Bunun için bir kez daha hatırlanmalıdır ki, Garanti Andlaşmasının yasakladığı yalnızca ekonomik ve siyasi bir birlik değildir, kısmi bir birlik ve hatta böyle bir birliğe “doğrudan ya da dolaylı olarak yol açabilecek herhangi bir faaliyet” de yasaklanmıştır. Ortak Mütalaa “2. paragrafta yasaklayıcı her iki cümlenin tek sonucunun herhangi bir ülkeyle birlik oluşturmak ya da Ada’nın taksimini” yasaklamak olduğunu söyleyerek bu güçlüğü atlatmaya çalışmıştır. Bu, Garanti Andlaşmasında “herhangi bir devlet” ibaresiyle sadece tek bir devletin kastedildiğini haklı çıkarmaz (Ben bu noktanın sorgulanabilir olduğuna ilk Mütalaamda da yer vermiştim); bu, aynı zamanda I (2). maddenin içeriğinin de açıkça iki şekilde yanlış sunulmasıdır. İlk olarak, her iki cümlenin de yalnızca sonuçla ilgilendiği belirtilmektedir, oysa ikinci cümle açıkça “doğrudan veya dolaylı olarak herhangi bir ülkeyle birliğe yol açabilecek bir faaliyetin sonucuyla” ilgilidir. İkinci olarak, Ortak Mütalaa’da yasaklanmış sonuçtan doğru bir şekilde bahsedilmemektedir. Bu “herhangi bir başka ülkeyle birlik oluşturmak ya da Ada’nın taksimi”ni sağlamak değil, tümüyle ya da kısmi olarak, siyasi veya ekonomik birlik anlamındadır. Ortak Mütalaa, paragrafın lafzını yanlış bir şekilde yorumlayarak AB üyeliğinin en azından bir diğer ülke ya da ülkelerle birliğe yol açacağı gibi kaçınılmaz sonuçtan nafile şekilde kaçmaya çalışmaktadır.

 

26. Her ne kadar yüzölçümü küçük ve nüfusu az olsa da, 15 veya 21 üyeli bir Avrupa Birliği üyesi olarak Kıbrıs’ın daha büyük başka bir devletin (özellikle Yunanistan’ın) tahakkümü altında kalmayacağını söylemek de anlamlı değildir.21 Andlaşmayı hazırlayanların esas endişeleri ne olursa olsun, Garanti Andlaşmasının lisanında tahakkümü içeren bir üsluba yer verilmemiştir. Kıbrıs, daha küçük bir devlet olan Malta ile birleşse ve hakim olan taraf Kıbrıs olsa bile, Andlaşma lisanında bu husus aynı şekilde yasaklanabilirdi. Yasaklanan husus, kısmen ya da tamamen birleşme ve bu yönde eğilim gösteren doğrudan veya dolaylı adımlardır. Genel olarak AB üyelerinin diğer devletlere nazaran birbirlerine yakın oldukları tartışılmaz; ve eğer Kıbrıs ve Yunanistan AB üyesi olurlarsa, halklarının çoğunluğu din, dil, tarih ve benzeri bağlarla bağlı olan bu devletlerin bundan daha da yakınlaşmayacaklarını düşünmek gerçekçi değildir.

 

27. Ortak Mütalaa’nın reddetmesine karşın22, Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın Avusturya-Almanya Gümrük Rejimi davasına (1931 Ser. A/B 41) ilişkin hükmü olaylar aynı olmasa da bu konuyla ilgilidir. 1919 tarihli Saint-Germain Andlaşmasının 88. Maddesi ile Avusturya, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin rızası olmadan bağımsızlığından feragat etmemeyi ve özellikle başka bir devlete katılarak, bağımsızlığını doğrudan ya da dolaylı olarak veya herhangi bir şekilde tehlikeye atacak her türlü hareketten kaçınmayı taahhüt etmiştir. 1922 Protokolu, ekonomik bağımsızlığın da buna dahil olduğunu ve Avusturya’nın herhangi bir devlete, bağımsızlığını tehdit etmeye yönelik özel bir rejim veya menfaat sağlayarak ekonomik bağımsızlığına zarar veremeyeceğini açıkça belirtmiştir. Avusturya 1931 yılında Almanya ile aralarındaki gümrük tarifelerini kaldırarak ve dışarıya karşı ortak gümrük vergisi uygulayarak gümrük birliği oluşturacak şekilde bir Andlaşma imzalamıştır. Bu Andlaşmalarla yasaklanan hususların bedeli şimdiki durumdan daha yüksekti… Siyasi veya ekonomik birleşmedense bağımsızlığın kaybı sözkonusuydu… ve öngörülen gümrük birliği Ortak Pazar veya AB’ye göre çok daha mütevaziydi. Bununla beraber, Uluslararası Mahkeme, Avusturya’nın bu düzenlemelere dahil olmakla Andlaşmalardan doğan yükümlülüklerini ihlal ettiğine karar vermiştir. Çoğunluktaki 8 Yargıçtan biri olan Yargıç Anzilotti, ayrı görüşünde Saint-Germain Andlaşmasının 88. maddesindeki (ekonomik bağımsızlığa veya bununla ilgili özel sorumluluklara açıkça atıfta bulunmayan) genel yükümlülüklerin bile bu tür bir düzenlemeyle ihlal edildiğini belirtmiştir. Ortak Mütalaa’nın gözlemlediği gibi, Yargıç Anzilotti’nin görüşü Avusturya ile Almanya arasındaki ekonomik gücün eşitsizliğine dair olduğu halde, bu, çoğunluktaki diğer üyelerin görüşlerinin arasında yer almamaktadır. Garanti Andlaşmasını hazırlayanlar, bu emsalden muhakkak ki haberdardılar.23

 

28.Devam eden bu analizin ışığında, Ortak Mütalaa’nın 17. paragrafında atıfta bulunulduğu gibi, tarafların müteakip uygulamalarının zayıf ve tek bir örnekle reddedilemeyeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Burada vurgulanan nokta ne İngiltere ne de Türkiye’nin Kıbrıs’ın AET ile 1972 tarihli Ortaklık Anlaşmasına taraf olmaması amacıyla Garanti Andlaşmasına değinmemiş olmaları, dolayısıyla Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliğinin Garanti Andlaşmasına aykırı olmayacağı anlamına gelmediğidir.(Türkiye aslında bu Andlaşma’ya farklı platformlarda itiraz etmiştir.) Yine de, bunun üzerinde fazlasıyla durmak yanlış olacaktır. Bir ilk oluşturan sözkonusu Ortaklık Anlaşması, nispeten derin bir ilişki öngörmeyen ve tercihli ticaret anlaşmasından biraz daha kapsamlı bir düzenlemeydi. Bu tür anlaşmalar her şekilde mutlaka AET’na tam üyelik sonucunu doğurmamıştır, ayrıca Türkiye o zaman protesto etmemek için her türlü sebebe sahip bulunmaktaydı. (İngiltere’den bahsedilmiyor, çünkü o günlerde İngiltere kendisi de AET’na girmek üzereydi). SS Lotus Davası24 varsayımların muğlak olması nedeniyle, diğer kanıtların bulunmaması halinde, varsayımlardan hareketle ilgili devletin itiraz etmeye ya da protesto etmekten kaçınmaya hukuki olarak zorunlu olduğunu değerlendirmenin güvenilir olmadığını öğretmiştir.25

 

29. Ortak Mütalaa, 21 ve 23. paragraflarda, AB’nin ve daha az da olsa Güvenlik Konseyi’nin uygulama yönündeki olumlu tavırlarını hatırlatmaktadır. Bununla birlikte, Mütalaamın26 vakıalarla ilgili kısmında atıfta bulunduğum üzere, 1993 tarihli Avrupa Komisyonu görüşünün dayanağı, AB’nin KKTC’nin tanınmayacağına ilişkin kararıdır, bu nedenle, Kıbrıs Türklerinin Güney’deki Hükümetin bütün Kıbrıs’ı temsil etmediği ve bu itibarla sözkonusu başvurunun kabul edilemeyeceği yolundaki itirazı reddedilmiştir. Bununla birlikte, benim ilk mütalaamdan da görüldüğü ve yukarıda 5. paragrafta açıklandığı üzere, KKTC’nin egemenlik ve temsille ilgili tezleri benim buradaki görüşlerimin temeli değildir.27 Komisyon Görüşü, tahminen, daha önce bahsedilen genel politikayla tutarlı olabilmek için, Garanti Andlaşmasına ve Kıbrıs Anayasasına dayanan tezleri ciddi olarak değerlendirmemiştir.

 

30. Ortak Mütalaanın 22. paragrafında yer alan iddianın tersine, AT Anlaşması’nın 234. (şimdi 307) maddesinin bu tartışmayla gerçekten bir ilgisi yoktur. Bu maddenin işlevi, üyelerin Birliğe dahil olmayan ülkelere karşı daha önceden mevcut olan uluslararası yükümlülüklerini korumaktır. Kıbrıs AB üyesi değildir. Yunanistan ve İngiltere ise AB üyesi ülkelerdir. Fakat böyle bir koruma, normal olarak, başka türlü olması halinde bir ihtilafa sürüklenebilecek olan üye Devletin isteği üzerine gerçekleşir,28 ve eğer ne İngiltere ne de Yunanistan gündeme getirmezse, Komisyon’un bu konuyu gündeme getirmesi ihtimal dahilinde değildir.29 Herşeyden önemlisi, Viyana Konvansiyonu’nun (veya uluslararası örfi hukukun) Andlaşmaların yorumlanmasıyla ilgili hükümlerinde, bir Andlaşmaya taraf olmayanların (bu olayda, AB) sonraki fiillerinin Andlaşmanın yorumuyla ilgili olduğunu söyleyen hiç şey yoktur. Esasen, Uluslararası Hukuk Komisyonu, Andlaşmalar Hukuku’yla ilgili çalışmaların nihai taslak maddeleri arasında yer alan ve Viyana Konvansiyonu’nun 31. maddesine de temel olan 27. maddeye ilişkin yorumunda; “tarafların Andlaşmanın yorumlanmasına ilişkin mutabakatlarını ortaya koyan ve anlaşmanın uygulanmasıyla ilgili sonraki fiillerinin” dikkate alınması gerektiğini belirten paragraf 3(b)’deki, “taraflar”ın Andlaşmaya taraf olan devletlerin tamamı olduğunu açıklığa kavuşturmuştur.30 Türkiye Garanti Andlaşması’na taraf olan diğer devletlerin yorumunu kabul etmemektedir ve bu şekilde, Viyana Konvansiyonu’na göre de, Andlaşma’nın diğer taraflarının yoruma ilişkin mutabakatlarının dikkate alınması gerekli değildir. AB gibi, taraf olmayanların uygulamalarının dikkate alınması da gerekmez.

 

31. Benzer mülahazalar, Güvenlik Konseyi’nin AB ile Kıbrıs Rum yönetimi, ve sadece onlarla, katılım müzakerelerinin başlamasına destek verme kararına da mümkün mertebe uygulanabilir.31 Şu da unutulmamalıdır ki, Güvenlik Konseyi esasen bir siyasi organdır ve aynı şey yeni üyelerin kabulü hakkında karar verirken AB için de geçerlidir.

 

32. Ortak Mütalaanın 24. ve 27. paragrafları Avusturya’nın AB’ye katılımının ele aldığımız konuyla kıyaslanabilir olduğunu ileri sürmektedir. Ben bu iddiayı halihazırda 21 Temmuz 1997’deki tamamlayıcı notum ile cevaplamış bulunmaktayım (Bu Mütalaanın 2.Eki) ve ilave etmem gereken çok az şey bulunmaktadır. Ortak Mütalaa’nın çürütemediği temel düşüncem, mevcut durumun aksine, 1955 tarihli Avusturya Devlet Andlaşması’na taraf olan devletlerden hiçbirinin, neticede Avusturya’nın AET’ne katılma yönündeki güçlü isteğine itiraz etmemiş olmamasıdır. Başlangıçta kuşkularını ifade eden Sovyetler Birliği, daha sonra karşı çıkmamaya karar vermiştir.32 Eğer bir Andlaşmaya taraf olanların hepsi muhtemel bir ihlala muvafakat verirler veya haklarından feragat ederlerse konu kapanır. Burada, çok önemli bir fark bulunmaktadır, çünkü Türkiye açık bir şekilde Kıbrıs’ın AB’ye katılmasına karşı çıkmakta ve her düzeyde bunu tekrarlamaktadır.

 

33. Bu noktada, Ortak Mütalaa’da yer alan bir başka hususa değinmek istiyorum.33 Burada şöyle deniliyor: “Eğer (Garanti Andlaşması’nın) I. Madde’sinin 2. Paragrafı, Kıbrıs’ın AB’ye üye olmasını yasaklıyor şeklinde yorumlanırsa, bu yasak daimi ve koşulsuz olmalıdır. Türkiye’nin AB’ye üye olup olmaması veya üyeliğin ne zaman olacağı meselesiyle bir ilgisi yoktur.” Kelime anlamıyla bakıldığında, yasağın koşulsuz olduğu doğrudur ve sadece Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesi, otomatik olarak Kıbrıs’ın üyeliği önündeki hukuki engeli kaldırmaz. Bu görüşe verilecek cevap, önceki paragrafta verilen ile aynıdır- feragat etmek. Bir çok kişinin itirazından vazgeçeceğine dair spekülasyon yapmasına rağmen, Türkiye’nin Birliğe kabul edilmesi halinde, Kıbrıs’ın üyeliğine ilişkin itirazından vazgeçmeye niyetli olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değilim. Kesin olan şey, Türkiye bu itirazından vazgeçerse, Garanti Andlaşması’nda yer alan yasaklama “daimi” olmayacaktır.34

 

34. Yukarıda yer alan bütün bu sebeplerle, Ortak Mütalaa’da Garanti Andlaşması’nın yorumuna ilişkin görüşümü değiştirmeme yol açacak hiç bir şey bulunmamaktadır. Özellikle, Kıbrıs’ın AB’ne katılımı (hatta katılmak için müracaat etmesi) I. Madde’nin ihlali olacaktır. Ayrıca, Yunanistan ve İngiltere II. Madde uyarınca, Kıbrıs’ın bağımsızlığını I. Madde’de tanımlandığı şekilde garanti etmek ve “kendilerini ilgilendirdiği ölçüde” doğrudan ya da dolaylı olarak bu yasak birleşmeyi teşvik etmeyi amaçlayan bir faaliyeti engellemek yükümlülüğü altındadırlar. Bu yükümlülüğün, Yunanistan ve İngiltere’nin üyelik için başvuruyu herhangi bir şekilde teşvik etmekten kaçınmalarını gerektirdiği hususu son derece tartışmalı olsa da, AB içinde kullanacakları basit bir veto yoluyla üyeliği engelleme imkanına sahip oldukları kesindir.

 

KIBRIS ANAYASASI: BAZI İLAVE NOKTALAR

 

35. Şimdi Ortak Mütalaa’da vurgulanan başka iki konuya değineceğim: Kıbrıs Anayasası’nın 50. Maddesi ve “en ziyade müsaadeye mazhar devlet” muamelesi.

 

36. Anayasa’nın 50. Maddesi’ni ilk mütalaamın (özellikle) 14, 34,38, 47, 48 ve 109. Paragrafları’nda ve bu mütalaamın 15-20. Paragraflarında ele almıştım. Hatırlanacağı üzere, Anayasa’nın bu hükmü, hem (Kıbrıslı Rum) Cumhurbaşkanına hem de (Kıbrıslı Türk) Cumhurbaşkanı Yardımcısına, uluslararası örgütlere (Yunanistan ve Türkiye birlikte üye olmadıkça) üyelik dahil olmak üzere, dış ilişkiler konusunda veto yetkisi vermiştir. Ortak Mütalaa’nın 28-34. Paragraflarında, 1959’dan beri Cumhurbaşkanı Yardımcılığı için bir seçim yapılmamış olması ve bu görevi üstlenen son kişinin ölmüş bulunması nedeniyle bu hükmün uygulanamayacağı, ancak bu durumun, Kıbrıs’ın uluslararası örgütlere üyelik dahil uluslararası ilişkiler kurmasını engelleyemeyeceği ileri sürülmektedir.

 

37. Bu iddia karşısında gerçekleri ve hukuku ilgilendiren meseleler hakkında pek çok soru ortaya konulabilir. Örneğin, Cumhurbaşkanı Yardımcısının mevcut olmayışının sebebinin tamamen veya büyük ölçüde Kıbrıs Rum çoğunluğunun hatası olması hiçbir fark yaratmayacak mıdır?, Zaruret Hali Doktrini, Anglosakson hukuk sisteminin uygulandığı ülkelerin anayasa hukuklarında geçerli bir yere (son derece tartışmalı bir konudur) sahip midir? Ancak daha temel bir biçimde, Ortak Mütalaa iki önemli noktayı gözden kaçırmaktadır. Birincisi, 50. Madde, Kıbrıs Anayasası öngörülen sonuçlarından ayrı olarak, Garanti Andlaşması’daki doğrudan ya da dolaylı olarak herhangi bir devletle, tamamen ya da kısmen, ekonomik veya siyasi bir birliğe yol açabilecek fiillerin yasaklanması konusunu açıklığa kavuşturmaktadır. Daha önce (yukarıda, özellikle 19. Paragrafta) belirttiğim üzere, her iki toplumun temsilcilerine uluslararası örgütlere üyelik konusunda veto hakkı verilmesi ve sonra Yunanistan ve Türkiye’nin halihazırda birlikte üye oldukları uluslararası kuruluşların bu vetonun kapsamından çıkarılması, uluslararası örgütlere üyeliğin, (bu garantiler olmaksızın) siyasi ve ekonomik bağımsızlığı tehlikeye düşürme potansiyeline sahip olduğunun düşünüldüğünü göstermektedir. Uluslararası örgütlere üyelik konusunda veto hakkı verilmesinin (ve buna istisna getirilmesinin) Garanti Andlaşması’nın yazımı aşamasında, I(2). Madde çerçevesinde, tartışılmış olması gerçeği, bunu teyit etmektedir. Ayrıca, bu sadece Anayasa ve Garanti Andlaşması gibi iki ayrı belgenin tesadüfen bir araya gelmesi de değildir. Bu belgelerden ilki, sıradan bir anayasa değil, son derece alışılmadık bir şekilde, Garanti Andlaşması gibi uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alınmış bir anayasadır. Garanti Andlaşması’nın I. Maddesi uyarınca, Kıbrıs Cumhuriyeti, diğer şeyler meyanında “Anayasası’na saygı gösterilmesini” sağlama taahhüdü üstlenirken, diğer üç Devlet (garantör devletler) II. Madde uyarınca, diğer şeyler meyanında, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın Temel Maddeleri ile kurulan düzeni (state of affairs) “tanımayı ve garanti etmeyi” taahhüt etmişlerdir.

 

38. Ortak Mütalaa’da gözardı edilen ikinci önemli husus şudur: Hatırlanacağı üzere (yukarıdaki 17. Paragrafa bakınız) 50. Madde, Anayasa’nın açık bir şekilde değiştirilemez hale getirilen “ Temel Maddelerinden” birisidir. Kıbrıs Rum yönetimi Anayasa’nın bazı bölümlerini “etkisiz” ilan etmesine rağmen, esasen Anayasa’yı bilfiil değiştirme iddiasında olmamıştır. Ancak, böyle davranmış olsaydı bile, Kıbrıs’ın uluslararası yükümlülükler çerçevesinde saygı göstermesi gereken, orijinal “Anayasa” ve temel özelliği, diğer üç devlet tarafından garanti altına alınan yetki paylaşımını da içeren, “(orijinal)Temel Maddeler tarafından kurulan Düzen (state of affairs)”dir. ( Garanti Andlaşmasının II.(1) Madde’sine bakınız). Bu, Garanti Anlaşması’nın lafzı, yazım süreci (Bu hususa, özellikle ilk mütalaamda değinilmiştir.) ve giriş bölümüyle yeterince açık hale getirilmiştir. Giriş bölümü, “Dört devlet;

 

a) Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve güvenliğinin Anayasa’nın Temel Maddeleri tarafından tesis edildiği ve düzenlendiği biçimde muhafazasının kabul edilmesinin ortak çıkarları olduğunu gözönünde tutarak,

 

b) Anayasa tarafından kurulan düzene saygı gösterilmesini sağlamak için işbirliğini arzu ederek,

 

şu konularda mutabık kalmışlardır:” şeklindedir.

 

Böylece, uluslararası hukuk bakımından devletlerin çoğu anayasalarını, mevcut iç hukuklarına uyarak veya uymaksızın35, istedikleri biçimde değiştirebilirken, bu özel temel yasa farklıdır. Kıbrıs, Andlaşma ile Anayasası’na saygı göstermeyi kabul etmiş, diğer üç devlet de Temel Maddeler tarafından tesis edilen düzeni (state of affairs) tanımış ve garanti etmişlerdir. Bu, garantörlerin sadece vazifesi değildir. Bunun yanısıra, Kıbrıs’ın bu Andlaşma’ya uymasında garantörlerin birlikte veya ayrı ayrı, uluslararası yasal çıkarları mevcuttur. Bu normal bir durum değildir. Böylece, büyük ölçüde standart bir durum üzerine odaklanarak Ortak Mütalaa, bu konunun özelliklerine adil bir şekilde yaklaşmakta başarısız kalmıştır.

 

39. İlk Mütalaamın 109. Paragrafının bir bölümünde, Anayasanın 170.(1) Maddesi’ndeki en ziyade müsaadeye mazhar devlet muamelesine ilişkin hüküm hakkında ilave bir açıklama yapmıştım. Ortak Mütalaa’nın 35-37. paragrafları bu konuya ayrılmıştır. Ortak Mütalaa’nın yazarları, değinmediğim konulara ya da bahsettiğim, ancak en azından bir ölçüde yanlış anladıkları hususlara saldırmışlardır. Madde 170(1), “Cumhuriyet, mahiyetleri ne olursa olsun, bütün anlaşmalar bakımından, Yunanistan Krallığına, Türkiye Cumhuriyetine ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığına, uygun koşullar içeren anlaşmayla, en ziyade müsaadeye mazhar devlet muamelesi uygular” hükmünü getirmiştir. Madde 182 ve EK:III’den de görüleceği üzere, bu Anayasa’nın değiştirilemez Temel Maddelerinden birisidir. Dört taraf devlet arasındaki Kuruluş Andlaşması’nın F Ekinin İkinci Bölümü’nde de bu durum, neredeyse aynı terimlerle ifade bulmuştur. Bunun Türkiye’ye (veya diğer iki garantör devlete) müktesep bir hak verdiğini söylemedim; kullanılan ifadenin (“anlaşmayla” ve “uygun şartlarda”), bu muamelenin ileriye yönelik bir taahhüt (pactum de contrahendo) olduğunu açıklığa kavuşturduğuna katılıyorum. Sonuç olarak, Kıbrıs’ın Türkiye olmadan AB’ye girişinin, en ziyade müsaadeye mazhar devlet olma konusunda Türkiye’nin mevcut bir hakkını ihlal edeceğini iddia etmedim. Aksine, Ortak Mütalaa’nın vurguladığım iki hususu layıkıyla ele almamış olduğu düşüncesindeyim.

 

40. İlk olarak Madde 170(1), 1959’da mutabık kalınan Temel Yapı’nın 23.(1) Maddesini kelime kelime tekrarlamaktadır. 12 Şubat 1959’da üç Dışişleri Bakanı’nın36 Londra’daki Toplantısı’nda bunun yorumunun tartışıldığını vurgulamıştım. Lord Perth’in sorusuna cevaben Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları, “Amacın Kıbrıs ile üç (garantör) devlet dışındaki ülkelerin daha elverişli ikili anlaşmalar yapmasını engellemek” ve ayrıca ne Yunanistan’ın ne de Türkiye’nin Kıbrıs’ta birbirlerinden daha elverişli bir konum elde etmeleri ihtimaliden kaçınmak -örneğin, Yunanistan’ın bir çeşit ekonomik enosis kurması” (vurgu eklenmiştir) olduğunu belirtmişlerdir. Ortak Mütalaa,37 vurgunun Yunanistan ya da üçüncü devletler ile yapılacak ikili anlaşmalar üzerinde olduğunu iddia etmektedir. Ancak, Madde 170(1)ve daha önce kabul edilen Temel Yapı’nın çerçevesi ikili anlaşmalarla sınırlandırılmamıştır ve en geniş şekilde “mahiyeti ne olursa olsun bütün anlaşmaları” kapsayacak şekilde kaleme alınmıştır. Amaç, a) Üç garantörün herhangi bir diğer devletten daha az elverişli muameleye tabi olmamalarının sağlanması; ve en az onun kadar önemli, b) Kıbrıs’ın, Yunanistan’a veya Türkiye’ye, burada Türkiye’yi de söylemek lazım, özel ekonomik avantajlar sağlayarak, tarafların önlenmesi konusunda çok istekli oldukları, ekonomik birlik (tam veya kısmi, doğrudan ya da dolaylı) sonucunu yaratabilecek veya ekonomik birliğe doğru gidebilecek bir durumdan kaçınılmasıdır. Ortak Mütalaa’nın inkar etmediği ve edemeyeceği şey, Kıbrıs’ın Ortak Pazar’a Türkiye üye olmadan girmesinin, bu ülkenin Yunanistan’a Türkiye’ye göre daha elverişli muamele etmesine imkan tanıyacak olması ve aslında bunu zorunlu kılmasıdır. Bu durumun tam tersi de geçerlidir. Bu ise, Garanti Anlaşması’nın ihtiyatlı bir şekilde engel olmaya çalıştığı ekonomik birliği (“tam veya kısmi”) teşvik (“doğrudan veya dolaylı”) edebilecek ve böylece Garanti Anlaşması’nın en önemli amaçlarından birine aykırı olacaktır. İkinci olarak, yasaklanmış birliğe yönelik adımlar konusunu bir kenara bıraksak bile, Kıbrıs’ın Türkiye olmadan AB’ye katılması halinde, Türkiye’nin bu ülkeyle ilişkilerinde en ziyade müsaadeye mazhar devlet statüsüne sahip olamayacağı oldukça açıktır. Bu husus Ortak Mütalaanın yazarları tarafından da inkar edilmemektedir. Aslında, farklı bir amaçla olsa bile, onlar da bu hususu vurgulamaktadırlar. Gümrükler ve Tarifeler Genel Anlaşması’nda ve diğer belgelerde istisna getirilen “gümrük birliği” uygulaması yüzünden, yapılması öngörülen en ziyade müsaadeye mazhar devlet anlaşması imzalanmış olsaydı bile, eşitsiz bir muamelenin ortaya çıkması ihtimali bulunabileceği doğru olabilir. Ancak bu, böyle bir anlaşmanın içeriğiyle ilgili spekülasyon yapmak olacaktır.38

 

DİĞER HUSUSLAR:

 

41.Ortak Mütalaa’nın 37. Paragrafı ayrıca şunu ileri sürmektedir. “Kıbrıs ile Türkiye arasındaki 1963 tarihli Ticaret Anlaşması’nın 1. Maddesi’nin, açık bir şekilde, Kıbrıs’ın AET gibi bir ekonomik topluluğa gireceğini veya girebileceğini öngördüğü unutulmamalıdır. Bu durum, Garanti Andlaşması’nın I. Madde’sinin 2. Paragrafı'nın böyle bir katılımı daimi olarak engellediği tezi ile çelişmektedir” Ancak, Ortak Mütalaa’da atıfta bulunan hüküm şu şekildedir:

 

“Yukarıda bahsolunan en ziyade müsaadeye mazhar devlet muamelesi;

 

(c) Taraflardan her birinin, gümrük birliği, serbest ticaret bölgesi veya bir ekonomik topluluğa şimdiki veya gelecekteki katılımı, girişi veya ortaklığı çerçevesinde, diğer ülkelere verdiği veya gelecekte vereceği ayrıcalıklara, vergi(ücret) muafiyetine, tercihlere veya imtiyazlara uygulanamaz.”

 

İfadenin son derece genel ve hatta kuramsal olduğuna dikkat edilecektir. Bu ifade kesinlikle, Türkiye’nin Garanti Andlaşması dolayısıyla sahip olduğu AB üyeliğine itiraz etme hakkından feragat etmesi ile aynı manaya gelmez. Zaten bu konuya da değinmiyor ve sadece Kıbrıs’ın hukuka uygun bir şekilde bu tür ekonomik gruplardan birine katılımı veya ortaklığı halinde en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsünün sonuçlarının ne olacağını ele alıyor.39 Ortak Mütalaa’nın bu paragrafı da, mütalaanın yazarlarının, söylemediğim sözleri söylemişim gibi sunmalarına bir başka örnektir. Garanti Andlaşmasının I(2) Maddesi’nin AB’ye girişi daimi bir şekilde yasakladığını söylemedim, gerek bu mütalaamda, gerek ilk mütalaamda tekrar tekrar ifade ettiğim gibi, Garanti Andlaşması’nın bütün tarafları üyelik konusunda mutabık kaldıkları takdirde, ortada bir engel bulunmamaktadır.40

 

42. Mütalaamın 112-119. Paragraflarında, Komisyon’un ve Avrupa Adalet Divanı’nın da kabul ettiği gibi, Kıbrıs Rum yönetimi Ada’nın KKTC tarafından kontrol edilen kesiminde etkin bir otorite kurmaya muktedir olmadıkça, AB hukukunun Kıbrıs’ın tamamında uygulanmasının pratik zorluğuna dikkat çekmiştim. Bu durum Kıbrıs Cumhuriyeti adına aktedilen yükümlülüklerin diğer üyelere karşı tam olarak yerine getirilmesine ve diğer üyelerin Kıbrıs’a karşı yükümlülüklerine bir engel teşkil edecektir. Bu hususa Ortak Mütalaa’da değinilmemektedir. Muhtemelen başvurunun görüşülmesine teknik bir engel teşkil etmeyecek olan bu gerçek, katılım gerçekleşirse, örneği görülmemiş bir temel pratik sorun olacaktır. AB, Kıbrıs’taki çatışan toplumlara bir çözüme ulaşmaları konusunda baskı yapmak için bu hususu görmezlikten gelmeye karar vermiştir. Ancak böyle bir çözüme gerçekten ulaşılmadıkça, fiiliyattaki sorunlar var olmaya devam edecektir.

 

43. İlk Mütalaamın 78-94. Paragraflarında, sözkonusu Andlaşmaların, ve özellikle Garanti Andlaşması’nın, geçerli olup olmadığını ve geçerli iseler sona erdirilip erdirilmediklerini değerlendirmiştim. Bu konuda, özellikle taraflar Andlaşmaların yürürlükte olduğu konusunda mutabık gözüktüklerinden, bir sıkıntı bulunmadığı sonucuna varmıştım. Ortak Mütalaa bunu reddetmiyor,41 ancak, bu mütalaada değinmemem gereken bir ifade kullanılmıştır. 38. Paragrafta şöyle denilmektedir:

 

“Bu Mütalaada, Garanti Andlaşması’nın I. Maddesi, veya Anayasa’nın 50. veya 170 Maddelerinin, Kıbrıs’ın AB’ye katılımını engelleyeceği şeklinde yorumlanması halinde ortaya çıkabilecek meseleleri ele almak gerekli görülmemiştir. Bu varsayımda bile, Türkiye’nin Garanti Andlaşması’na yönelik kendi ihlallerinden dolayı, herhangi bir itirazda bulunabileceği son derece şüpheli olacaktı. Ancak bizim düşüncemize göre, bu üç maddenin manası çok açıktır. Böylece, bir tarafın kendi hareketlerinin teşkil ettiği hukuki mani (estoppel), veya ihlal ettiği bir Andlaşmanın hükümlerine kendisinin dayanamayacağı ilkesinin uygulanması hususu sözkonusu olmayacaktır.”

 

Ortak Mütalaa’nın yazarları Türkiye’nin ihlal ettiğini iddia ettikleri Garanti Andlaşmasına dayanamayacağı savlarına herhangi bir sebep göstermemektedirler. Böyle bir şeye teşebbüs etmiş olsalardı, vakıa ve hukuka ilişkin sayısız meseleyle uğraşmak zorunda olacaklardı. Bu hususlar arasında aşağıdakiler de yer almaktadır: 1960’larda toplumlararası ilişkilerin bozulmasının ardındaki gerçekler nelerdi, kim suçluydu, ve hukuki sonuçları nelerdi? Zaruret hali doktrini veya bir başka doktrin değiştirilemez ve yerleşmiş anayasal hükümlere uymamayı meşrulaştırır mı? Yunan cuntasının destekleyicileri tarafından yapılan 1974 askeri darbesinde tam olarak ne oldu, kimler sorumluydu ve ne tür hukuki etkileri oldu? Bu darbe Türkiye’nin müdahalesini haklı kıldı mı? IV. Maddedeki müdahale hakkı daha önceden var olan kurallar ya da daha sonra ortaya çıkan uluslararası hukukun buyruk kuralı (ius cogens) veya BM Şartının 103. Maddesi ile geçersiz mi olmuştur? Müdahale hukuka uygun ise, Türkiye’ye Kıbrıs’ta kalma hakkını verdi mi, öyle ise hangi şartlar altında? KKTC’nin kuruluşunun hukuki sonuçları neydi? Güvenlik Konseyi’nin konuya ilişkin çeşitli kararlarının anlamı ve etkisi nedir? gibi. Bu sorular ilk mütalaamın kapsamı dışındaydı ve özellikle Ortak Mütalaa’nın yazarları hiç bir ayrıntılı sebep göstermeyip sadece desteksiz iddialarda bulundukları için, bu konuları burada da incelemek gereksiz görünmektedir. Keza, hem Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, hem de uluslararası örfi hukuk uyarınca, Andlaşmanın askıya alınmasını veya bir Andlaşmayı uygulamayı reddetme hakkını ileri süren tarafın, Andlaşma yükümlülüğünü üstlenmiş olmanın yasal sonuçlarını gözardı etme yönündeki talebini ortaya atması ve yerine getirmesi gerekir.

 

SONUÇ:

 

44. Bu nedenlere, sonuç olarak ilk mütalaamda belirtmiş olduğum görüşlerimi muhafaza etmekteyim. Bu çerçevede bilhassa, (1) AB’ye katılma müracaatında bulunmanın ya da katılmanın, Kıbrıs’ın uluslararası yasal yükümlülüklerinin ve özellikle Garanti Andlaşması’nın I. Maddesi ile uluslararası garanti altına alınmış Anayasası’nın ihlali olacağı; (2) Bu başvuruya destek olan Garantörlerden her birinin, birbirlerine karşı ve bir bütün olarak Kıbrıs’ta yaşayanlara karşı uluslararası yasal yükümlülüklerini ihlal etmiş olacağı; (3) Yunanistan ve İngiltere’nin bu tür girişimleri engellemek üzere, Garanti Andlaşması’nın özellikle II. Maddesi uyarınca, sahip oldukları yasal gücü kullanmak ve katılımı özellikle veto etmekle yükümlü bulundukları; (4) Eğer Kıbrıs, siyasi sorun çözülmeden AB’ye kabul edilecekse, bunun fiiliyattaki etkilerinin, Birliğe kabul edilen varlığın, diğer üyelere karşı tüm yükümlülüklerini gerçekleştirememesi ve muhtemelen diğer üyelerin de, Kıbrıs’ın bütününe ve Ada’da yaşayanlara olan sorumluluklarını tam olarak yerine getirememesi olacağı görüşündeyim.

 

 

 

Maurice Mendelson, QC Blackstone Chambers

 

 

 

12 Eylül 2001 Temple,

 

 

 

Londra, EC4Y 9BW

 

 

 

 

 

EK- I

 

 

 

KIBRIS CUMHURİYETİNİN AVRUPA BİRLİĞİNE KATILMAK İÇİN YAPTIĞI MÜRACAAT HAKKINDA PROF. M.H. MENDELSON’UN, Q.C. MÜTALAASI

 

 

 

(6/6/1997)

 

 

 

1. Kıbrıs’taki Kıbrıs Rum makamlarının Avrupa Birliğine üyelik için yaptıkları müracaatla ilgili olarak mütalaam istenmiştir.

 

2. Özetle, mevcut anlaşmalar ve ilgili belgeler uygun olarak yorumlandığında, Kıbrıs Rum Yönetiminin uluslararası hukuk bakımından Türkiye’nin üyesi olmadığı Avrupa Birliğine katılmak için müracaat etmeye veya başvuruda bulunmuşsa katılmaya hakkı bulunmadığı görüşündeyim. Ayrıca, AB üyesi ve sözkonusu Anlaşmalara taraf olarak Yunanistan ve İngiltere bu katılımı engellemekle yükümlü bulunmaktadırlar. Binaenaleyh, Avrupa Birliği hukuku açısından da bu katılımla ilgili ciddi yasal engeller bulunmaktadır.

 

DURUM-VAK’ALAR

 

3. Daha sonra belirgin hale gelecek sebeplerden dolayı, gerçeklerin biraz ayrıntılı olarak ortaya konulması arzu edilmektedir.

 

4. 5 Şubat 1959 tarihinde Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunması amacıyla Yunan ve Türk Hükümetleri arasında Zürih’te müzakerelere başlandı.1 Gördüğüm belgelerin metinlerinde yer almamasına rağmen, Kıbrıs Rum ve Türk toplumlarının liderleri arasında da istişareler de bulunulduğu anlaşılmaktadır.2 Bağımsız bir devletin kurulması hususunda 11 Şubat 1959 tarihinde anlaşmaya varıldı. Başbakanlar Karamanlis ve Menderes “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı”’nın taslağını, bir tarafta Kıbrıs Cumhuriyeti ile diğer tarafta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasındaki Garanti Andlaşması taslağını ve Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan arasındaki İttifak Andlaşması taslağını parafe ettiler. Bu belgeler Fransızca olarak hazırlandı ve “Zürih Anlaşması” olarak tanındı. Zürih Anlaşması Yunanistan ile birlik veya “enosis” için baskı yapan Kıbrıs Rum toplumu ile Ada’nın paylaşılması için (“taksim”) bastıran Kıbrıs Türk tarafı arasında bir uzlaşmayı temsil etti.3

 

5. 11 Şubat 1959 tarihinde ayrıca, Yunanistan Dışişleri Bakanı Averoff ve Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu, İngiltere Dışişleri Bakanı ile istişarelerde bulunmak üzere Londra’ya gittiler. Bu istişareler sırasında Kıbrıs’ın belirli bölgelerinin İngiltere’nin egemenliği altında bırakılacağı hususunda görüş birliğine varıldı.12 Şubat 1959 tarihinde İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanlarının İngiltere Dışişleri Bakanlığında yaptıkları toplantının tutanaklarına başvurdum. İngiltere Dışişleri Bakanının üç ülke arasında anlaşmaya varılacak olması halinde Kıbrıs Rum ve Türk heyetlerinin konferans için Londra’ya davet edilebileceklerini belirttiği bu tutanaklarda yer almaktadır. Averoff, Başbakanının Zürih Anlaşmasını Başpiskopos Makarios’a açıkladığı, Makarios’un tepkisinin olumlu olduğu ve asıl belgeleri o akşam göreceği, Kıbrıs Rum toplumunun Başpiskopos’un mutabık kalacağı herhangi bir şeyi kabul edeceği bilgisini vermiştir.

 

6. İngiltere Dışişleri Bakanı ardından Zürih Anlaşması’nın belgeleriyle ilgili bazı sorular sormuştur. İlk soru Garanti Anlaşmasının birinci maddesinin ikinci paragrafı hakkındadır. Birinci madde şöyledir;

 

“Kıbrıs Cumhuriyeti, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini muhafazayı ve anayasasına saygıyı güven altına almayı taahhüt eder.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle herhangi bir şekilde kısmen veya bir bütün olarak siyasi ve ekonomik birliğe girmeyeceğini taahhüt eder. Kıbrıs Cumhuriyeti, bu amaçla, adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirmeyi teşvik etmeye vesile olan her türlü hareketi yasaklar.”4

 

7. İkinci paragrafla, Kıbrıs’ın, örneğin (şayet kurulduğu takdirde) (Avrupa) Serbest Ticaret Bölgesi gibi, tüm uluslararası birliklere mi üyeliğinin engellemesinin kastedildiği sorusu da görüşmede sorulmuştu. Zorlu, paragrafın “taksimin ve (Yunanistan ile veya bir başka ülkeyle) Enosis’in yasaklanmasını kastettiğini” açıkladı. Averoff mutabık kaldı – “ yazım özellikle Enosis yönündeki, örneğin Kıbrıs ve Yunanistan’ın Yunan Hükümdarlığı altında birleşmesi gibi, muhtemel Yunan tertiplerinin engellemesi amacıyla belirlendi.” “Zorlu ve Averoff, örneğin Dünya Posta Birliği veya herhangi bir Serbest Ticaret Sahası gibi Türkiye ve Yunanistan’ın her ikisinin üyesi oldukları uluslararası kuruluşlara Kıbrıs’ın üyeliğine herhangi bir itirazın olmayacağını açıklıkla kaydetmişlerdir.”

 

8. Temel Yapının 23’üncü maddesiyle ilgili olarak da bir soru gündeme geldi. Sözkonusu madde şunu öngörmekteydi.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye, niteliği ne olursa olsun, yapacağı her türlü anlaşma için en ziyade müsaadeye mazhar ülke koşulunu tanıyacaktır.

 

Bu hüküm, İngiltere’ye tanınacak askeri üs ve kolaylıklarla ilgili olarak Kıbrıs Cumhuriyeti ile İngiltere arasında imzalanan Andlaşma uygulanmayacaktır.

 

Lord Perth, bunun kaleme alındığı hali ile Kıbrıs’a ekonomik zararları olabileceğini belirtti. Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları, buna, İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) tercihinin muhafazasına engel olunmayacağı ve “Amacın Kıbrıs ile üç ülkenin dışındaki ülkeler arasında daha elverişli ikili anlaşmalar yapılmasının engellenmesi ve ayrıca, Yunanistan veya Türkiye’nin Kıbrıs’ta diğerine karşı ekonomik açıdan daha elverişli bir konumu, Yunanistan için örneğin bir ekonomik enosis tesis edilmesi gibi, elde etmesinin önlenmesi”(italikle yazılanlar bana aittir) olduğu cevabını verdiler.

 

9. 17 Şubat 1959 tarihinde, İngiltere Hükümeti Zürih Anlaşmasını incelediğini ve “Yunanistan, Türkiye ve İngiltere Dışişleri Bakanları arasında 11-16 Şubat 1959 tarihleri arasında gerçekleştirilen istişareleri dikkate alarak”, özellikle iki egemen üs bölgesinin İngiltere’nin elinde tutulması ve “Kıbrıs’taki çeşitli toplumların temel insan haklarının korunması” amacıyla anlaşmaya varılacak olması hükmü saklı kalmak şartıyla bu belgeleri Kıbrıs sorununun nihai çözümü için üzerinde mutabakata varılmış temel olarak kabul ettiğini açıkladı.5

 

10. 17 ve 19 Şubat 1959 tarihlerinde, Londra’da “Lancaster House”’da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Başbakanları tarafından bir muhtıra imzalandı.6 Bu muhtıra’da; Başbakanlar 1) Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumlarının temsilcilerinin Zapta ekli belgeleri “Kıbrıs sorununun nihai çözümü için üzerinde mutabakata varılmış bir temel” olarak kabul ettiklerini belirten beyanlarının not edildiğini; 2) buna bağlı olarak, sözkonusu belgelerin üzerinde mutabakata varılmış temel olduklarının kabul edildiğini belirttiler. Buna uygun olarak, aşağıda incelenen tüm belgelerin sadece üç ülkenin değil, sırasıyla Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumunun temsilcileri tarafından da imzalandığının veya parafe edildiğinin belirtilmesi gerekmektedir.

 

11. Muhtıra ekli belgeler şöyle sıralanmaktadır;

 

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı

 

Kıbrıs Cumhuriyeti ile Yunanistan, İngiltere ve Türkiye arasında Garanti Andlaşması

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye arasında İttifak Andlaşması

 

- Bu üç belge temel Zürih Anlaşması belgeleridir –

 

İngiltere Hükümeti tarafından 17 Şubat 1959 tarihinde yapılan Beyan (yukarıda 9 uncu paragrafta belirtilen)

 

Garanti Andlaşmasına konulacak Ek İlave Madde

 

Yunan ve Türk Dışişleri Bakanları tarafından 17 Şubat 1959 tarihinde yapılan Beyan

 

Kıbrıs Rum Toplumu temsilcisi tarafından 19 Şubat 1959 tarihinde yapılan Beyan

 

Kıbrıs Türk Toplumu temsilcisi tarafından 19 Şubat 1959 tarihinde yapılan Beyan

 

Kıbrıs’ta yeni düzenlemelerin hazırlanması için üzerinde Mutabık Kalınan Tedbirler

 

12. Tüm bu belgeler duruma göre, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan temsilcileri ile iki toplumun temsilcileri tarafından imzalandı veya parafe edildiler. Mutabık Kalınan Tedbirler ise sadece üç garantör devlet temsilcisi tarafından parafe edildi. Bu belgeleri daha ayrıntılı olarak aşağıda incelemekteyim.7

 

A- KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN TEMEL YAPISI

 

13. Bu belge, müstakbel Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (KC) gelecekteki anayasasının çerçevesini öngörmektedir. Birinci madde, Cumhurbaşkanının Rum, Cumhurbaşkanı Yardımcısının Türk olmasını ve her birinin genel oy hakkı yöntemiyle kendi toplumları tarafından seçilmesini şart koşmaktadır.

 

14. Sekizinci madde “Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı, gerek ayrı ayrı ve gerek birlikte, Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte katıldığı ittifaklara ve uluslararası kuruluşlara Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de katılması hariç, dış işleri veya Ek 1 ‘de tanımlanan savunma ve güvenlik konularına ilişkin herhangi bir kanunu veya kararı nihai veto hakkına sahip olacaklardır” hükmünü içermektedir. Bu maddenin İngilizce gramatikal yapısı tam olarak alışılmamış olup, Zürih Anlaşmasındaki taslak Temel Yapının Fransızca metni ile karşılaştırılması halinde, biraz açıklığa kavuşturulabilecektir: “Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı ayrı ayrı ve birlikte, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Ek I’de tanımlanan ve Yunanistan ile Türkiye’nin taraf olduğu savunma ve güvenlikle ilgili uluslararası kuruluşlara ve ittifaklara katılması hariç, dışişlerine ilişkin her türlü yasa ve karara karşı nihai veto hakkına sahip olacaklardır.” Bu, Cumhurbaşkanı Yardımcısının (Cumhurbaşkanı ile birlikte) Kıbrıs’in Türkiye ile Yunanistan’ın her ikisinin de üye oldukları uluslararası kuruluşlara katılımı hariç dışişleri ile ilgili tüm kararları veto etme hakkı bulunduğunu teyit etmektedir. Bir başka ifadeyle, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, iki ülkeden birinin üye olduğu bir kuruluşa, hiç şüphesiz Avrupa Birliği de dahil, üyeliği veto etme hakkına sahiptir.

 

15. Madde 21 şunu öngörmektedir:

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, İngiltere ve Türkiye arasında yeni Kıbrıs Devletinin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasasını garanti altına alan bir andlaşma yapılacaktır. Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye arasında bir askeri ittifak andlaşması da akdedilecektir.

 

Bu iki belge anayasa hükmünde olacaktır. (Bu sonuncu fıkra anayasaya temel maddelerden biri olarak geçirilecektir.)

 

16. Madde 22 ise şöyledir: “Kıbrıs’ın herhangi bir devlet ile tamamen veya kısmen birleşmesinin veya Kıbrıs için ayrıklıkçı bir bağımsızlığın (örneğin Kıbrıs’ın iki ayrı devlet olarak taksiminin) yasaklanacağı kabul edilmektedir.”

 

17. Madde 23 şunu belirlemektedir:

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye niteliği ne olursa olsun, her türlü anlaşma için en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü tanıyacaktır.

 

Bu hüküm, İngiltere’ye tanınacak askeri üs ve kolaylıklarla ilgili olarak Kıbrıs Cumhuriyeti ile İngiltere arasında imzalanan Andlaşmalara uygulanmayacaktır.

 

18. Madde 27 Temel Yapıdaki tüm maddelerin “ Kıbrıs Anayasasının temel maddeleri olacağını” öngörmektedir.

 

B- GARANTİ ANDLAŞMASI

 

19. 1959 Londra Konferansında şartları üzerinde mutabakata varılan ikinci belge bir tarafını Kıbrıs Cumhuriyetinin, diğer tarafını Yunanistan, İngiltere ve Türkiye’nin oluşturduğu Garanti Andlaşması idi. Ayrıca, asıl Andlaşmanın Lefkoşa’da imzalandığının ve bağımsızlık günü olan 16 Ağustos 1960 tarihinde yürürlüğe girdiğinin de belirtilmesi gerekmektedir.8 Andlaşma, Fransızca ve İngilizce düzenlenmiş olup, her iki metin de aynı şekilde geçerlidir. Bazı açılardan, Fransızca metin İngilizce metnin anlaşılmasına yardımcı olduğundan, bu durumlarda her iki metne de atıfta bulunacağım.

 

20. Madde I

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini muhafazayı ve anayasasına saygıyı güven altına almayı taahhüt eder.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle hiçbir şekilde kısmen veya bir bütün olarak siyasi ve ekonomik birliğe girmemeyi taahhüt eder. Kıbrıs Cumhuriyeti, bununla bağlantılı olarak adanın gerek herhangi bir diğer devletle9 birleşmesini gerekse taksimini doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirebilecek10 her türlü faaliyeti yasaklar.11 (Fransızca’dan tercümesi şöyledir: Hangi devletle birlikte olursa olsun, hiçbir siyasi veya ekonomik birliğe tamamen veya kısmen üye olmama yükümlülüğünü taahhüt eder. Bu doğrultuda, doğrudan veya dolaylı olarak başka herhangi bir devletle birliği veya Ada’nın taksimine yol açabilecek her türlü faaliyeti yasaklar.)

 

21. Madde II

 

Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyetinin işbu andlaşmanın birinci maddesinde belirtilen taahhütlerini dikkate alarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini ve aynı zamanda Anayasasının temel maddeleri ile oluşan düzeni (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler. 12

 

Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, aynı şekilde, kendileriyle ilgili olduğu ölçüde13 doğrudan veya dolaylı olarak Kıbrıs’ın bir diğer devletle birleşmesini veya adanın taksimini amaçlayan her türlü hareketi yasaklamayı taahhüt ederler.

 

22. Garanti Andlaşmasının orijinal Zürih metninde yer almayan, ancak 1960 yılında kabul edilen nihai metninde yer alan üçüncü madde ise Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye’nin İngiltere’nin egemen olduğu üs sahalarına saygı göstermeleri taahhüdünü ve bir tarafını İngiltere’nin, diğer tarafını Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye’nin oluşturduğu taraflar arasında aynı tarihte imzalanan Kuruluş Andlaşması ile güvence altına alınan hakların İngiltere tarafından kullanılmasını garanti ettikleri hükmünü içermektedir.14

 

23. Garanti Andlaşmasının dördüncü maddesi şunu öngörmektedir:

 

İşbu andlaşma hükümlerinin ihlali halinde, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere bu hükümlere uyulmasını sağlamak için gerekli girişimlerin yapılması veya tedbirlerin alınması için istişarelerde bulunmayı taahhüt ederler.

 

Ortak veya birlikte bir eylem mümkün olmadığı takdirde, üç garantör devletten her biri bu Andlaşma ile kurulan düzeni (state of affairs) tekrar kurmak amacı ile hareket etmek hakkını saklı tutarlar.15

 

C- İTTİFAK ANDLAŞMASI

 

24. Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu anlaşma mevcut sorunla çok yakından alakadar görünmemektedir. Bununla birlikte, ikinci maddede, tarafların “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yöneltilecek doğrudan veya dolaylı her türlü saldırı veya tecavüze karşı koymayı taahhüt ettikleri” belirtilebilir.

 

D- İNGİLİZ HÜKÜMETİNİN BEYANI

 

25. Bu beyan, özellikle İngiltere’nin egemen olduğu üs sahalarının ve diğer belirli hususların elde tutulması ile ilgili olup, esasen yukarıdaki 9 uncu fıkrada ana hatları izah edilmiştir.

 

E- GARANTİ ANDLAŞMASINA KONULACAK EK MADDE

 

26. Bu madde İngiltere’nin egemenliği altındaki iki üs sahasını elinde tutması ile ilgili olup, esasen Garanti Andlaşması ile bağlantılı olarak incelenmiştir.

 

F- YUNAN VE TÜRK DIŞİŞLERİ BAKANLARI TARAFINDAN YAPILAN BEYAN

 

27. Bu beyan ile, “Kıbrıs sorununun nihai çözümü için üzerinde mutabakata varılan temeli” oluşturan Zürih Anlaşması ile İngiliz Hükümetinin Beyanı (Yukarıdaki D maddesi) kabul edilmektedir.

 

G- KIBRIS RUM TOPLUMU TEMSİLCİSİNİN BEYANI

 

28. Bu beyanla, Başpiskopos Makarios Zürih Anlaşmasını ve üç Garantör Devlet tarafından yapılan 17 Şubat 1959 tarihli beyanları incelediğini ifade etmekte ve bu belgeleri Kıbrıs sorununun çözümü için üzerinde mutabık kalınan temel olarak kabul etmektedir. Bu belge üç Garantör Devletin temsilcileri ve Kıbrıs Türk toplumu adına Dr. Küçük tarafından parafe edilmiştir

 

H- KIBRIS TÜRK TOPLUMU TEMSİLCİSİNİN BEYANI

 

29. Teferruat halin icabına göre değiştirildikten sonra, (Mutatis mutandis), yukarıdaki G maddesi ile benzerdir.

 

I-KIBRIS’TA YENİ DÜZENLEMELERİN HAZIRLANMASI İÇİN ÜZERİNDE MUTABIK KALINAN ÖNLEMLER

 

30. Bu önlemler belirli geçiş dönemi önlemlerinin yanısıra, Zürih Konferansında üzerinde mutabakata varılan Temel Yapının derc edildiği ve genel olarak Zürih Anlaşmalarını “titizlikle gözeten” bir anayasa taslağının sonuçlandırılması için Kıbrıs’ta bir Ortak Komisyon kurulmasını içermekteydi. (Bu Komisyon Kıbrıs’taki her iki toplumdan birer temsilci ve Yunanistan ile Türkiye’den birer temsilciden oluşacaktı.)

 

* * *

 

31. 1960 yılının Temmuz ayında, ilgili İngiliz Bakanları Londra Konferansının sonuçlarının uygulanması için alınan önlemlerin gelişimi hakkında Parlamentoya bir raporla bilgi verdiler.16 Ortak Komisyonun taslak Anayasanın Lefkoşa’da imzalandığı tarih olan 6 Nisan 1960 tarihinde çalışmalarını tamamladığını, İngiliz Hükümeti Komisyonda temsil edilmese dahi taslağın görüldüğünü ve herhangi bir görüş bildirilmediğini belirttiler. İngiliz Hükümetinin, taslağı raporun ekinde sunulan Anayasanın Temel Maddelerinin garantörü olduğuna dikkat çektiler. Seçimlerin 1959 yılı Aralık ayında gerçekleştirildiğini ve Başpiskopos Makarios ile Dr. Küçük’ün Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak seçildiklerini eklediler. Ayrıca, Ortak Komitenin, Kıbrıs ve Londra’daki oldukça kapsamlı müzakerelerin ardından, 1 Temmuz 1960 tarihinde ilgili Andlaşmaların yazımı hususunda mutabakata vardıklarını belirttiler. Üzerinde mutabakata varılan taslak Andlaşmalar raporun ekinde yer almaktadır.

 

32. Ardından İngiliz Parlamentosu, Cumhuriyete bağımsızlık verilmesini sağlayan Kıbrıs Yasasını kabul etti. Bu yasa uyarınca, Kıbrıs Cumhuriyeti Konsey Kararı (Order in Council) 10 Ağustos 1960 tarihinde yürürlüğe girdi.17 Bununla, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının Rumca ve Türkçe metinleri olarak, beş tarafın temsilcilerinin 28 Temmuz 1960 tarihinde Ankara’da parafe ettikleri Rumca ve Türkçe dillerindeki belgelerde belirlenen yapının 16 Ağustos 1960 tarihinde yürürlüğe girmesi gerektiği öngörülmekteydi.

 

33. 16 Ağustos 1960 tarihinde Lefkoşa’da Garanti, İttifak ve Kuruluş Andlaşmaları taraflarca imzalandı ve bağımsızlık ilan edildi. İlk iki anlaşma hakkında esasen izahatta bulunulmuştur. Kuruluş Andlaşması ise,18 Londra Konferansı sırasında İngiliz Hükümeti tarafından yapılan beyanın ve diğer dört tarafın bunun ardından yaptıkları beyanların (yukarıdaki D, F, G ve H) uygulanması ile ilgili olarak bir tarafta Kıbrıs Cumhuriyeti ile diğer tarafta üç Garantör Devlet arasında tanzim edilmiştir. Esas itibarıyla İngiltere egemenliğindeki üs sahaları, devletin halefiyeti ve benzeri hususlarla ilgilidir.19

 

ANAYASA20

 

34. Tanzim edilen Anayasa, Zürih ve Londra Anlaşmalarını ve özellikle Temel Yapıyı yansıtmakta ve genişletmektedir. Birinci Madde,Cumhurbaşkanın Rum tarafından, Cumhurbaşkanı Yardımcısının Türk tarafından olacağını öngörerek, Temel Yapıdaki mukabil maddeyi yansıtmakta, aynı zamanda 50’inci madde (ilgili bölümlerinde) “Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısının, Temsilciler Meclisinin aşağıdaki konulara ilişkin herhangi bir yasa ve kararına veya bunların ilgili herhangi bir kısmına karşı nihai veto hakkına ayrı ayrı veya birlikte sahiptirler; a) Yunanistan Krallığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ikisinin birden katıldığı uluslararası kurumlar ve ittifak anlaşmalarına Cumhuriyetin katılması haricindeki dışişleri”21 hükmü ile Temel Yapıdaki 8 inci maddenin gereğini yerine getirmektedir. Bu durum, Bakanlar Kurulunun (bazı durumlarda Temsilciler Meclisinin mutabakatına bağlı olmak üzere) uluslararası anlaşmalar yapmakla sorumlu olduğunu öngören 269’uncu madde ile tamamlanmaktadır. Ancak, Bakanlar Kurulunun herhangi bir kararı 50 inci maddede belirtilen türden ise, Cumhurbaşkanı ve/veya Cumhurbaşkanı Yardımcısının, kararın kendilerine iletilmesinden itibaren dört gün içerisinde kullanılmak üzere veto haklarının olduğunu öngören 57’inci maddenin üçüncü fıkrası ile buna sınırlama getirilmektedir.

 

35. 170 inci madde Temel Yapının 23 üncü maddesini uygulamaktadır. İlgili bölümü şöyledir. “ (1) Cumhuriyet, mahiyetleri ne olursa olsun, bütün anlaşmalar bakımından, Yunanistan Krallığına, Türkiye Cumhuriyetine ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığına, uygun koşullar içeren anlaşmalarla, en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü tanıyacaktır.”

 

36. 179 uncu madde Anayasanın Cumhuriyetin en üstün yasası olduğunu ve Temsilciler Meclisinin, Cemaat Meclislerinin veya herhangi bir makamın hiçbir yasa ve kararının bu anayasa hükümlerinden herhangi birine aykırı veya onunla uyumsuz olamayacağını öngörmekte olup, 180 inci madde de Yüksek Anayasa Mahkemesi tarafından anayasal sorunların hükme bağlanmasını düzenlemektedir. 180’nci madde, her iki resmi dildeki metinler arasındaki ihtilafların çözümü ile ilgili olarak, şunu öngörmektedir: “Belirsizlik halinde, Anayasanın yorumu Yüksek Anayasa Mahkemesi tarafından Zürih Anlaşması ve Londra Anlaşmasının lafzı ve ruhu önemle dikkate alınarak yapılacaktır.”

 

37. 181’inci madde, Garanti ve İttifak Andlaşmalarının anayasal güce sahip olacağını belirterek Temel Yapının 21 inci maddesini uygulamaktadır.

 

38. 182’inci maddenin 2 ve 3’üncü fıkraları, Rum toplumuna mensup temsilcilerin sayısı toplamının en az üçte ikisi ve Türk toplumuna mensup temsilcilerinin de benzer sayıda çoğunluk oyu ile (esasen bu başlı başına değişiklik için önemli bir engeldir) Anayasanın birçok hükmünün değiştirilebileceğini veya iptal edilebileceğini öngörmekte ise de, aynı maddenin 1 inci fıkrası ile önemli bir istisna getirilmektedir. Bu madde, Temel Yapının 7 inci maddesini uygulamakta ve (Anayasanın Üçüncü Ekinde belirtilen) “Zürih Anlaşmasından derc edilmiş olan temel maddelerin bu Anayasanın temel maddeleri olduğunu, hiçbir suretle değiştirme, ekleme veya iptal etme yöntemi ile tadil edilemeyeceğini öngörmektedir”. 169 ve 179 uncu maddeler haricinde, Anayasanın bu mülahazasında belirtilen tüm maddeler anılan Ekte yer almaktadır.

 

39. 185’inci madde, Cumhuriyetin topraklarının “bütün ve bölünmez” olduğunu belirtmekte ve ikinci fıkrada “Kıbrıs’ın tamamen veya kısmen bir diğer devletle birleşmesi veya ayrılıkçı bir bağımsızlık sözkonusu olamaz” ifadesini içermektedir. Bu madde, Temel Yapının “ayrılıkçı bağımsızlığı” “Kıbrıs’ın iki bağımsız devlete ayrılması” olarak tanımlayan 22’inci maddesinin gereğini yerine getirmektedir.

 

* * *

 

40. Kıbrıs Türk toplumunun Cumhuriyetin her alanında yetki paylaşımını ayrıntılı bir şekilde düzenleyen Anayasayı kabul etmesine rağmen, Kıbrıslı Rumlar, böyle bir yetki paylaşımına karşı olduklarından, daha önce kabul ettikleri Anayasaya karşı çıktılar. Her iki toplum arasında önemli anayasal farklılıklar ortaya çıktı. Rumlar karma, Türkler ise ayrı birer birim istediklerinden, ordunun kurulması hususunda mutabakata varılamadı. Ayrı belediyelerin kurulması hususunda da mutabık kalınamadı. Türkler ayrıca, kamu hizmetlerinin yüzde 30’unun Kıbrıslı Türklere verilmesi yönündeki anayasal yükümlülüğe uyulmadığı yönünde şikayette bulundular. 1961 yılının Aralık ayında, Temsilciler Meclisindeki Kıbrıslı Türkler, Hükümetin Anayasanın uygulanmasında gösterdiği başarısızlık nedeniyle, vergi kanunun yasalaşmasını desteklemeyi reddettiler.22

 

41. Yüksek Anayasa Mahkemesi, bağımsız bir Başkan olan Heidelberg Üniversitesinden Profesör Ernst Forsthoff ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarından iki hakimden oluşmakta idi. Mahkeme Başkanı, Başpiskopos Makarios’un Yüksek Anayasa Mahkemesinin belediyelerle ilgili kararına uymayacağını açıklaması üzerine 15 Temmuz 1963 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere istifa etti.23

 

42. 12 Eylül 1963 tarihinde, Türkiye ve Avrupa Birliği 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren bir ortaklık anlaşması imzaladılar.

 

43. 3 Aralık 1963 tarihinde, anayasal düzenlemelerle ilgili olarak memnuniyetsizliğini sık sık beyan eden (bu düzenlemelere taraf olmasına rağmen) Başpiskopos Makarios, 13 maddelik anayasa değişikliği teklifini kamuoyuna açıkladı ve teklif hakkında Garantör Devletlere bilgi verdi. Bu tekliflerin bazıları, örneğin veto hakkının kaldırılması gibi, Anayasanın değiştirilemez maddelerini değiştirecekti. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler Başpiskoposun teklifini 16 Aralık 1963 tarihinde reddettiler. 21 Aralık 1963 tarihinde toplumlar arası şiddet başladı.24

 

44. İngiliz Avam Kamarası Dışişleri Komitesi, 1987 tarihli Raporunda şu hususları belirtmektedir; “ Kıbrıslı Türklerin 103 köyün kısmen veya tamamen yıkılmasına ve Kıbrıs Türk nüfusunun yaklaşık dörtte birinin yerlerinden edilmesine neden olduğunu iddia ettikleri şiddetin büyük ölçüde, Kıbrıs Rum liderliği tarafından doğrudan telkin edildiği veya kesinlikle bana göz yumulduğu hususunda çok az şüphe bulunmaktadır.”25 Komite ayrıca şu yorumda bulunmaktadır:

 

Özetle, 1963 krizinin sonucu 1960 çözümü ile tesis edilen hükümet sisteminin çöküşü olmuştur. Kıbrıs Hükümetinin, şimdi “şartların gerektirdiği ölçüde değiştirilmiş 1960 Anayasasını yürütmeyi” amaçladığını iddia etmesine rağmen, bu iddia, 1963 Aralık olayları öncesi ve sonrasında Cumhurbaşkanı Makarios Hükümetinin Enosis hedefini savunmaya devam ettiğini ve bu nihai amaca ulaşmayı kolaylaştırmak için Anayasayı ve ilgili Andlaşmaları değiştirmeye aktif olarak gayret gösterdiği gerçeğini göz ardı etmektedir.26

 

45. 25 Aralık 1963 tarihinde Türk savaş uçakları ada üzerinde uçtular. Bu, İttifak Andlaşması hükümleri uyarınca yerleştirilmiş Türk ordu birliklerinin Lefkoşa-Girne yolundaki Yunan birliklerinden uzakta bir kampa nakledilmelerine imkan sağladı. 1 Ocak 1964 tarihinde Başpiskopos Makarios’un Garanti ve İttifak Andlaşmalarının feshine ilişkin kararını açıkladığı, ancak İngiliz temsilcilerle müzakerelerin ardından, yeni bir açıklama yaparak Hükümetinin sadece “sözkonusu Andlaşmaların uygun yöntemlerle feshini sağlamayı” amaçladığını belirttiği anlaşılmaktadır.27

 

46. 1964 yılı Mart ayında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi adaya barış gücü gönderilmesine karar vermiştir.28 (Cumhuriyet Eylül 1960 ayında Birleşmiş Milletlere katılmıştı.)

 

47. Toplumlararası şiddetin başlamasının ardından, Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Bakanlar ile Temsilciler Meclisinin Kıbrıs Türk üyelerinin Bakanlıklara girişi ve toplantılara katılımı engellendi. Kıbrıs Rum Hükümeti Dr. Küçük’ü artık Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak tanımadığını ilan etti. Birleşmiş Milletler Barış Gücü Kıbrıs Türk üyelerin Meclise dönme talebini Rum tarafına ilettiler ve onların yokluğunda Rum üyeler tarafından gerçekleştirilen anayasal değişikliklerin Türk üyelerce kabul edilmesi halinde geri dönüşlerine izin verilebileceği yanıtını aldı.29 Kıbrıslı Türk hakimlerin Rum kontrolünde bulunan bölgelerdeki mahkemelere, mahkemelerin yakınlarında kurulan kontrol noktalarında durduruldukları ve duruşmalara katılımlarının engellendiği tarih olan 2 Haziran 1966 tarihine kadar iştirak ettikleri anlaşılmaktadır.30

 

48. Temel Maddeleri de kapsayacak şekilde Anayasa’yı tadil etmek üzere bir dizi yasa geçirilmiştir. Örneğin, 1965 sayılı Seçim Kanunu (Geçici Hükümler) Anayasa’nın 1. Maddesini ( Temel Madde’dir) ve 63. Madde’yi ihlal edecek şekilde, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların ayrı seçim listeleri düzenlemelerini iptal etmiştir. Diğer sonuçlarının yanısıra, bu durum Türk toplumunun bir Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçmesini engellemiştir. Garantör devletlerden Türkiye ve İngiltere’nin protesto Notalarının konusu budur.31

 

49. 1963 ve sonrasında, iki yönetim ortaya çıkmıştır; Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti adı altında işleyen Kıbrıs Rum Yönetimi ve zaman içerisinde “Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi” adını alan bir Kıbrıs Türk idaresi.

 

50. 1968-1974 yılları arasında toplumlararası görüşmeler yapılmış, ancak bu görüşmeler sorunun çözümünü sağlamamıştır.

 

51. 21 Mayıs 1973’de Avrupa Toplulukları ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında bir ortaklık anlaşması imzalanmıştır.

 

52. 2 Temmuz 1974’te Başpiskopos Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanına yazarak, kendisini öldürmeyi ve Cumhuriyeti ilga ederek Enosis’i gerçekleştirmeyi hedefledikleri konusunda deliller ele geçirdiği askeri cunta subaylarını Kıbrıs’tan çekmesini istemiştir.32

 

53. 15 Temmuz 1974’te Ulusal Muhafız Ordusu’nun Yunan subayları tarafından anavatan Yunanistan’daki cuntanın işbirliğiyle, Makarios’u devirmek ve Ada’nın bir kısmının Türkiye’ye verilmesi suretiyle Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirecek bir Hükümet kurmak niyetiyle Başpiskopos Makarios Hükümeti’ne karşı bir darbe gerçekleştirilmiştir. Eski bir EOKA üyesi olan Nicos Sampson kasıtlı olarak Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmiştir. Bununla beraber, Başpiskopos Ada’dan kaçmış ve direniş çağrısında bulunmuştur. Cumhurbaşkanlığı sarayı harabe haline gelmiş, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve katliamlar yapıldığı haberleri duyulmuştur. Başpiskopos Londra’ya gitmiş ve her iki toplumun da darbe nedeniyle acı çektiklerini kaydetmiştir.33 Makarios, 18 Temmuz’da Güvenlik Konseyi’nde yeniden Yunan işgali hakkında ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve bağımsızlığının ihlal edildiği yönünde şikayette bulunmuştur.34

 

54. 17 Temmuz 1974’te Türkiye Başbakanı, Garanti Andlaşması çerçevesinde İngiltere’yle ortak hareket konusunu istişare etmek üzere Londra’ya gitmiş, İngiltere harekete geçmeyi reddetmiştir.35

 

55. 20 Temmuz 1974’te Türkiye, Garantör ülke olarak, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve anayasal düzenini yeniden oluşturmak ve saldırıya son vermek niyetini beyan ederek Kıbrıs’a havadan ve denizden askeri müdahalede bulunmuştur. 36

 

56. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, aynı gün aldığı 353 sayılı Kararda, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası anlaşmayla kurulan ve garanti altına alınan Anayasal düzeninin yeniden tesis edilmesi ihtiyacını” belirterek uluslararası anlaşma çerçevesinde bulunanlar dışındaki tüm askeri personelin çekilmesi çağrısında bulunmuş ve Garantör ülkeleri “...bölgedeki barışın ve Anayasal Hükümetin yeniden tesisi için gecikmeksizin görüşmelere başlamaya...” çağırmıştır.

 

57. 23 Temmuz 1974’te Yunan askeri cuntası ateşkes çağrısında bulunmuş ve ertesi gün yönetimi sivil hükümete devretmiştir.37

 

58. Bu sıralarda, yabancı gazeteler Türk köylerinin yıkıldığı, Kıbrıslı Türklerin katliama uğradıkları ve her iki taraftan ölümler olduğu haberlerini vermişlerdir. Herald Tribune 1750 Türk erkeğinin bir futbol stadyumunda dikenli teller arkasında tutulduklarını bildirmiştir. Gazimagosa havan topu kuşatması altında kalmıştır.38

 

59.30 Temmuz 1974’te Garantör ülkelerin Dışişleri Bakanları Cenevre Deklarasyonu’nu yayınlamışlar39 ve Kıbrıs’ta Anayasal Hükümetin yeniden tesis edilmesi gerektiği konusunda anlaşmışlardır. “Anayasal meşruiyete derhal dönüş, Cumhurbaşkanı Yardımcısının 1960 Anayasasıyla sağlanan görevlerini üstlenmesi”-ki bu 1963’ten beri mevcut olan düzenin Anayasal olmadığının kabul edilmesidir- tartışılacak konular arasında olmalıdır. Bakanlar, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiilen Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumlarına ait iki otonom idarenin varlığını” da kaydetmişlerdir. Bakanlar ayrıca, imzaladıkları bir “Özet Bildiri”yle sözkonusu Deklarasyona bağlılıklarının “hiçbir şekilde 1960 Garanti Andlaşması’nın yorumuna ve uygulanmasına ilişkin kendi görüşlerine ve bu Andlaşma çerçevesindeki hak ve yükümlülüklerine halel getirmeyeceğini” açıklığa kavuşturmuşlardır Sonraki görüşmelerin 8 Ağustos 1974 tarihinde başlaması konusunda mutabık kalınmıştır, ancak bu görüşmeler 14 Ağustos 1974’te kesilmiştir.

 

60. Görüşmelerin kesilmesinin ardından yapılan askeri harekat Ada’nın Kuzeyindeki toprakların Kıbrıs Türklerinin yönetimi altına alınması sonucunu getirmiştir.

 

61. Aralık 1974’te, Başpiskopos Makarios Kıbrıs’a dönerek Cumhurbaşkanlığı görevine yeniden başlamıştır.

 

62. 12 Ocak 1975’te, Yunanistan Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusunda bulunmuştur.40

 

63. 13 Şubat 1975’te, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Güvenlik Konseyi 12 Mart tarihinde aldığı 367 sayılı kararla, diğer şeyler meyanında, bütün devletleri ve ilgili tarafları “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve bağlantısızlık statüsüne halel getirecek her türlü hareketten, ayrıca adanın bölünmesine veya bir başka devletle birleşmesine yönelik her türlü girişimden kaçınmaya” çağırmış; devlet ilanını esefle karşılamakla beraber, bu ilanın Kıbrıs sorununun nihai siyasi çözümüne engel olmadığını teyit etmiş ve ilanın bu niyetle yapılmadığını kaydetmiştir.

 

64. Ağustos 1975’te, her iki taraf Viyana’da yapılan toplumlararası görüşmelerde, Kıbrıs Türklerinin Ada’nın kuzeyinde, Kıbrıs Rumlarının da Ada’nın güneyinde gönüllü olarak toplanmaları hususunda mutabık kalmışlardır.41

 

65. 3 Ağustos 1977’de, Başpiskopos Makarios vefat etmiştir.

 

66. 1981’de, Yunanistan Avrupa Topluluğu’na katılmıştır. Daha önce, 5 Şubat 1980’de, Avrupa Topululuğu Yunanistan’ın üyeliğinin Topluluğun Türkiye ile ilişkilerini etkilemeyeceği hususunda Türkiye’ye teminat vermiştir.42 Ancak, gerçekte, Yunanistan Türkiye’nin şimdi Avrupa Birliği olan Topluluğa girme çabalarını bloke etmiştir.43

 

67. 15 Kasım 1983’te, Kıbrıs Türk Federe Devleti Yasama Meclisi tarafından bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (“KKTC”) ilan edilmiştir. Türkiye KKTC’yi aynı gün tanımıştır. Bu devlet şimdiye kadar Türkiye dışında başka bir devlet tarafından tanınmamıştır.

 

68. 18 Kasım 1983’te, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 541 sayılı kararı kabul etmiştir. Güvenlik Konseyi bu kararda “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin 1960 Andlaşması ve 1960 tarihli Garanti Andlaşması’na” aykırı ve geçersiz olduğu değerlendirilen devlet ilanını “kınamıştır”. Ayrıca, bütün devletleri “Kıbrıs Cumhuriyeti dışında hiçbir Kıbrıs devletini tanımamaya” davet etmiştir.

 

69. 7 Mayıs 1985’te ,KKTC Anayasası yürürlüğe girmiştir.

 

70. 4 Temmuz 1990’da, Lefkoşa yönetimi AET Andlaşması’nın 237., Euratom Andlaşması’nın 205. ve Avrupa Kömür ve Çelik Birliği Andlaşması’nın 98. maddeleri uyarınca Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Topluluklarına üyeliği için başvuruda bulunmuştur.

 

71. 12 Temmuz 1990’da, KKTC Cumhurbaşkanı Bakanlar Konseyi’ne, Lefkoşa yönetimi tarafından yapılan üyelik müracaatına ilişkin itirazlarını ortaya koyan ve sorunun çözümüyle iki toplumun üyeliğinden memnuniyet duyulacağını bildiren bir memorandum göndermiştir. Bu memoranduma 3 Eylül 1990 tarihli Ek Nota ilave edilmiştir.

 

72. 30 Haziran 1993’te, AB Komisyonu Lefkoşa’nın müracaatına ilişkin olumlu görüş vermiştir.44 Komisyonun kısmen, bu sürecin hızlandırılmasının Kıbrıs sorununa siyasi bir çözüm bulmaya yardımcı olacağı inancıyla bu kararı almaya teşvik edildiği açıktır. 4 Ekim 1993’te, AB Konseyi Komisyonun yaklaşımını desteklediğini bildirmiştir.

 

73. 19 Aralık 1994’te, Yunanistan Türkiye’yle Gümrük Birliği’ni veto etmiştir.45

 

74. 6 Mart 1995’te, Avrupa Birliği Genel İşler Konseyi, Kıbrıs’la ilişkilerin geliştirilmesi için genel siyaset çerçevesi üzerinde anlaşmıştır. 16 Temmuz 1996’da, Avrupa Birliği Ortaklık Konseyi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılımı konusunu görüşmek üzere toplanmıştır. 12 Temmuz 1995’te, Avrupa Parlamentosu Komisyonun görüşünü ve Konsey’in kararını onaylayan bir karar benimsemiştir. 17 Temmuz 1995’te Konsey, Kıbrıs’ı Avrupa Birliği’ne daha da yakınlaştıracak yapısal diyalog kararı almış ve 21 Kasım 1995’te Konsey ve Lefkoşa’daki yetkililer Mali ve Teknik İşbirliği Protokolü’nü imzalamışlardır. Üyelikle ilgili ayrıntılı müzakereler AB Hükümetlerarası Konferansı’nın sonuçlanmasının ardından başlayacaktır.

 

75. 13 Aralık 1995’te, Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’ne katılmasını onaylamıştır.46

 

76. 26 Kasım 1996’da, İngiltere Dışişleri Bakanı Malcom Rifkind Avam Kamarası’nda bölünmüş bir Kıbrıs’ın AB’ye kabul edilmesinin “çok zor” olacağını bildirmiştir.47 Yeni İşçi Partisi Hükümeti’nin resmi tutumu ise hala bilinmemektedir.

 

***

 

HUKUK

 

İlgili Uluslararası ve Ulusal Hukuk

 

77. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ve Garantör Devletlerin yükümlülükleri, Kıbrıs Anayasası’yla (orijinal hali) beraber Londra Anlaşmaları’nın (Londra Anlaşmaları deyimine, Şubat 1959’da Londra mutabakatını temel alarak-ki bu da büyük ölçüde Zürih Anlaşmalarını temel alır- Lefkoşa’da resmi olarak imzalanan Andlaşmaları dahil ediyorum) tam anlamıyla yorumunu kapsar. Anlaşmaların tek tek maddelerine atıfta bulunmadan önce, bu Anlaşmaların başlangıçtaki geçerlilikleri ve yürürlüklerinin daha sonra sona erme ihtimalleriyle ilgili bir dizi ön sorunun incelenmesi gereklidir.

 

Andlaşmalar uluslararası hukukta geçerli midir?

 

78. Kıbrıs Rumlarının görüşlerine yakın bazı yorumcular, Zürih-Londra Anlaşmalarının ve 1960 Andlaşmalarının uluslararası hukuk bakımından geçerli olmayabileceklerini, çünkü kendi temsilcilerinin müzakere etme şansı bulamadığı bu Andlaşmaların Ada’da yaşayanlara empoze edildiğini öne sürmektedirler.48

 

79. Bununla birlikte, yukarıda belirtilen olaylar Kıbrıs Rum tarafının Zürih Anlaşması’nın detayları hakkında başlangıçtan itibaren bilgilendirildiklerini ve daha önemlisi Londra Anlaşması ve 1960 Andlaşmalarının müzakerelerine dahil olduklarını göstermektedir. Örneğin, Dışişleri Bakanlığı toplantısı tutanaklarında, Yunanistan Dışişleri Bakanının Başpiskopos Makarios’un Zürih Anlaşması hakkında bilgilendirilmiş olduğunu, ayrıca Başpiskopos’un Zürih Anlaşması’nı 12 Şubat akşamı gözden geçirme imkanına sahip olduğu şeklinde bilgi verdiği kayıtlıdır. Makarios’un ya Zürih Anlaşmasının imzalandığı gün ya da ertesi gün bilgilendirildiği anlaşılmaktadır.

 

80. 17 Şubat 1959 tarihinde toplanan Londra Konferansı’na Kıbrıslı Rumları temsilen Başpiskopos Makarios, Kıbrıslı Türkleri temsilen ise Dr. Fazıl Küçük katıldılar. Ayrıca, Londra Anlaşması, “Kıbrıs Rum Toplumu Temsilcisinin 19 Şubat 1959 tarihli Beyanı”nı da içeren bir dizi belgeyi kapsamaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere, Başpiskopos Makarios bu beyanıyla Zürih Anlaşması’nı ve 17 Şubat 1959 Beyanlarını incelediğini ve bunları Kıbrıs sorununun nihai çözümü için mutabık kalınmış temeller olarak kabul ettiğini açıklamıştır. Başpiskopos Makarios ayrıca, İttifak ve Garanti Andlaşması dahil olmak üzere Londra Anlaşmasını oluşturan bütün belgeleri, Konferans Zaptı ( Yalnızca Garantör Ülkelerin Başbakanları tarafından imzalanmıştır) ve Mutabık Kalınan Önlemler (Yalnızca Garantör Ülkelerin Dışişleri Bakanları tarafından parafe edilmiştir) dışında imzalamış veya parafe etmiştir.

 

81. Mutabık kalınan önlemlere göre, “Londra Konferansı’nın sonuçlarına hayatiyet kazandırmak” üzere Londra’da bir Ortak Komite nihai Andlaşmaları hazırlayacaktı. Bu Komite, Kıbrıs Rum toplumu da dahil olmak üzere tüm tarafların birer temsilcisinden oluşacaktı (Kıbrıs Türk toplumunun bir temsilcisi de yer alacaktı). Londra’da ve Kıbrıs’ta bir araya gelen Ortak Komite müzakereleri on beş ayda tamamlandı. Bu, Kıbrıs Rum tarafının bu Andlaşmaları tam anlamıyla müzakere etme imkanına sahip olduğunu kuvvetli bir şekilde göstermektedir. Sonuçta, Garanti ve İttifak Andlaşmaları’nda kullanılan ifadelerde küçük değişiklikler yapıldı (Kuruluş Andlaşması’nın önceden mevcut bir taslağı bulunmamaktaydı).

 

82. 16 Ağustos 1960’da Garanti ve İttifak ile Kuruluş Andlaşmaları Lefkoşa’da imzalandı; bu tarihten önce Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş bulunan Başpiskopos Makarios da imzacılar arasında bulunuyordu.

 

83. Bana göre yukarıdaki bilgiler, Andlaşmaların Kıbrıs Rumlarına, rızaları olmaksızın empoze edildiği görüşünün savunulabilir olmadığını göstermektedir. İtiraf etmek gerekir ki, bu rıza gönülsüzce verilmiş olabilir, çünkü Başpiskopos Makarios o zamanlar güçlü bir şekilde “Enosis” yanlısıydı. Kıbrıs Rum Basın ve Enformasyon Dairesi’ne göre, “Kıbrıs halkının temsilcilerinin bu Andlaşmaları imzalamalarının sebebi yalnızca, tek alternatifinin bağımsızlık ve özgürlüğün inkar edilmeye devam edilmesi, kan dökülmesinin sürmesi ve muhtemelen Kıbrıs’ın zorla bölünmesiydi.”49 Fakat, Rum toplumunun arzu ettiğinden daha azına razı olması, Rum toplumu veya temsilcilerinin, örneğin Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 51. ve 52. maddelerinde yer aldığı gibi, baskı kelimesinin dar anlamıyla baskı gördükleri anlamına gelmez. Bildiğim kadarıyla, şimdiye kadar Başpiskopos Makarios’un şahsına yönelik herhangi bir hareket veya tehdidin olduğu, ya da Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı güç kullanma tehdidi bulunduğuna dair herhangi bir şey öne sürülmemiştir. Pazarlık güçlerinin eşitsizliği baskı anlamına gelmez.

 

84. Kıbrıs’ta statükoyu korumak için tek taraflı güç kullanımına izin veren IV. Madde’nin ius cogens kuralıyla (uluslararası hukukta mutlak bir norm) çatışması nedeniyle Garanti Andlaşması’nın geçersiz olduğu da tartışılmaktadır. Bu, uluslararası topluluğu oluşturan devletlerin tümü tarafından, hiç bir şekilde taviz verilmeyecek bir ilke olarak kabul edilen ve benimsenen bir normdur. Burada, uluslararası toplum içinde hangi normların bu kategoriye dahil edileceği konusunda ciddi bir tartışma olduğunu belirtmek gerekir. Ancak, bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı güç kullanımının yasaklanmasının kesinlikle bu kategoride yer alan bir kural olduğunun kabul edilmesi gerekir. 50

 

85. Fakat Viyana Sözleşmesi geriye dönük değildir51 ve uluslararası hukukta 1969’dan önce ius cogens’in varlığı konusu çok fazla tartışmalıdır. Bu nedenle, müdahaleye izin veren hükümlerin bugünkü hukuk çerçevesinde bir ius cogens normuyla çatıştığını kabul etsek bile, bu hiçbir şekilde Andlaşmanın IV. Maddesinin- hele tümünün- ab initio geçersiz olduğu anlamında değildir. Viyana Sözleşmesi’nin 64. Maddesi’nin “ genel uluslararası hukukta yeni bir mutlak normun ortaya çıkması halinde, bu normla çelişen mevcut herhangi bir anlaşma geçersiz hale gelir ve sona erer” hükmünü getirdiği doğrudur. Fakat ilk olarak, bu hüküm, anlaşmanın geriye doğru geçerliliğini etkilemez; ikinci olarak, Garanti Andlaşması’nın IV. Maddesi, yeni bir ius cogens kuralı neticesinde geçersiz hale gelse bile, bu Madde’nin Andlaşma’nın geri kalanından ayrılması pekala mümkündür, ayrıca burada esasen Andlaşma’nın I. ve II. Maddeleri konu edilmektedir.52

 

86. Çok önemli bir başka husus da, Viyana Sözleşmesi’nin53 Andlaşmanın taraflarından birinin bu Andlaşmanın geçerliliğini sorgulayacak bir gerekçeye dayanması halinde izlenecek resmi usulü belirlemesidir. Bu usul, Andlaşmanın diğer taraflarına yazılı resmi bildirimde bulunulmasını gerektirir. Kıbrıs Rum yönetimi zaman zaman Londra Anlaşmalarına özellikle de Garanti Andlaşması’na suçlamalar getirse de, bilebildiğim kadarıyla, hiçbir taraf bu resmi usule ya da diğer resmi yöntemlere başvurmamıştır. Gerçekten de, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nda görülen Kıbrıs v. Türkiye davasında, Kıbrıs Rum yönetimi Türkiye’nin 1974 müdahalesinin Garanti Andlaşması’na aykırı olduğunu iddia ederken bu Andlaşma’nın geçerliliğini olduğu gibi kabul etmiş gözükmektedir.54 Rum yönetiminin Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunun “Kıbrıs Anayasası’nın öngördüğü şekilde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal yapısına uymadığı ve Kuruluş ve Garanti Andlaşmalarına aykırı olduğu...” iddiası da bu görüşü doğrulamaktadır.55 Kıbrıs Türk Parlamentosu tarafından 15 Kasım 1983 tarihinde benimsenen Beyanname açık bir şekilde KKTC’nin “Kuruluş, Garanti ve İttifak Andlaşmalarına bağlı kalmaya devam edeceğini” bildirmektedir.56

 

87. Garantör Devletlerin kendileri de hiçbir şekilde Londra Anlaşmalarını geçersiz kabul etmiş görünmemektedirler. Türkiye kesinlikle bu Anlaşmaları geçersiz kabul etmemektedir ve 1974 müdahalesini haklı kılmak için Garanti Andlaşması’na dayanmaktadır. Yunanistan’a bakıldığında, Anayasa’nın çalışamaz hale geldiğini iddia etmesine rağmen, bildiğim kadarıyla, Londra Anlaşmalarının geçersiz olduklarına ya da yürürlükte olmadıklarına dair bir tutum benimsememiştir. Gerçekte, KKTC’nin kuruluşunun 1960 Anlaşmalarını ihlal ettiğini ileri sürmekle ve “garantör bir devlet olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yönelik özel yasal sorumluluğu olduğunu” vurgulamakla Yunanistan açık bir şekilde bu Anlaşmalara dayanmaktadır.57

 

88. Görünüşe göre İngiltere de Andlaşmaların geçerliliğini sorgulamamaktadır. 1979’da Hükümet Sözcüsü Kıbrıs’ta neden sadece bir Hükümetin tanındığını açıklarken, açıkça 1960 anlaşmalarına dayanmıştır.58 1987’de Dışişleri Bakanlığında Bakan Barones Young, “Garantör Devlet olarak yer aldığımız ve bu rolü oynamaya devam edeceğimiz 1960 Garanti Andlaşması’nın hala geçerli olduğuna inanıyoruz...”59 diyerek Avam Kamarası Dış İlişkiler Komitesi’ne bu durumu teyit etmiştir. Daha yakın geçmişte, Dışişleri Bakanlığı Güneydoğu Avrupa Bölümü Başkan Vekili, R.v. The Commissioners for the Inland Revenue, ex parte Reşat Çağlar davasında 25 Nisan 1994’te verdiği yeminli yazılı ifadesinde, mahkemeden “İngiltere’nin Garanti Andlaşması çerçevesindeki yükümlülüklerini” gözönüne almasını istemiştir.60

 

89. Güvenlik Konseyi de bu anlaşmaların geçerliliğini birçok defa kabul etmiştir. Örneğin, 353(1974) sayılı Kararla “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası anlaşmalarla kurulan ve garanti altına alınan anayasal yapısının yeniden tesis edilmesi ihtiyacını” dile getirmiş, 541 (1983) sayılı Kararla KKTC’nin bağımsızlık ilanının “ Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili 1960 Andlaşması’na ve 1960 Garanti Andlaşması’na aykırı olduğunu” söylemiştir. 61 Güvenlik Konseyi 26 Ağustos 1992 tarihli 774 sayılı Kararıyla, Genel Sekreterin diğer şeyler yanında 1960 Garanti ve İttifak Andlaşmalarının yürürlükte kalmaya devam edeceğini teyit eden, “Kıbrıs’ta Kapsamlı bir Çerçeve Anlaşma Konusunda Fikirler Dizisi”ni “kapsamlı bir anlaşmaya ulaşmak için temel” olarak uygun bulmuştur.62

 

90. Sonuç olarak, Londra Anlaşmalarının ve Garanti ve İttifak Andlaşmalarının, bunlardan kaynaklanan bir şekilde, geçersiz olduklarına dayanan bir görüşün temelsiz olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Bu Anlaşmalar sona erdi mi?

 

91. Andlaşmalar tarafların rızası ya da Andlaşmaların sona ermesine izin veren bir hukuk kuralı yoluyla sona erebilir.63 Sözkonusu Anlaşmaların sona erdirilmesi konusunda bütün tarafların mutabakatı sözkonusu olmadığından, olabilecek tek soru böyle bir sona ermeye izin veren bir hukuk kuralı bulunup bulunmadığıdır.

 

92. Sona erdirme ile ilgili üç gerekçenin teorik olarak incelenmesi mümkündür : (1) taraflardan birinin maddi ihlali; (2) uygulamanın imkansızlığının ortaya çıkması; (3) koşulların köklü değişimi.64 Ancak, ele aldığımız meselenin koşullarında bu gerekçelerden herhangi birinin mevcudiyetinin daha fazla araştırılması gereksiz görünmektedir. Zira, Andlaşmaların sözde başlangıçtaki geçersizliklerine ilişkin olarak belirtildiği üzere, taraflardan hiçbiri, Kıbrıs Rum yönetimi bile, bu Andlaşmaları sona erdirmeyi ya da bu gerekçelerden herhangi birine dayanarak Andlaşmalardan çekilmeyi resmen istememiştir. 65 Kıbrıs Rum Yönetiminin tutumu hakkında yanılıyor olsam bile, üç Garantör Devlet bu tutumu sergilememiş ve fakat gördüğümüz üzere, değişik nedenlerle Anlaşmalara dayanmaya devam etmişlerdir. Aynı şey Güvenlik Konseyi için de doğrudur.

 

93. İngiltere gözönüne alındığında ise şimdiye kadar resmi tutum yukarıda tanımladığım gibi kalmıştır. Gerçekten, hukuki mülahazalar dışında, İngiltere Hükümetinin bu yaklaşımını değiştirmesinin, bir politika meselesi olsa bile, en azından Avam Kamarası Dışilişkiler Komitesi’nde 1987 yılında açıklanan nedenlerle, çıkarına olacağını değerlendirmesi çok şaşırtıcı olacaktır:

 

Kıbrıs Cumhuriyeti kurucu Andlaşmalarının birbirine bağlı tabiatı nedeniyle bütün bir yapının çökmesi sözkonusu olduğundan (İngiliz Egemen Üsler Bölgesindeki İngiliz egemenliği dahil olmak üzere)66, bu durum İngiltere Hükümetini Garanti Andlaşması’na bağlı kalmaya etkin bir biçimde mecbur etmektedir. Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı’nın pek güzel bir şekilde ifade ettiği gibi ‘İngiltere’nin yapamayacağı tek şey, Andlaşmaların yalnızca bazı kısımlarını a la carte uygulatmaktır’. 67

 

1960 Anayasası

 

94. Kıbrıs’ın gelecekteki anayasasının ana hatları, 1959 Londra Konferansı’nda yapılan ilavelerle Zürih’te mutabık kalınan Temel Yapı’yı içermektedir.68 Evvelce belirtildiği üzere, sözkonusu Konferans ayrıca “ Mutabık Kalınan Önlemler”i kabul etmiştir. Bu belge, (diğer şeyler yanında) bu maddeleri ve Zürih ve Londra’da yapılan diğer anlaşmaların ilgili hükümlerini içeren bir Anayasa taslağının Ortak Komisyon tarafından sonuçlandırılmasını da öngörmektedir. Ortak Komisyon Londra Anlaşması’nın taraflarından her birinin (İngiltere dışında) birer temsilcisinden oluşacaktı. Ortak Komite taslak Anayasayı on dört ayda müzakere etti ve Londra Konferansı’nda mutabık kalınan hususlara bazı değişikler getirdi. Taslak metin 6 Nisan 1960’da Lefkoşa’da imzalandı.

 

95. Anayasa, Kıbrıs Rum temsilcisi Başpiskopos Makarios’un “Kıbrıs sorununa nihai çözümü için mutabık kalınan temel” olarak kabul ettiğini bildirdiği Zürih ve Londra Anlaşmaları ve özellikle Garanti Andlaşmasıyla uluslararası nitelik kazanmıştır. Gelecek bölümde ilgili Andlaşma hükümlerini inceliyorum ancak önce, Anayasa’nın kendisinin, kurduğu düzen için ne garanti ettiğini ele alıyorum.

 

96. Anayasa, Kıbrıs Rumlarının sayısal üstünlüğüne bakmaksızın, iki toplum arasında siyasi eşitlik öngörür. Aynı şekilde, bu status quo’yu korumak için pek çok kontrol ve denge mekanizmaları içerir ve yeni bağımsız devletlerin anayasalarından daha karmaşık ve ayrıntılıdır. Gördüğümüz üzere 1963’te Başpiskopos Makarios Anayasa’yı değiştirmeye çalışmış, Türk toplumu (gerekli olan) onayını vermediğinde, Makarios yine de Anayasa ile açıkça çelişen ve Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerini de içeren bazı kanunları geçirmiştir.

 

97. Ulusal anayasalar sık sık yalnızca anayasaların öngördüğü kurallar çerçevesinde tadil edilmez, aynı zamanda kansız veya kanlı darbelerle de değiştirilebilir. Bir darbe sonucu değiştirilirlerse “eski” anayasa çerçevesindeki meşruiyet ne olursa olsun, eğer darbe başarılı ise uygulamada yeni anayasa yürürlüğe girer. Uluslararası hukuk da genellikle böyle hareketleri yasaklamaz.69 Ancak Kıbrıs’ta durum farklıdır. Gördüğümüz üzere, anayasanın temel yapısı Garanti Andlaşması’nda ve özellikle Mutabık Kalınan Önlemler belgesinde garanti altına alınmıştır. (Yalnızca üç garantör devlet tarafından değil, Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından da ) Ayrıca, Anayasanın 182. maddesi ve III. Ek’i iki toplumlu düzenlemeleri korumaya alan, Garanti ve İttifak Andlaşmalarına70 anayasal güç veren belirli maddeleri değiştirilemez “Temel Maddeler”71 haline getirmiştir. Kısaca, Kıbrıs’ın iki toplumlu yapısı “özel” uluslararası hukuk tarafından, çeşitli tarafları bağlayarak dokunulmaz kılınmıştır. Ancak, bu düzenlemelerin genel uluslararası hukukun parçası haline geldiği tartışılabilir. Burada sürekli tarafsızlığı “Avrupa Kamu Hukuku”72 nun genel bir parçası olarak uzun zamandır kabul edilen İsviçre’nin statüsüyle benzerlikler de olabilir. Gerçekten de, benzerlik sadece başlangıçta bu statünün sınırlı sayıdaki Avrupa devletlerinin Andlaşmasıyla garanti edilmesi değildir; sürekli tarafsızlığın nedenine kadar gider ki; bu büyük ölçüde, değişik kantonların farklı etnik yapıları nedeniyledir, eğer İsviçre Konfedarasyonu, Fransa, İngiltere ya da Almanya arasındaki veya bu ülkelerin dahil olduğu savaşlarda tarafsızlığını korumasaydı, Konfederasyonun dağılması riski ortaya çıkardı.

 

98. 1963 Anayasa krizine ilişkin olarak Kıbrıs Rum yönetiminin resmi tutumu, Anayasa’nın “hükümlerinin pek çoğunun çalışamaz olduğunun ispat edildiği ve bu durumun Anayasa’nın rahatlıkla uygulanmasını imkansız hale getirdiği” şeklindedir.73 1960 Anayasa’sını, zaruret hali doktrini çerçevesinde uyguladıkları iddiasını sürdürmektedirler. Cyprus-v-Turkey74 davasında bu konuyu şöyle ortaya koymuşlardır: “Cumhuriyetin Anayasası yürürlüktedir ve Kıbrıs Hükümeti tarafından, kesin bir şekilde tanımlanmış olan zaruret hali doktrinine göre uygulanır. Yani, Kıbrıs Türklerinin katılımını öngören bazı hükümlerine uymanın mümkün olmadığı durumlarda, Hükümet Anayasanın lafzına dar anlamıyla uygun olmamasına rağmen, normal koşullara dönülünceye kadar devletin temel görevlerini yerine getirebilmesi ve devletin çöküşünün önlenmesi için gerekli olan istisnai tedbirleri almak zorundadır.”

 

99. Ancak bu açıklama sorulara açıktır. İlk önce, zaruret hali büyük ölçüde sübjektif bir değerlendirme gibi gözükmektedir.. İkinci olarak, Anayasa hukuku meselesi olarak Anglosakson hukuk sisteminin uygulandığı ülkelerde, zaruret halinin anayasanın hükümlerinin ihlali için gerçekte haklı bir sebep olup olmadığı çok tartışmalıdır. Ayrıca, bu sadece bir iç hukuk sorunu değildir, görüldüğü üzere, Kıbrıs’taki anayasal düzenleme geçerli ve mevcut uluslararası taahhütlerle desteklenmiştir.

 

Andlaşmaların ve Anayasanın İlgili Hükümlerinin Uygulanması

 

100. 4 Temmuz 1990’da Lefkoşa yönetimi (o zamanki) Avrupa Topluluklarına katılım müracaatında bulunmuştur. KKTC, Bakanlar Konseyi’ne 12 Temmuz 1990’da bir Memorandum ve 3 Eylül 1990 tarihinde Tamamlayıcı Nota göndererek bu müracaata ilişkin itirazlarını ortaya koymuştur.

 

101. Avrupa Komisyonu 30 Haziran 1993’te olumlu görüş bildirmiştir. Komisyon raporunda, adanın kuzey kısmındaki “fiili” yönetimin sözkonusu başvuruya itirazına atıfta bulunmuş ve şöyle devam etmiştir:

 

anılan yönetim Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin böyle bir yaklaşımla tüm Kıbrıs adına konuşma hakkına itiraz etmiştir. Pozisyonunu, Garanti Andlaşmasına ve dış politika kararları üzerinde ve özellikle Türkiye ve Yunanistan’ın üye bulunmadığı bir uluslararası kuruluş veya ittifaka katılmaya ilişkin kararlar üzerinde Cumhurbaşkanına ve Cumhurbaşkanı Yardımcısına (Kıbrıslı Türk) veto hakkı tanıyan, 1960 Anayasasına dayandırmaktadır. Bu itibarla, mevcut şartlar altında, Avrupa Topluluğunun sözkonusu başvuruyu kabul etmemesi gerektiğine inanmaktadır.

 

Komisyon, “Topluluğun yerleşmiş pozisyonunun, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin meşruiyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmaması mantığına dayandıran Birleşmiş Milletlerin pozisyonu ile tutarlı olduğunu belirterek, sözkonusu argümanları reddetmiş ve başvurunun kabul edilebilir olduğunu” belirtmiştir.75

 

102. KKTC’nin argümanlarının yeterli incelemesi yapılmadığı için, Topluluğun yerleşmiş pozisyonunun ne olduğu açık değildir. Komisyonun bu tutumu, KKTC’nin tanınmaması politikasının benimsenerek, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tek temsilcisi olarak Rum Yönetiminin tanındığı anlamına geliyordu. Bu dönemde Komisyonun ana endişesi, Kıbrıs’ın üyeliğine bizzat Cumhuriyeti kuran Andlaşmalar veya Cumhuriyetin kendi Anayasası çerçevesinde bir engel bulunup bulunmadığı değil, Kıbrıs’ın Avrupa Topluluğu’na üyeliğin gereklerini yerine getirip getiremeyeceğiydi.

 

103. Sözkonusu hukuki argümanlara, ne Komisyonun görüşünü destekleyen 4 Ekim 1993 tarihli Konsey Sonuçlarında ne de Komisyon görüşünü ve Konsey Sonuçlarını onaylayan 12 Temmuz 1995 tarihli Avrupa Parlamentosu kararında başka bir atıfta bulunulmamıştır.

 

104. Bununla birlikte, Avrupa Birliği’ne katılım başvurusuna ilişkin Londra, Zürih ve Lefkoşa Anlaşmalarına dayanan şimdi bahsedeceğim geçerli itirazlar bulunmaktadır.

 

105. Bu çerçevede çok önemli bir madde Garanti Andlaşmasının I(2). maddesidir. Bu maddeyi kabul etmekle “[Kıbrıs Cumhuriyeti], kısmen veya bir bütün olarak herhangi bir devlet ile siyasi veya ekonomik bir birliğe katılmayacağı yükümlülüğünü üstlenmiştir. Bu itibarla, adanın doğrudan veya dolaylı olarak bir başka devletle birleşmesi veya taksimine yol açan tüm faaliyetler yasaklanmıştır.” Bu lisan kesinlikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ne katılmasını da kapsayacak kadar geniştir.

 

Üyelik ekonomik birliğe bir bütün olarak katılmak anlamındadır.76

AB’nin aynı zamanda siyasi birlik de oluşturması üstlenilen yükümlülüğün ihlalidir.

Üyelik muhtemelen “doğrudan ya da dolaylı olarak Yunanistan’la birleşmeye” yol açacaktır. Avrupa Birliği ismi de üyeler arasında böyle bir birleşmeyi teyit etmektedir.

106. Metnin iki yerde “herhangi bir devlet”ten bahsetmesine karşılık, sözkonusu birliğin devletlerle olabileceği öne sürülerek itirazda bulunulabilir. Ancak, bu itiraz temelsizdir. Malum olduğu üzere, metnin çerçevesini çizenler özellikle Yunanistan veya Türkiye ile yani bir devlet ile birlikten endişe etmişlerdir. Bununla birlikte, bir taslak metnin hazırlanmasında ve İngilizce’nin (ve Fransızca’nın) günlük kullanımında tekil kelimeler çoğul anlamları da içerir ve “herhangi bir devlet”77 kelimesi “devletler” anlamını kapsayacak kadar geniştir. Bu yorum aklıselim ile de uyuşmaktadır. Farzedelim ki Kıbrıs Yunanistan ve Malta ile siyasi veya ekonomik birliğe girdi. Bunun enosise yol açmayacağına inanmak oldukça güçtür. Metni hazırlayanlar böyle bir durumu yasaklamak niyetini taşımışlardır. Burada sözkonusu olan 15 ülkeyle birleşmektir. Kıbrıs siyasi, askeri, ekonomik, etnik ve coğrafi olarak diğer ülkelere nazaran Yunanistan ile çok yakın bir ilişki içindedir, bu ilişki, hiç şüphesiz, katılım sonrasında da devam edecektir. Üstelik, iyice anlaşılmalıdır ki, Garanti Andlaşmasının I(2). maddesinde KC sadece herhangi bir siyasi veya ekonomik birliğe katılmaktan kaçınma yükümlülüğünü üstlenmemiş, doğrudan veya dolaylı olarak herhangi bir devletle birleşmeye yol açacak faaliyetlerden bile kaçınacağını da taahhüt etmiştir.

 

107. Bu yükümlülükleri üstlenen yalnızca KC değildir. Üç Garantör Devlet de benzer yükümlülükleri üstlenmişlerdir. KC’nin yükümlülüklerini dikkate alarak, Garantör Devletler de kendilerini ilgilendiren (pour ce qui releve d’eux), Kıbrıs’ın doğrudan ya da dolaylı olarak …herhangi bir devletle birleşmesine yol açacak faaliyetleri yasaklamayı üstlenmişlerdir. Görüşüme göre, İngiltere ve Yunanistan, iki garantör devlet olarak Kıbrıs’ın AB üyeliğini desteklememek yükümlülüğü altındadır ve bunu önlemek için veto haklarını kullanmalıdırlar.

 

108. Kıbrıs Anayasasının çeşitli maddeleri bu yorumu teyit etmektedir.78 Hatırlanacağı gibi, Garanti Andlaşmasının I. maddesinde KC Anayasaya saygı gösterilmesini sağlamayı üstlenmiş ve II.maddede ise üç garantör devlet Anayasanın temel maddeleri çerçevesinde kurulmuş “düzen”i garanti etmişlerdir. Bu maddeler büyük ölçüde KC’nin, üç garantör devletin ve Kıbrıs’taki iki toplumun Londra ve Zürih’te kabul ettiği Temel Yapının sonucudur.

 

· Madde 185 (2)’ye göre “Kıbrıs’ın herhangi bir devletle bütünsel veya kısmi olarak birleşmesi engellenmiştir.”

 

Madde 170’e göre “KC Yunanistan, Türkiye ve İngiltere’ye içeriği ne olursa olsun akdettiği tüm anlaşmalar için en fazla müsaadeye mazhar ulus muamelesi gösterecektir.” Bu Temel Yapının 23. Maddesine göre uygulanır. Hatırlanacağı üzere, üç Dışişleri Bakanının katılımıyla yapılan 12 Şubat 1959 toplantısında bunun anlamı tartışılmıştı.79 Lord Perth’in sorusuna cevaben Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları, burada niyetin Kıbrıs’ın üç garantör devlet dışındaki ülkelerle ikili en fazla müsaadeye mazhar ulus anlaşması yapmasının önlenmesi, örneğin Yunanistan’ın ekonomik enosis kurması gibi, Türkiye ve Yunanistan’ın bir diğerine nazaran adada daha avantajlı bir konuma sahip olması olasılığının bertaraf edilmesi olduğunu belirtmişlerdi. KC’nin AB’ne girişi şüphesiz bu maddenin sözüne ve ruhuna bir ihlal teşkil edecektir. Bu, evvelemirde, Londra ve Zürih Anlaşmalarını yapanların yasaklamak istedikleri, Yunanistan ile ekonomik enosis benzeri bir gelişmeye yol açabilecektir. İkinci olarak, Kıbrıs’ın AB’ye katılması, şüphe yoktur ki, AB üyesi olmayan Türkiye’ye göre, Yunanistan ve İngiltere için Kıbrıs’ta daha avantajlı bir durum yaratacaktır.

· 50. madde Temel Yapının 8. Maddesini hayata geçirir. Buna göre, “KC’nin Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı, birlikte veya ayrı ayrı, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olduğu ittifak anlaşmaları ve uluslararası kuruluşlara üyelikle ilgili olanlar hariç, dış ilişkilerde, Temsilciler Meclisinin kabul ettiği yasaları ve kararları veto etme hakkına sahip olacaktır.”80 Bu mesele, o aşamada Garanti Andlaşmasının önerilen I(2). maddesiyle ilişkili olarak, 12 Şubat 1959 tarihli Dışişleri Bakanları toplantısında gündeme gelmiştir.81 İngiliz Dışişleri Bakanının bu maddenin Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi gibi hükümetlerarası ve uluslararası kuruluşlara üyeliği engelleyip engellemeyeceği sorusuna cevaben Zorlu ve Averof, Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’ın üye olduğu Posta Birliği ve Serbest Ticaret Bölgeleri gibi uluslararası kuruluşlara üye olmasına itirazları olmayacağını açıklamışlardır. Bunun doğal sonucu olarak, KC’nin sözkonusu iki ülkeden birinin üye olduğu bir kuruluşa üyeliğine haklı olarak itiraz edilebilir.

 

KC’nin sözkonusu üyeliğini engellemek için öngörülen daha ileri bir mekanizmanın ise Cumhurbaşkanı Yardımcısının (Türk) vetosu olduğu, ancak bir Cumhurbaşkanı Yardımcısı bulunmadığı cihetle bu maddenin geçersiz bulunduğu yolunda bir itiraz gelebilir. Ancak görüşüme göre, böyle bir itiraz geçerli değildir. Cumhurbaşkanı Yardımcısının bulunmamasının ardında yatan ana sebebin, 1963/64 yıllarından itibaren bu görevi ifa etmesinin Kıbrıslı Rumlarca engellenmesi olduğu anlaşılmaktadır. Her hal ve karda, Cumhurbaşkanı Yardımcısının vetosu, Türk toplumu açısından, Yunanistan’ın tek başına üye olduğu veya Türkiye’nin tek başına üye olduğu bir kuruluşa KC’nin katılamamasını garanti altına alan bir mekanizmaydı. Diğer bir değişle, niyet, açıkça, iki toplum da kabul etmedikçe böyle bir kısmi üyeliği engellemekti. AB’ne muhatap mezkur KKTC Memorandumundan ve ekli nottan da açıklıkla anlaşılacağı gibi, Türk toplumu gerçekten itiraz etmiştir.

Dışişleri toplantısındaki görüş alışverişi, Garanti Andlaşmasını yapanların ”herhangi bir devletle birlik” ibaresini, devletleri (çoğul) kapsayacak şekilde, özellikle bu çerçevede çok iyi bir örnek oluşturan AB gibi uluslararası kuruluşları içerecek şekilde algıladıklarına açık bir kanıttır. Sözkonusu fikir teatisinin Garanti Andlaşmasının önerilen I(2). maddesi çerçevesinde yapıldığı not edilmelidir.

109. Bu itibarla, sonuç olarak, Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ne üyelik başvurusu Andlaşma yükümlülüklerinin ihlalidir, iç hukuki yükümlülüklerin öne sürülmesi kabul edilemez, ayrıca, sözkonusu başvurunun Yunanistan veya İngiltere tarafından desteklenmesi ya da bu devletlerin başvuruyu engellemek için veto veya diğer gerekli araçları kullanmaması, anılan iki devletin birbirine, Türkiye’ye ve bir bütün olarak Kıbrıs halkına karşı Andlaşma yükümlülüklerini ihlal ettikleri anlamını taşımaktadır.

 

Avrupa Birliği Anayasası benzer başvuruları öngörebilir veya kabul edebilir mi?

 

110. Avrupa Birliği Andlaşmasının ilgili maddesi (madde O) şöyledir:

 

Her Avrupalı Devlet Birliğe üye olmak için başvurabilir. İlgili ülke başvurusunu Konseye yapar, Konsey Komisyona danışarak ve üyelerinin mutlak çoğunluğuyla hareket eden Avrupa Parlamentosunun onayını alarak oybirliğiyle karar verir.

 

Kabul edilmenin gerektirdiği koşullar ve Birliği kuran Andlaşmalara uyum üye devletlerle başvuran devlet arasındaki anlaşmaya tabi olacaktır. Bu anlaşma, tüm üye devletlerce kendi anayasa usullerine göre onaya tabi tutulacaktır.

 

111. “Avrupalı” kelimesi Avrupa Birliği’nin sınırlarını kısıtlamamak için kasten tanımlanmamıştır.82 Komisyon, görüşünde, Kıbrıs’ın her türlü şüphenin ötesinde Avrupalı kimliğe ve karaktere sahip olduğunu belirtmiştir. Lefkoşa yönetiminin tüm Kıbrıs halkı ve Kıbrıs Devleti adına hareket etmesi ve onlar adına yükümlülükleri üstlenmesi pek fazla ikna edici değildir. Komisyon bir taraftan, Kıbrıs halkını temsil eden tek meşru hükümet olarak Lefkoşa Hükümetinin tanınmasını AB üyesi devletlere tavsiye ederken, diğer taraftan, adanın fiili bölünmesini ve toplumların ayrılmasını kabul etmiştir. Bunun sonucu olarak:

 

Andlaşma tarafından getirilen temel özgürlükler, özellikle sermayenin, kişilerin, malların ve hizmetin serbest dolaşımı, yerleşme hakkı, uluslararası olarak tanınan siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel haklar tüm ada üzerinde uygulanamamaktadır. Bu özgürlükler, tüm Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kapsayan anayasal düzenlemeleri yeniden hayata geçiren kapsamlı bir çözümün parçası olarak garanti edilmelidir.83

 

112. Avrupa Adalet Divanı Komisyonun atıfta bulunduğu ilkelere ilişkin mevcut fiili zorlukların altını çizmiştir. R.v. Minister of Agriculture, Fisheries & Food Ex Parte S. P. Anastassiou (Pissouri) Ltd. 84 İngiliz Yüksek Mahkemesinden ön karar talebi üzerine ortaya çıkmıştır. Bu konu AET-Kıbrıs Ortaklık Anlaşması çerçevesinde Kıbrıs tarımsal ürünlerinin sertifikasyonu ile ilgilidir. Sözkonusu mallar KKTC menşeli mallardır, İngiltere ve Komisyon, Kuzey Kıbrıs’ta hüküm süren koşullar altında, Kıbrıs şirketleri ve vatandaşları arasında ayrımcılığı önlemek için, Üye Devletlerce, fiili yönetim tarafından verilen menşe ve sağlık sertifikalarının kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Divan fiili zorlukları kabul etmiş, ancak Kararında85, bunun, toplum ve üyelerinin ve Lefkoşa yönetiminin KKTC’yi tanımadığı sürece, malların menşei ve idari işbirliği konusundaki 1977 Protokolünün açık hükümlerinin ihlalini haklı çıkarmayacağına karar vermiştir.

 

113. KKTC Kıbrıs Rum Hükümeti’nin tüm adayı ya da adanın Kuzeyini temsil etme yetkisi bulunmadığını ileri sürmüştür. Fakat her şeyin ötesinde, Anastassiou davası KC’nin AB’ye kabul edilmesi halinde ortaya çıkabilecek fiili ve hukuki sorunlar açısından belirleyici olmuştur. Lefkoşa Hükümeti bir çok açıdan diğer üyelere karşı yükümlülüklerini karşılayamayacaktır; diğer üyeler de bir bütün olarak Kıbrıs’a karşı yükümlülüklerini yerine getirmekte önemli fiili zorluklarla karşılaşabilecektir.86

 

Üstelik, AB sadece Devletlerin karşılıklı hak ve görevleriyle ilgili değil, aynı zamanda Birlik vatandaşlarının bireysel haklarıyla da ilgilidir. Bu açıdan çok ciddi sorunlar ortaya çıkabilir.

 

114. Şimdiye kadar ülkesi üzerinde tamamıyla otorite kuramayan hiç bir ülke AB’ne kabul edilmemiştir. Ancak Kıbrıs Rum Yönetimi temsil ettiğini ileri sürdüğü ülkesinin üçte biri üzerinde otorite kuramamaktadır. Bu durum Birlik tarihinde rastlanmayan zorluklara yol açabilecektir.

 

115. Komisyon görüşünde samimiyetle bu zorlukları kabul etmiş,87 ancak öngördüğü çözüm bu sorunu gözardı etmek şeklinde tecelli etmiştir. Aynı zamanda, Kıbrıs Rum Yönetiminin üye olabileceğini belirterek, Güvenlik Konseyine yardım edeceğini ya da Kıbrıs sorununun siyasi çözümüne katkıda bulunacağını ümit eder gibi gözükmektedir. AB’nin izlediği tutumun soruna olumlu bir katkı sağlayıp sağlamayacağına ilişkin görüşler farklılık arzetmektedir. Ancak sonuçta bu tutumun olumsuz katkı yapabileceği de ihtimal dahilindedir. Fakat bizim için önemli olan sorunun hukuki boyutudur. Kesin olan husus şudur ki, AB, siyasi çözüme ulaşılmasından önce KC’ni üyeliğe kabul ederse gerçekten önemli teknik zorluklarla karşılaşacaktır.

 

ÖZET VE SONUÇLAR

 

116. 1960 tarihli Garanti Andlaşması, ilgili mekanizmalarıyla birlikte, Kıbrıs’ta iki toplumun çıkarları ve hatta Kıbrıs’a özel ilgi duyan üç devlet, yani Yunanistan, Türkiye ve İngiltere arasında dikkatli bir denge kurmuştur. Bu Kıbrıs’ın bağımsızlığının, Garantör Devletlerin özel hak ve sorumluluklarının ve adada devam eden İngiliz askeri varlığının temelini oluşturur. Yukarıda belirtildiği gibi88, Andlaşmanın ilgili hükümlerinin başlangıçtaki geçerliliğini ya da yürürlüğünü tekzip eden ikna edici bir zemin bulunmamaktadır. Garantörler, İngiltere, Türkiye ve görüldüğü kadarıyla Yunanistan Andlaşmanın geçerliliğini tanımaya devam etmektedir. BM Güvenlik Konseyinin tutumu da bu yöndedir.

 

117. Tekrar konuya dönersek, görüyoruz ki89, Garanti Andlaşmasının I(2). maddesiyle KC “bir bütün olarak ya da kısmen, herhangi bir devlet ile siyasi veya ekonomik birliğe girmemeyi taahhüt eder.” AB’ne üyelik bütün ya da kısmi olarak bir ekonomik birliğe ve en azından kısmi olarak bir siyasi birliğe girmek anlamını taşır. Buradan çıkan sonuç, bunun Garanti Andlaşmasının bir ihlali olduğudur. Andlaşmanın devletlerle değil, bir devletle birleşmeyi yasakladığını ileri sürerek bu sonuçtan kurtulmaya çalışmak, sadece kelimelerin olağan kullanımını, içeriğini ve amacını ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda bu hükmü getiren Hükümetlerin açık niyetleri ile ters düşer. Çünkü görüldüğü üzere90, anılan Hükümetler uluslararası ekonomik ve siyasi kuruluşlara üyeliği özellikle Andlaşmanın bu hükümleri bağlamında gözönüne almışlardır. Tanım olarak, böyle kuruluşlar çoğul olarak diğer devletleri içermektedir. Andlaşmayı hazırlayanlar sadece Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte yer aldığı bir kuruluş sözkonusu olduğunda bu yasağı kaldırmaya hazırdılar, fakat bu AB ile ilgili duruma uygun değildir. Üstelik, I(2). madde bütün ya da kısmi olarak bir ekonomik veya siyasi birliğe girmeyi yasaklamakla kalmayıp, herhangi bir devletle doğrudan veya dolaylı birliğe yol açabilecek tüm faaliyetleri de yasaklamaktadır. Kıbrıs’ın AB üyeliğinin doğrudan ya da dolaylı olarak diğer Devletlerle ve özellikle Yunanistan’la birliğe yol açacağı inkar edilemez.

 

118. Bu Kıbrıs’ın tek yükümlülüğü değildir. Kıbrıs aynı maddenin 1. paragrafıyla “Anayasaya saygı gösterilmesi olduğu kadar, bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini idame ettirmeyi de taahhüt eder.” Ayrıca görmekteyiz ki91, Anayasa sadece Andlaşmanın I. maddesindeki kelimeleri yansıtan hükümleri değil, fakat konuyla doğrudan ilgili hususları da kapsamaktadır. 170. madde her Garantör Devlete en fazla müsaadeye mazhar ulus muamelesi yapılmasını teminat altına alır, oysa, Kıbrıs AB üyesi olduğu takdirde, Yunanistan ve İngiltere kaçınılmaz olarak Türkiye’ye göre daha avantajlı bir muamele görüyor olacaklardır. Üstelik, Anayasanın 50. maddesi, toplumunun temsilcisi olarak Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısına, Türkiye ve Yunanistan birlikte üye olmadıkça Kıbrıs’ın herhangi bir uluslararası kuruluşa üyeliğini veto etme hakkını vermiştir. Bu sayılan hükümler, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Garanti Andlaşmasında uymayı taahhüt ettiği, Anayasanın değiştirilmesi mümkün olmayan “Temel Maddeleri” arasındadır.92 Bütün bu nedenlerden dolayı, AB üyesi olmaya çalışmakla ya da bu üyeliği kabul etmekle Lefkoşa’nın Andlaşma yükümlülüklerini ihlal edeceği açıktır.

 

119. Garantör Devletler de kendi adlarına önemli hukuki yükümlülükler üstlenmiştir. Sözkonusu üç Devlet, aynı Andlaşmanın II(1). maddesiyle “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin I.maddedeki yükümlülüklerini not etmişler ve diğerleri yanında, Anayasanın Temel Maddeleriyle kurulmuş bulunan düzeni tanımış ve garanti altına almışlardır. Ayrıca bu Devletler, I(2). maddenin KC’nin ilgili yükümlülüğünü yansıtan (2). paragrafında, Kıbrıs’ın doğrudan ya da dolaylı olarak herhangi bir devletle birleşmesine yönelik faaliyetleri kendilerini ilgilendirdiği kadarıyla, aynı şekilde, yasaklamayı taahhüt ederler. İtiraf edilmelidir ki, bu kayıtsız şartsız bir garanti değildir, sadece “bu Devletleri ilgilendirdiği kadarıyla”, ya da orijinal haliyle93 “bu devletlerin yetkileri dahilinde olduğu kadarıyla” uygulanır. Ancak, veto haklarını uygulayarak Andlaşma ihlalini önlemek İngiltere’nin (ve tabii Yunanistan’ın) yetkileri dahilindedir.

 

120. Bundan başka, fiili olarak Lefkoşa’nın iradesinin bütün Kıbrıs’ta geçerli olmaması nedeniyle, bu ülke AB’ne girecek olursa, Lefkoşa’nın tüm ada itibarıyla diğer üyelere karşı üstlenmesi gereken yükümlülüklerin uygulanmasında önemli fiili ve hukuki engeller ortaya çıkacaktır. Diğer üyeler, kendi adlarına, bir bütün olarak Kıbrıs’a ilişkin hukuki yükümlülüklerini uygulamada, imkansızlıklar olmasa dahi, büyük fiili zorluklarla karşılaşacaklardır. İngiltere Hükümetinin yanısıra, AB Komisyonu ve Mahkemesi de bu zorlukların94 bilincindedir, ancak şimdiye kadar bu zorluklara çözüm bulmakta başarılı olamamışlardır.

 

121. KC’nin ve üç Garantör Devletin yükümlülükleri sadece siyasi beyanlar değildir. Bunlar resmi bir Andlaşmada yer alan ciddi hukuki vaatlerdir. Ve bu Andlaşmada sözkonusu olan, hukukta bilinen en ciddi vaat olan garantidir.95 Her dört Devlet de Garanti Andlaşmasından yarar sağlamıştır; ancak bu yararlar beraberinde yükümlülükleri de getirmiştir. İngiltere’nin ve diğer AB üyelerinin çok önem verdiği uluslararası hukuk bu yükümlülüklerin yerine getirilmesini talep etmektedir.

 

 

 

Maurice Mendelson, QC 2 Hare Court,

 

 

 

Temple,

 

 

 

6 Haziran 1997 London, EC4Y 7BH.

 

 

 

 

 

Ek II

 

 

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

 

 

 

İLGİ: KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYELİK BAŞVURUSU

 

AVUSTURYA’NIN AVRUPA BİRLİĞİ’NE KATILIMI HAKKINDA NOT

 

 

 

Bazı Avrupa Birliği üyelerinin Avusturya örneğinin Kıbrıs’ın üyeliğini destekleyici bir emsal oluşturduğu iddialarını Londra’daki Türk Büyükelçisinden öğrendim. Benden bu iddia konusunda kısa bir not hazırlamam rica edildi.

 

Almanya 1938 yılında Avusturya’yı ilhak etmiştir. Bu anschluss olarak bilinir. Bu kelime Almanca’da hem ilhak, hem birliğe katılım anlamını taşır. Almanya II. Dünya Savaşı sonunda yenildiğinde, Avusturya müttefiklerce işgal edilmiş ve ortak Müttefik Kontrol Konseyinin (Sovyetler Birliği, ABD, Fransa ve İngiltere temsilcilerini kapsar) yönetimine girmiştir. 1955’te Sovyetler Birliği Avusturya’nın egemenliğinin yeniden tesisine hazır olduğunu belirtmiş, ancak buna karşılık, Avusturya, diğer hususlar meyanında, daimi tarafsızlığı kabul etmiştir. Bu, iki ülke arasında Nisan 1955’te aktedilen Moskova Memorandumu ile sağlanmıştır. Avusturya daimi tarafsızlığını teyit edecek şekilde bir deklarasyonda bulunmayı taahhüt etmiş ve bu, kısa bir süre sonra Anayasal Federal Statüsünde yer almıştır. Avusturya 15 Mayıs 1955 tarihinde Sovyetler Birliği ve diğer üç işgalci Devletle birlikte Bağımsız ve Demokratik Avusturya’nın Yeniden Oluşturulması Devlet Andlaşmasına katılmıştır.1 Bu Andlaşmanın kendisi tarafsızlık konusunda açık hükümler taşımamakta, ancak tanınma, bağımsızlığın idamesi, insan hakları, Nazileştirmeden arınma, tazminat vb. gibi hususlara ilişkin bir çok madde içermektedir.

 

“Anschluss’un Yasaklanması” başlıklı 4. maddede şu hükümler yer almaktadır:

 

1. Müttefik Devletler ve Ortakları Avusturya ve Almanya arasında siyasi veya ekonomik birlik kurulmasının yasaklandığını beyan ederler. Avusturya bu çerçevedeki sorumluluklarını tamamıyla kabul ederek, ne şekilde olursa olsun Almanya ile siyasi veya ekonomik birliğe girmekten kaçınacaktır.

 

2. Böyle bir birleşmeyi önlemek için Avusturya, doğrudan veya dolaylı da olsa, siyasi ve ekonomik bağımsızlığını veya toprak bütünlüğünü zedeleyebilecek ya da Almanya ile siyasi veya ekonomik birliğe yol açabilecek hiçbir anlaşma imzalamayacak, faaliyet göstermeyecek veya tedbir almayacaktır. Avusturya ayrıca, topraklarında, böyle bir birliğe doğrudan ya da dolaylı olarak yol açabilecek her türlü faaliyeti engelleyecek ve Almanya ile siyasi veya ekonomik birliği amaçlayan her türlü örgütün kurulmasına, faaliyet göstermesine ve Almanya ile birleşme lehinde propaganda yapılmasına mani olacaktır.

 

AB, bununla birlikte, Avusturya’nın üyelik başvurusunu kabul etmiş ve Avusturya 1995 yılında tam üye olmuştur.2 Görünüşte 4. madde ile Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere arasındaki Garanti Andlaşmasının I. ve II. maddelerinin ilgili kısımları arasında benzerlikler bulunmaktadır ve tahminen Avusturya konusunun emsal oluşturduğu tartışmasının temeli budur. Ancak aşağıdaki nedenlerden dolayı durum göründüğü gibi değildir:

 

1. Andlaşmanın diğer tarafları böyle bir üyeliğe itiraz etmemiştir. 4. maddedeki yükümlülükler Avusturya tarafından diğer dört devlete karşı üstlenilmiştir. Ne AB üyesi olan İngiltere ve Fransa ne de ABD bu üyeliğe karşıydı. Başlangıçta Sovyetler Birliği AB üyeliğinin Avusturya’nın daimi tarafsızlığına uygunluğu konusunda tereddüt belirtmiş, ancak Ekim 1988 tarihindeki Moskova’ya resmi ziyaretinden sonra Şansölye Vranitsky, Sovyetler Birliği’nin Avusturya’nın AB üyeliğini engellemeyeceğini belirtmiştir.3 Bir Andlaşmanın taraflarının (tüm tarafları) eğer isterlerse Andlaşma hükümlerinin uygulanmasından vazgeçebilecekleri uluslararası hukukun yerleşmiş bir ilkesidir ve Avusturya konusundaki durum da açıkça böyledir. Garanti Andlaşmasının taraflarından biri olan Türkiye, Kıbrıs’ın, Andlaşmanın hiçbir maddesini ihlal etmesine izin vermediğini açıkça beyan ettiği için, bu durum Avusturya konusundan tamamıyla farklıdır.

 

Bu husus, Avusturya örneğinin Kıbrıs konusuyla ilgisi bulunmadığına ilişkin yeterli bir neden teşkil etmektedir. Görüşümde Avusturya örneğine yer vermememin gerekçesi aşikardır, bu itibarla bu tartışmayı daha da uzatmayı gereksiz görüyorum. Ancak, bütünlüğü sağlamak için biraz daha inceleyeceğim.

 

2. 4. maddenin içeriği Garanti Andlaşmasının I. ve II. maddelerinin içeriğinden farklıdır. Birincisi sadece ve özellikle Almanya’ya atıfta bulunurken, ikincisi “herhangi bir Devletle siyasi ve ekonomik birlik”ten söz etmektedir. Üstelik, tarih, “Anschluss’un Yasaklanması” başlığı ve Almanya lehinde propaganda yapılmamasına ilişkin atıflar, Andlaşmayı hazırlayanların aklında Almanya ile hukuki ya da fiili bir birlik (veya Almanya’ya katılma) gibi hususların bulunduğunu açıklıkla göstermektedir. Bu da bir farklılığa işaret etmektedir. Dahası, Garanti Andlaşmasını ve eklerini hazırlayanlar Kıbrıs’ın, Türkiye ve Yunanistan’ın üye olmadığı bir uluslararası kuruluş üyeliğinin dışında tutulmasını açıklıkla isterken, Avusturya Devlet Andlaşmasında böyle bir hüküm yer almamış ve gerçekten Avusturya, ilgili dört devletten üçünün üye olmadığı Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi gibi kuruluşlara en başından beri hiçbir itiraza maruz kalmaksızın üye olabilmiştir.

 

3. 1955 yılından itibaren Avusturya vakıasına ilişkin şartlarda temel değişiklikler meydana geldiği ileri sürülebilir. Burada, daha önce bahsettiğim, AB’deki rebus sic stantibus doktrinine başvurmayı haklı gösterecek niteliği bulunmayan gelişmelere atıfta bulunmuyorum, ancak, Doğu ve Orta Avrupa’da uluslararası ilişkilerin temel yapısındaki değişiklerden bahsediyorum. Avusturya Devlet Andlaşması Avrupa’nın, hatta Almanya’nın iki düşman bloğa bölündüğü, Almanya’nın öç alma duygusuna ilişkin endişelerin ve hatıraların hala güçlü olduğu Soğuk Savaş döneminde aktedilmiştir. Bu şartlarda daimi tarafsızlık ve Almanya ile birleşmeme hususlarında ısrar edilmesi kolaylıkla anlaşılabilir. Fakat, Avusturya’nın AB’ne üye olduğu dönemde dünya oldukça değişmişti. Almanya birleşmiş ve demokratik bir devlet olmuştu. Soğuk Savaş bitmiş, Avrupa’nın bölünmüşlüğü sona ermiş ve hatta Sovyetler Birliği ortadan kalkmıştı. Şartlardaki köklü değişiklikler sonucu, Avusturya’nın mezkur yükümlülükleriyle bağlı bulunmadığını ileri sürmek her hal ve karda mümkündür. Yukarıda 1. paragrafta bahsedilen, Devlet Andlaşmasına taraf Devletlerin böyle bir gelişmeye onay vermesi nedeniyle bu konuyu daha fazla tartışmak gereksizdir. Avusturya konusunda bahsedilen sözkonusu değişikliklerin Kıbrıs konusuyla hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.

 

4. Sonuçta iki yanlış bir doğru etmez. Neyin doğru göründüğünü, Avusturya konusunun Kıbrıs konusundan neden farklı olduğunu ve Avusturya’nın AB üyeliğinin onun (yada Devlet Andlaşmasına taraf olan AB üyesi İngiltere ve Fransa’nın) uluslararası yükümlülüklerini neden ihlal etmediğini yukarıda açıkladım. Ancak bu gerekçe herhangi bir nedenle doğru bulunmaz ve Avusturya’nın AB üyeliği Devlet Andlaşmasının 4. maddesine ya da onun daimi tarafsızlık yükümlülüğüne aykırı görülse bile, Kıbrıs konusunda benzer bir ihlali haklı kılmaz. Tekrar ediyorum iki yanlış bir doğru etmez; ve AB üyesi olmayan ve Avusturya Devlet Andlaşmasına taraf olmayan Türkiye böyle bir ihlali ne görmezden gelmiş, ne de onay vermiştir. Bu itibarla Türkiye’nin bu konudaki itirazları gözardı edilemez.

 

Bununla birlikte, daha önce belirttiğim gibi 2, 3 ve 4. paragraflardaki noktalar tali hususlardır ve bütünlük sağlanması amacıyla bahsedilmektedir; farklılığın temel nedeni, yani, Avusturya Devlet Andlaşmasına tarafların rızası 1. paragrafta açıklanmıştır. Bu, Avusturya örneğinin Kıbrıs konusundan temel farkını oluşturmaktadır.

 

Profesör M.H. Mendelson, Q.C. 2 Hare Court

 

 

 

Temple

 

 

 

21 Temmuz 1997 London EC4Y 7BH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Türkiye’nin talebi üzerine, 25 Temmuz 1997 tarihinde, A/51/951-S/1997/585 simgeli BM belgesi olarak dağıtılmıştır. Bu Mütalaa İlave Mütalaa’nın Ek-1’inde yeniden yayınlanmaktadır.

[2] Ek-2’de yer almaktadır. Bundan sonra, metinde aksi belirtilmedikçe, “Mütalaam” ifadesi Tamamlayıcı Mütalaayı da içerecektir.

[3] 17 Ekim 1997, A/52/481-S/1997/805 simgeli BM belgesi

[4] İlk Mütalaamın ilk kısmı (3-76. paragraflar), sunumda yararlı veya gerekli olduğunu düşündüğüm geçmişe ilişkin bilgilerden oluşmaktadır. Ortak Mütalaa’nın 8. dipnotunda yazarlar, benim birçok iddiamın, “yazarının ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başsavcısı’ olmasından dolayı tarafsızlığı şüpheli” bir yayın olarak tanımladıkları, Z.M. Necatigil’in [Ortak Mütalaa’da yanlış yazılmıştır.] The Cyprus Question and the Turkish Position in International Law (2. baskı, 1996) adlı eserine dayandığını belirtmektedirler. Aslında bu kitaptan ilk alıntı yaptığımda (dipnot 21) gözlemlediğim hususlar şunlar olmuştur: “Bu yazar Kıbrıs Türk yönetiminde üst düzey bir bürokrat olmasına rağmen, kendisi parti pris olarak düşünülebileceği gibi, burada alıntı yaptığım ve kendisi tarafından ortaya konulan gerçekler doğru gözükmektedir. Buraya kadar olan hukuki inceleme göz önüne alındığında, yazılarını incelediğim birçok yazar özellikle bir bakış açısını geliştirmeyi çok arzu etmektedirler: Ben kendi adıma kendi bağımsız sonuçlarımı elde etmek için çaba gösterdim.” Ortak Mütalaa’nın benim gerçeklere dayanan değerlendirmemi sorgulanabilir bile bulmayışı şaşırtıcı değildir. Çünkü benim sunmuş olduğum Mütalaa, farklı yasal sistemlerin dahil olduğu tarihi bir sürece ve tarafsız ve ne olduğu apaçık belli olan gerçeklere dayanmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki aslında, buradaki açıklamalar, herhangi bir derecede, kısa bir süre önce Kıbrıslı Rum yazar K. Chrysostomides tarafından yayınlanmış ve partizanca nitelikleri yoğun olmasına rağmen, ayrıntılı bir çalışma olan The Republic of Cyprus: a Study in International Law (2000) adlı kitap tarafından da karşı konulamayacak gibi gözükmektedir. AB’ne katılım konusundaki hukuki değerlendirmesine göre ve özellikle Mütalaam’da ele alınan konularda ortaya koyduğum gerekçeleri, gereğinden fazla kullanarak yalanlamakta ve daha sonra Ortak Mütalaa’nın özünü tekrar vurgulamakla yetinmektedir.

[5] Kıbrıs Rum makamları ve onların tutumunu benimseyen diğer çevreler genellikle, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin adını, kendi görüşlerine göre bu varlığın yasal olarak sahte olduğunu göstermek amacıyla tırnak içinde yazmaktadırlar. Benzer bir şekilde, KKTC makamları ile onların tutumuna sempatiyle bakan bazı yazarlar, “Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini, kendi görüşlerine göre, Güney Kıbrıs’taki mevcut rejimin tüm adayı temsilen konuşma hakkına sahip olmadığını anlatmak için, tırnak işaretleri arasında kullanmaktadırlar. Fakat bu tartışma hiçbir şekilde, tarafların tutumları ne olursa olsun, Garanti Anlaşması’nın orijinal imzacıları için geçerli olamaz. İşte bu tezimden dolayı, her iki otoriteyi işaret ederken tırnak işaretleri içerisine almadım.

[6] Londra taslağının ayrıntıları için bkz. Önceki Mütalaam, para. 19-33.

[7] UK Treaty Series No 5 (1961), Cmnd. 1253

[8] İngiltere Hükümeti bu hususu açıklıkla kabul etmiştir. Bkz. Parlamento Yazılı Yanıtları, 30 Temmuz 1997 (www.open.gov.uk, Yazılı Yanıtlar, 30 Temmuz 1997, sütun WA 37). Lord Monson Majesteleri’nin Hükümetine, “Kendilerinin ve (bilgilerine göre) Birleşmiş Milletler’in (1) 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluş Anlaşması’nı (Cmnd 1252). (2) 1960 Kıbrıs Garanti Anlaşması (Cmnd 1253) ile bunlarla garanti altına alınan Kıbrıs Anayasası’nın Temel Maddeleri’ni hala geçerli ve Yüksek Akit Taraflar açısından bağlayıcı kabul edip etmediğini” sormuştur. Barones Symons Vernham şu şekilde cevap vermiştir: “Her iki anlaşmayı da yürürlükte telakki ediyoruz. BM’nin de bu görüşte olduğuna inanıyoruz.” Anlayışım odur ki, BM Güvenlik Konseyi gibi organlar dahil, Garanti Anlaşması’nın diğer tüm tarafları da aynı görüşü paylaşmaktadır. İlave bilgi için bkz. Mütalaam’ın 78-93. paragrafları.

[9] Anlaşmanın aynı derecede geçeli olan Fransızca metni, aksi belirtilmediği sürece, herhangi ilgili bir bağlamda İngilizce metinden farklılık göstermemekte veya bu metin üzerinde ilave bir açıklık getirmemektedir.

[10] Bkz. Mütalaam, para. 7

[11] 1978 İngiliz Yorum Kanunu (c.30), s.6, örneğin “Herhangi bir Kanun’da, aksi yönde bir niyet görülmediği takdirde – (c) tekil olarak kullanılan kelimeler çoğulunu da kapsar ve çoğul olarak kullanılan kelimeler tekilini de kapsar” hükmünü getirir. Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Yasaların Kanunu: 1 USC, bölüm 1 (1982): “tekil sayı içeren kelimeler genişletilerek birden çok sayıda şey veya kişi için geçerli olabilir (ve) çoğul sayı içeren kelimeler tekilini de kapsayabilir.” Ayrıca bkz. ABD davaları: First Nat. Bank in St.Louis v. Missouri, 263 US 640, 68 L Ed 486, 44 S Ct 213 (1923); Johnson v. Penrod Drilling Co., 803 F.2d 867 (CA, 5’nci cir., 1986). Avustralya’da en temel makam olan Devlet Danışma Meclisi’nin Blue Metal Industries v. Dilley (1969) 117 CLR 651 davasında verdiği karar … 656’da şu hükmü içermektedir: “Bir bölümdeki kelimelerin okunuşunda, çoğula karşı tekile yapılan vurgunun gerektiği saf gerçeği, çoğulu dışlamak için yeterli değildir. Tekil kelimeler aksine bir niyet görülmediği sürece, çoğulunu da içerir.” Medeni hukuk sistemlerinde de, hakimim yorum konusunda daha serbest olması nedeniyle teknik farklı olmasına rağmen, sonucun benzer olduğuna anlamaktayım.

12 34,38,98 ve 109. paragraflar

13 Ortak Mütalaa’nın 31. Dipnotu, bana ilgisiz görünen bu noktayı veya belki de “sözde iddialarından birini ele almaktadır. Yazarlar bahsekonu bölümde, Kıbrıs’ın ileride üye olması muhtemel kuruluşlar olarak isimleri geçen Commonwealth veya Sterlin Bölgesine gerek Yunanistan’ın gerekse Türkiye’nin üye olmadığından hareketle bu iki ülkenin üye olmadıkları kuruluşlara yapılan atfın dışlayıcı değil, açıklayıcı olduğuna işaret etmektedirler. Bu tez tartışmaya yenilik getirmemektedir, çünkü bu dipnotun yer aldığı metinde belirtildiği gibi, Garanti Andlaşmasında getirilen yasağın iki istisnası bulunduğu görüşü aramızdaki ortak zemini oluşturmaktadır.

14 12 Şubat 1959 tarih ve saat 16.00’da, Dışişleri Bakanlığında yapılan toplantının tutanağı (İngiltere Kamu Arşiv Bürosu, belge FO/371/14460) İlgili bölüm Ortak Mütalaa’nın 18. paragrafında aynen yer almaktadır.

15 Vurgu eklenmiştir

16 Kamu Arşiv Bürosu, belge BT 241/423, 52. paragraf. Aynı büro kayıtlarında yer alan “Kıbrıs Komitesi başlıklı, 8 Nisan 1959 tarihli bir başka not da aynı hususları taşımaktadır.

17 KAB belge FO 371/144653

18 Verdiğim bir örnek

19 Amsterdam Andlaşmasıyla değiştirildiği şekliyle, Avrupa Birliği Andlaşması, madde A: italik olarak eklenmiştir. AET ile ilgilendirdiği kadarıyla, Avrupa Adalet Divanı’nın 1/91 sayılı görüşünde, Avrupa Topluluklarının yeni yasal düzeninin diğer uluslararası kuruluşlardan nasıl farklılaştığını vurgulamaktadır: Avrupa Ekonomik Bölgesi Anlaşması taslağı, [1991] ECR 6079, 21. paragraf Avrupa Toplulukları Andlaşmasının hükümleri, sadece AT’nın amacına ulaşması ve “Avrupa birlgine doğru somut bir ilerleme sağlanması” için belirli yolları ortaya koyar: age, 17. paragraf . Tek Avrupa para biriminin yürürlüğe konulması da bu ekonomik bütünleşmeyi her düzeyde süratlendirme eğilimini taşımaktadır.

20 AB’nin nispeten daha az olan üyesi bulunması da burada konumuza uygun düşen bir başka unsurdur.

21 Ortak Mütalaa, 16. paragraf . Bununla birlikte şunu ifade etmek gerekir ki, son zamanlarda ,imzalanan Nice Anlaşması çoğunluk sistemini daha önceden oybirliğiyle karar verilen 30 yeni alana daha yaymıştır. Kıbrıs’ın Konsey’deki etkisi asgari olacaktır. (İngiltere’nin 29, Yunanistan’ın 12 oyu ile karşılaştırıldığında Kıbrıs’ın ağırlıklı oyu 4 olacaktır.) bu durumda Kıbrıs’ın pekçok alandaki karar alma mekanizmasında kendi kaderi üzerindeki etkisi küçük olacaktır.

22 16. paragraf

23 Şunu da not etmek gerekir ki, 88. maddeyi yazanların kafasında yalnızca Almanya’ya bağımsızlığın kaybedilmesi konusunun bulunması ve bir ülkeler grubunun bağımsızlığından feragat etmesi konusuna açık bir referans yapılmamış olmasına rağmen, Mahkeme bunun da kapsam dahilinde bulunduğunu belirtmiştir. Age, s.46

24 (1927) DUAD Ser.A/10, p.23

25 Farklı bir nedenle itiraz edilse bile sonuç aynı olacaktır. Burada imtina etmek ileride itiraz etme hakkının ortadan kalktığı (estoppel) anlamına gelmez.

26 72.paragraf

27 Ortak Mütalaa’nın “Komisyon geniş kapsamlı bir sonuca varmak için olası bir katılıma ilişkin ekonomik ve diğer konularla ilgilenmeye devam etti” diyen görüşü ekonomiktir. Aslında, üye ülkelerin de mutabık kaldıkları üzere Komisyonun görüşü, katılım müzakerelerinin iki toplum arasındaki sorun çözülene kadar ertelenmesi gerektiği şeklindeydi. (Bununla birlikte AB’nin bu pozisyonunu siyasi nedenlerle değiştirdiği de bir gerçektir)

28 Veya bir üçüncü tarafın önceki anlaşmayı bir dava konusu yapmış olması ki, burada durum böyle olmamıştır.

29 Sonuç olarak Ortak Mütalaa’nın (38 nolu dipnot) Viyana Sözleşmesi’nin Madde 30(4)’ünü (birbiriyle örtüşen anlaşmalar hakkında) referans göstermesi bu konunun dışındadır.

30 Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun 17. Toplantısı’nın ikinci bölümü ve 18. toplantısı , BM Genel Kurulu resmi kayıtları, 21. Toplantı, Belge No: 9(A/6309/Rev.1), s.52-53, paragraf 15.

31 Ortak Mütalaa, 23. paragraph.

32 Sovyetler Birliği’nin temel endişesinin, Avusturya Devlet Andlaşması’nda ele alınmamakla birlikte Avusturya’nın tarafsızlık statüsünü terketmesi olasılığı olduğu doğru olabilir. Ancak Keesings Report of World Events(1989), s.36431’den alıntı yaptığım bu pasajda, Sovyetler Birliği Başkanı Gorbaçov ve Başbakan Ryzkov’un “Avrupa’ya entegrasyon süreci ve ortak pazarın etkilerinin ciddi bir çalışmaya ihtiyaç duyduğunu ve bu ekonomik uluslararasılaşmanın siyasi bağımsızlıkla birleştirilmesinin büyük bir sorun oldğunu ileri sürmüşlerdir.” Burada Avusturya Devlet Anlaşması’nınn (State Treaty) 4. maddesine referans yapılmış gibi görünmektedir. Ancak Sovyetlerin sahip olmuş olabilecekleri her türlü haktan feragat etmeleri, bu meseleyi daha fazla incelemeyi gereksiz kılmaktadır.

Aynı nedenle, iki Anlaşma arasındaki farkları ya da Avusturya tarafından (doğal olarak)benimsenen tutumun hukuki temellerini ve bu konuda AT üyeliğinin Avusturya Devlet Andlaşması’ndaki yükümlülükleri ile uyumlu olacağını söyleyen Avusturya’nın siyasi ve akademik destekçilerini de araştırmak gereksizdir.

33 Paragraf 7.

34 Yunanistan ve İngiltere’nin itiraz etmedikleri açıktır.

1959’da Kıbrıs’ın, Türkiye ve Yunanistan’ın üye oldukları bir örgüte katılmasına herhangi bir itiraz gelmediğini söyleyerek, kendisinin üye olmasıyla Türkiye’nin Kıbrıs’ın üyeliğine itiraz etmesinin engelleneceği ileri sürülebilir. Bununla birlikte bu durum o zamanki şartlara ve özellikle kimin Kıbrıs’ı, hangi otoriteyle temsil ettiğini iddia ettiğine bağlıdır; bu çerçevede bu konu üzerinde daha fazla durmak uygun olmayacaktır.

35 Uluslararası hukukun insane hakları, self determinasyon gibi alanlarda empoze ettiği, konumuzla ilgisi olmayan sınırlamaları bir yana bırakıyoruz.

36 Yukarıda, paragraph 18.

37 Dipnot 60.

38 Türkiye’nin AB’nin genişletilmiş gümrük birliğinin bir parçası olması nedeniyle, Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğinin, Türk mallarına uygulanan muamele ile Yunanistan ve İngiliz mallarına yapılan muamele arasındaki eşitsizliği fiilen azaltacağını ileri sürmek benim işaret ettiğim noktaya bir cevap teşkil etmiyor. Madde 170(1), iyileştirilmiş muamele değil, en ziyade müsaadeye mazhar ülke muamelesini öngörmektedir.

39 Ve, tabii ki, 1963’deki Ankara ve Lefkoşa arasındaki ilişkilerin kesilmesi durumu henüz yaşanmamıştı.

40 Ayrıca, yukarıdaki 33. paragrafa da bakınız.

41 Yukarıdaki 6. paragrafa da bakınız.

1 Kyriakides, in Blaustein & Flanz, Constitutions of the Countries of the World:s.v. Cyprus (1972), 7.

2 Necatigil, The Cyprus question and the Turkish position in international law, (2.. baskı., 1996, syf.9. Kıbrıs Türk İdaresinde yüksek düzeyli bir yetkili olan yazar, ilgili taraf (parti pris) olabileceği düşünülebilmesine rağmen, burada belirttiğim değerlendirmesinin doğru olduğu görünmektedir.Hukuki değerlendirme sözkonusu olduğunda , çalışmalarını incelediğim bir çok yazar tek bir bakış açısını geliştirmeye istekli bulunmaktadır. Ben ise, kendi bağımsız sonuçlarıma ulaşmaya çaba gösterdim.

3 Redmond, The Next Mediterranean Enlargement of the European Community: Turkey, Cyprus & Malta? (1993), syf.74.

4 Conference on Cyprus, Cmnd.679. Daha önce belirttiğim gibi, Zürih Anlaşmasının orjinal metni Fransızca’dır, fakat orjinal metin ile resmi İngilizce tercümesi arasında herhangi bir maddi değişiklik bulunmamakla birlikte, aşağıda da belirtiğim üzere bazı durumlarda İngilizce metnin daha iyi anlaşılabilmesi için Fransızca metin yardımcı olmuştur. Ayrıca aşağıda belirteceğim üzere, resmi Garanti Andlaşması esasen İngilizce ve Fransızca olarak yürürlüğe konmuştur.

5 164 British & Foreign State Papers (1959-60), 1.

6 Conference on Cyprus, Cmnd. 679.

7 Aynı gün, Sömürge Bakanı (Alan Lennox-Boyd) (diğer hususların yanısıra) Türk toplumunun Rum toplumu ile birlikte geleceğini belirlemek hususunda eşit haklara sahip olduğunu teyid etti: Parliamentary Debates, House of Commons (1956-7), vol. 562, col. 1268. 26 Haziran 1958 tarihinde Başbakan (Harold Macmillan) Sömürge Bakanının ifadesini bir “taahhüt” olarak tanımladı. Ade., vol. 590, col. 729.

8 UK Treaty Series No.5 (1961), Cmnd.1253.

9 “herhangi bir diğer devletle” ifadesi Londra Konferansı metninde yer almamaktadır.

10 Londra Konferansı metninde “vesile olan” denmektedir.

11 Londra Konferansı metninde “bu amaçla yasaklar” ifadesi yer almaktadır.Ancak bu yazım değişikliğini açıklayacak herhangi bir unsur bulunmamaktadır

12 Londra Konferansı metinlerinde cümlenin sonunda “ayrıca anayasasına saygıyı” ifadesi yer almaktadır.Değişiklik hiç şüphesiz 1959 yılında henüz Anayasanın hazırlanmamış olmasından kaynaklanmaktadır.

13 Londra Konferansındaki asıl metinde burada kullanılan ifade “yetkileri içerisinde kaldığı kadarı ile” dir.

14 Kuruluş Andlaşması için 33 üncü paragrafa bakınız.

15 İmzalanan metin ile Zürih’te üzerinde mutabakata varılan metin arasında bazı küçük farklılıklar bulunmakta ise de, bunlar esasa müteallik gözükmemektedir.

16 Cmnd. 1093.

17 Statutory Instrument No. 1368 of 1960

18 UK Treaty Series No.4 of 1961, Cmnd.1252

19 İngiliz Hükümetinin beyanındaki Kıbrıs’ın insan haklarını garanti altına alacağı yönündeki yükümlülükle ilgili olarak, Kıbrıs Cumhuriyetinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Birinci Protokolde belirlenen haklarla benzer insan haklarını garanti ettiğine işaret edilmesi gerekebilecektir.Birinci madde ilgili bölümlerinde Kıbrıs Cumhuriyetinin topraklarını İngiliz askeri üsleri haricinde Kıbrıs adası ile sahillerinin dışındaki adaların oluşturduğunu düzenlemektedir. Madde 10 ise uyuşmazlık halinde hakemliğe başvurulmasını öngörmektedir.

20 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası Rumca ve Türkçe olarak tanzim edilmiştir. (Madde 180) Ancak, Blausteni ve Flanz’ın Dünya Ülkeleri Anayasaları (1972) isimli eserindeki çeviriye itimat etmek zorundayım.

21 Bu amaçla, madde “dışişlerini” tanımlamak üzere “uluslararası Andlaşma, sözleşme ve anlaşmaların yapılması” olarak devam etmektedir.

22 Bkz. e.g. Kyriakides, op.cit., n.1 yukarıdaki

23 Necatigil, op.cit., n.2 yukarıdaki, syf. 21.

24 Adıgeçen eser syf.24.

25 Avam Kamarası Belgeleri, 1986-87, Nos. 21-24; No.21, 27 inci paragraf

26 Adıgeçen eser, paragraf 31. Esasen, 26 Haziran 1967 tarihinde Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisi oybirliği ile niyetlerinin Enosis için mücadele olduğunu belirten kararı kabul etmiştir.

27 Necatigil, syf.46.

28 BMGK Kararı 186 (1964)

29 Dışişleri Komitesinin 1987 tarihli Raporunda (yukarıdaki 25 numara) paragraf 31’de belirtilen BM Genel Sekreterinin 29 Temmuz 1965 tarihli Raporu S/6569, paragraflar 7-11. Cumhurbaşkanı Yardımcısının alenen Kıbrıs Cumhuriyetinin sona erdiğini açıkladığı ve “ Kıbrıslı Türk üç bakanla birlikte, Meclisin Kıbrıslı Türk üyelerinin ve Kıbrıslı Türk kamu görevlilerinin Hükümetten çekildikleri” yönündeki görüşün ancak Yunanistan’ın pozisyonunu yansıttığına işaret etmek isterim. Greece’s International Position 3. The Cyprus Issue (tarihsiz). syf. 3.

30 Necatigil, syf 62-63

31 Hansard, cilt 79, sütun.466f Necatigil’de bahsedildiği şekiliyle, op.cit syf 57,

32 The Times, 21 Temmuz 1974, Necatigil’de bahsedildiği şekliyle, syf 88

33 Necatigil, syf 89

34 Güvenlik Konseyi Tutanakları, 1780. toplantı, syf 3

35 Necatigil, syf 94, Nedeni resmi olarak açıkça belirtilmemiştir. Ancak hukuki olmaktan çok, siyasi bir karar olduğu düşünülmektedir.

36 Ade. Hatırlanacağı üzere Garanti Andlaşması’nın 3. Maddesi’nin İkinci Paragrafı şöyledir: “ Ortak ya da uyumlu hareketlerin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığının ortaya çıkması halinde, üç Garantör ülkeden herbiri, yalnızca bu Andlaşma ile kurulmuş bulunan düzeni (state of affairs) yeniden tesis etmek amacıyla harekete geçme hakkını saklı tutar.”

37 Ade., syf 96

38 Ade., syf 99

39 Ade., syf 424

40 AB Bülteni 1975. No 6, points 1201-12

41 Ade. Pp 106, 154-5

42 Redmond, op.cit.,n 3 syf.40

43 Ade., syf 30,39.

44 Doc. COM/93/313/ final

45 Necatigil, syf 411

46 Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılan basın açıklaması, internet home page, AB’yle ilişkiler, Vaşington DC. 13 Aralık 1995

47 Cyprus News 87’den(1996), syf.3

48 Bkz. Palmer “The TRNC: Should the United States Recognize it as an Independent State?” 4 Boston Üniv. Ulus. Hukuk (1986), syf 425, 431-3’de. Cf. Press&Information Office, KC, “The Cyprus Problem (1995), syf 6-8.

49 The Cyprus Problem( 48 numara) syf 6

50 Cf.. Uluslararası Hukuk Komisyonunun Andlaşmalar Hukuku’nun taslak 50. maddesine ilişkin yorumu, Uluslararası hukuk Komisyonunun 17. dönem toplantısının ikinci bölümü ve 18. dönem toplantısı raporu, GA Off. Raporları, 21. dönem, No.9, syf 76, Nikaraguaya karşı Askeri ve Örgütsel Aktiviteler &, ICJ Rap. 1986, 100-1 syf.

51 Madde 4

52Viyana Sözlemesi’nin 44. Maddesi, sözleşmenin 53. Madde çerçevesinde Andlaşmaların ayrılmasını yasaklar ama 64. madde çerçevesinde değil. Cf ayrıca, Madde 71 (2)(b)

53 65-68. Maddeler

54 AİHK, 13 Kararlar&Raporlar (1978) syf. 116

55 Ade. Syf 119-20

56 Para.23(e)

57 Bkz. Greece’s International Position. 3: The Cyprus Issue, syf 7&11. Ayrıca bkz. 30 Temmuz 1974 tarihli Üç Garantör Devlet tarafından yapılan Cenevre Deklarasyonu, para.60. Konuyu tamamlamak bakımından, Garanti ve İttifak Andlaşmalarının, Temsilciler Meclisi tarafından onaylanmadığı gerekçesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin rızasının geçerli olmayacağı görüşüne değinmek istiyorum. (Bkz. The Cyprus Problem yukarıdaki 48. madde, syf.8) Fakat bu arguman in statu nascendi durumundaki bir devlete uygulanabilir değildir, ayrıca her hal ve kada bildiğim kadarıyla Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından da resmi olarak geçersizlik zemini olarak müracaat edilmemiştir.

58 Parlamento Tartışmaları (Lordlar), 401. Bl. Col. 2024 (25 Temmuz 1979)

59 1986-87 Dönemi 3. Rapor, 100. soru

60 Uluslararası Hukuk Konusunda İngiltere Belgeleri 1994, 65BYIL(1954) 590

61 Güvenlik Konseyi’nin ve Genel Kurul’un İttifak Andlaşmasının geçerliliği konusunda şüpheleri bulunduğuna dair bir görüş mevcut olabilir. Genel Kurul’un 1978 tarihli 33/15 ve Güvenlik Konseyi’nin 927(1994) sayılı kararları sırasıyla Kıbrıstaki yabancı kuvvetlerin tamamen çekilmesi veya indirime gidilmesi çağrısında bulunmaktadır. Bununla beraber, İttifak Andlaşması bu mütalaa çerçevesinde bir konu olmayacaktır.

62 BM belg.S/244722(21 Ağustos 1992), para. 54

63 Cf. Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, 54-72. maddeler. Andlaşmaların askıya alınması burada konu edilmemektedir.

64 Ade. Madde 60-62. Yeni bir ius cogens kuralının ortaya çıkışı halihazırda tartışılmıştı.

65 Kıbrıs Rum tarafının İttifak Andlaşmasına ilişkin tutumu konusunda bu görüşün aksi öne sürülebilir. Cf Tornaritis (Kıbrıs Rum Yönetimi Başsavcısı), Cyprus and its Constitutional and other Legal Problems (2. baskı., 1980) syf 60; fakat İttifak Andlaşması burada konu edilmemektedir.

66 Vurgulama ilave edilmiştir.

67 3.Rapor, 1987-87 dönem, para. 10.

68 Para. 4-30.

69 İnsan hakları sözleşmesi ve teamül hukuku bazı sınırlamalar getirebilir.

70 181. Madde

71 Bkz. 38.paragraf

72 Bkz. E.g. Rousseau, II Droit Intenational Public (1974)308.

73 “Kıbrıs Cumhuriyeti Yayını”, Cyprus: The Way to Full EU Membership (3. baskı, 1995) syf. 5.

74 AİHK, 13 Kararlar ve Raporlar 1978, syf 116.

75 Belge COM/93/313 sonuç, 30 Haziran 1993 sf.4

76 Avusturya-Almanya Gümrük Birliği davasıyla ilgili ilginç paralellikler bulunmaktadır (1931), PCIJ Ser.A/B, no.41, sf.37. Uluslararası Daimi Adalet Divanı, 4 Ekim 1922 tarihli Cenevre Protokolunun hilafına, Avusturya’nın Almanya ile gümrük birliğine girmesinin onun ekonomik bağımsızlığına zarar vereceğine karar vermiştir.

77 İngiltere Yorumlama Yasası 1978 (bölüm.30) sf.6 der ki, “ Herhangi bir yasada, aksi niyet olmadıkça tekil kelimeler çoğul, çoğul kelimeler tekil anlam taşır” ABD Yasa Kuralları 1. Bölümü de aynı konuya işaret eder: 1 USC, bölüm 1, (1982)

78 34-39. paragraflara bakınız

79 8. paragraf

80 34. paragrafa bakınız

81 7. paragraf

82 Broos & Forman, “Genişleme: Hukuki ve Usuli Yönleri”, 32 CML Rev. (1995), pp. 95, 98

83 Komisyon Görüşü, belge COM/93/193 sonuç, paragraflar 8-10

84 [1994] 1 ECR 3087

85 Özellikle 37. paragraf ff.

86 Cf. Booss & Forman, op.cit., sf.101

87 Doğu Almanya ile birleşme öncesi Federal Almanya Cumhuriyeti’nin durumu, ilk bakışta öyle görünse de bir emsal değildir. Federal Cumhuriyet Doğu Almanya adına Andlaşma akdetme yetkisine sahip olduğu iddiasında bulunmamış ve bu yetkiye sahip olmamış ve burada egemenlik iddiasında bulunmamıştır. Cf. Mann, “Almanya’nın Mevcut Hukuki Statüsü”, 1967 ICLQ,760, yeniden basım Uluslararası Hukuk Çalışmaları (1973), sf.660, özellikle sf.702; O’Keefe, “Doğu Almanya’nın Avrupa Birliği Üyeliğinin Hukuki Sonuçları”, 1990-91 Avrupa Bütünleşmesinin Hukuki Hususları, sf.1

88 78-99. paragraflar

89 105-109. paragraflar

90 Paragraflar 7 & 108

91 108. paragraf

92 34.-38. paragraflar

93 n.13

94 112.-115. paragraflar

95 Ya da daha kesin olarak bir dizi garantiler

1 BM Andlaşmalar Serisi 217, sf.224 (No.2949)

2 Komisyon’un Raporu, “Genişleme Tehdidi:Avusturya’nın Üyelik Başvurusuna ilişkin Komisyon Görüşü” Avrupa Toplulukları Bültenindedir, Supp. 4/92. Daimi tarafsız bir devlet olarak Avusturya’nın AB Andlaşmaları altındaki yükümlülüklerini uygulayıp uygulayamayacağı hakkında bir bölüm vardır (pp. 15-18). Sonuçta sorunların var olduğu, ancak bunların üstesinden gelinemeyecek sorunlar olmadığı belirtilmiştir. Burada sözkonusu olan Devlet Andlaşmasının 4. maddesindeki üyeliğin uyumlu olup olmadığı konusuna değinilmemektedir. Bunun muhtemel nedeni kısa zamanda görülecektir.

3 35 Keesings Dünya Olayları Dosyası (1989), sf. 36431

 

Sayfa 9 / 13

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik