1987 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Bunalımı ve DAVOS Süreci

Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Deniz Yetki Alanı Uyuşmazlıkları

  • Üyelik
Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:46

1987 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Bunalımı ve DAVOS Süreci

Yazan
Ögeyi Oylayın
(1 Oylayın)

KARŞILIKLI ALGILAMALAR
1987 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Bunalımı ve DAVOS Süreci


Türkiye ve Yunanistan arasındaki diyalog konusunda çekişmeler sürerken iki ülke arasında egemenlik iddialarının yoğunlaşmış olduğu bir konu olan Ege Denizi kıta sahanlığı konusunda yeni bir gerginlik yaşanmaya başlamış ve iki ülke arasında ilişkiler bir anda tırmanma göstermiştir. Gerilim, iki ülke arasında Bern Anlaşması'nın geçerliliği konusunda bir tartışmanın ortaya çıkmasına yol açarken, taraflar gerginlik konusunda birbirlerini suçlamaya başlamışlardır. İlişkilerin savaşa giden bir tırmanmaya geçmesiyle Yunanistan, "Bern Anlaşması'nın artık geçersiz olduğunu" iddia etmiş [294]  ve "Yunan kıta sahanlığında nerede, ne zaman araştırma ve sondaj faaliyetleri yapılacağına Yunan Hükümeti karar verir" demiştir. [295]

Olay karşısında Türkiye sessiz kalamayacağını açıklamış ve Piri Reis Araştırma Gemisini bölgeye göndererek, "Yunanistan'ın tartışmalı sularda petrol araştırma faaliyetine girmesi halinde kendisinin de benzer faaliyetlere başlayacağını " açıklamıştır. Türkiye'nin göstermiş olduğu kararlılık, Papandreu'nun Türkiye'yi, "Yunanistan'a karşı saldırgan emeller beslemekle" suçlamasına yol açmış; Türkiye ise, Yunanistan'ı, "Ege Denizi'ni bir Yunan Gölüne dönüştürmek istemekle" suçlamıştır. İki ülke arasındaki gerginlik ise, Yunanistan'ın tartışmalı bölgelerde petrol arama faaliyetlerine girişmeyeceğini açıklaması ve Türkiye'nin de, Yunanistan kendi karasularının dışına çıkmadığı sürece tartışmalı bölgelerde araştırma faaliyetlerine girişmeyeceğini açıklamasıyla giderilmiştir.

Gerçekten de, gerginlik sırasında hem Türkiye'nin hem de Yunanistan'ın davranışlarından  çıkarılacak sonuç, her iki ülkenin de gerçek niyetlerini diğer tarafa tam olarak anlatamamış olmasıdır. Tırmanma süreci içerisinde, basında yer alan açıklamalar dikkate alındığında, Yunanistan'ın, bölgede 28 Mart tarihinde petrol arama faaliyetlerine girişeceğini açıklayan NAPC/(Kuzey Ege Petrol Şirketi) şirketine karşı izlemiş olduğu yaklaşımın yeterince belirgin olmadığı söylenebilir. Diğer bir deyişle, Yunanistan'ın NAPC'yi kamulaştıracağını açıklamış olmasının asıl amacının bu şirketi bir Türk-Yunan krizine sürükleme olasılığını taşıyan petrol arama ve sondaj faaliyetlerine girişmekten alıkoymak için mi, yoksa, şirketin yapacağı petrol araştırmalarını devlet eliyle gerçekleştirmek için mi olduğu yeterince belirgin değildir. Bu belirgin olmayan ortam içerisinde, Türkiye'nin, Yunanistan'dan Bern Anlaşması'nın iki ülke arasındaki ilişkileri düzenlemekte olduğunu gösteren bir açıklamada bulunmasını istemesi, gerçekte, Yunanistan'ı bir ikilem içerisinde bırakmış ve bir yandan iç politikada Türkiye karşısında ödün verilmesine ilişkin tartışmalar yaşanırken, diğer yandan da, Türk-Yunan ilişkileri ve uluslararası bağlantılar bakımından, Yunanistan'ın, Bern Anlaşması'nı geçerli bulup bulmadığı konusu gündeme gelmiştir. Yunanistan'ın, Bern Anlaşması'nın geçerliliği konusunda benimseyeceği tercih, Türk-Yunan ilişkilerindeki tansiyonun şekillenmesine etki etmiştir.

Nitekim, başlangıçta Yunanistan'da Bern Anlaşması'nın geçerli olmadığına ilişkin açıklamalar yapılmış olmasına karşın gerginliğin tırmanması ve giderilmesi aşamasında bu görüş, yerini Yunanistan'ın üstü kapalı bir şekilde, Bern Anlaşması'nın geçerli olduğunu kabullenmiş olduğunu gösteren açıklamalara bırakmıştır. Diplomatik kulislerde, Yunanlı diplomatlar, Yunanistan'ın bölgede araştırma yapmaya niyeti olmadığını, NAPC şirketini satın almaya karar verilmiş olmasının gerçek nedeninin şirketin kendi başına petrol aramaya kalkışarak her iki ülkeyi de zor durumda bırakacak bir girişimde bulunmasını engellemek olduğunu belirtmişlerdir. [296]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu bunalım, iki ülke arasındaki ilişkilerin kolaylıkla savaşa yönelik tırmanışa geçebileceğini gösteren ilginç bir deneyim olmuştur; tarafların izledikleri dış politika ve yaklaşımlar bakımından, karşı tarafa yeterli ve doğru bilgi akışını verememeleri ya da, bu bilgilerin karşı tarafça, gerektiği şekilde algılanamaması, yanlış algılanması durumu, iki ülkeyi bir savaş riski ile karşı karşıya getirmiştir. Bu durumun doğal bir sonucu olarak gerginliğin giderilmesine yol açan gelişmeler hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de "karşı tarafın gerilediği" şeklinde spekülasyonlara konu olmuştur.

1987 Mart ayındaki bunalım, iki ülke arasındaki ilişkilerin diyalog süreci içerisinde ele alınmasının zorunlu olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla, iki ülke arasında bir diyalog sürecine girilmiş, sonuçta DAVOS süreci ile ilişkilerde bir yumuşamaya doğru gidiş gözlenmiştir. Bu  süreç içerisinde iki ülke arasında diyalog çabaları gerginliğin azaltılması açısından olumlu etki yaratmakla birlikte, sorunların özüne ilişkin çözümlerin sağlanabilmesi açısından yeterli olmamıştır.

Gerçekte, DAVOS süreci, iki ülke arasında bir diyalog kurulmasına yaramış olmakla birlikte hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de karşılıklı güvensizlikleri ortadan kaldırması bakımından eksik olarak görülmüş ve eleştirilmiştir. Buna karşın, özellikle Türkiye'nin AET çerçevesindeki ilişkilerini güçlendirmesi bakımından Yunanistan'la oluşturmaya çalıştığı diyalogun, olumlu bir ortamın doğmasında yararlı olduğu söylenebilir. Diğer yandan, iki ülke arasında gerçekleştirilen diyalogun, yumuşamaya yol açarak olası savaş riskini azalttığı da söylenebilir. Nitekim, Davos toplantısı sonrasında yapmış oldukları açıklamalarda hem Özal hem de Papandreu, iki ülke arasında olası bir savaş riskinin en aza indirgenmiş olduğundan söz etmişlerdir.

Diyalog sürecine rağmen, iki ülke de karşılıklı olarak diğer tarafın çıkarlarına sonuçlanacak girişimleri desteklememek konusundaki kararlılıklarını korumuşlardır. Özellikle Türkiye'nin AET'e tam üyelik başvurusu ve Konvansiyonel Silah İndirimi Görüşmeleri çerçevesinde Mersin'i kapsam dışı olarak bırakmak istemesi, Yunanistan'ın karşı çıkması ile engellenmiştir. Diğer yandan, özellikle 1990'ların başından itibaren Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı konusunda Yunanistan'da bir dizi baskı ve şiddetin gündeme gelmesi iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan diyalog sürecini aksatmış ve gerginliği yeniden tırmandırmıştır. Türkiye'nin Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın antlaşmalardan doğan haklarını korumada duyarlı davranması ve Yunanistan'ı bu konuda hem ikili diplomatik ilişkilerinde hem de uluslararası kamuoyu önünde uyarması, Yunanistan'da Türkiye'ye yönelik kuşkuların yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Türkiye'nin bu konudaki duyarlılığının bütünüyle Yunanistan'ın iç politikasına karışmak arzusundan kaynaklandığı Yunan basın ve resmi çevreleri tarafından sıklıkla vurgulanmaya başlanmıştır.

Özellikle Balkanlarda azınlıklar konusunun yeniden gündeme gelmesi ve tartışılmaya başlanması, Yunanistan'ın bu konudaki duyarlılığını ortaya çıkarmış ve Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın etnik değil dinsel bir azınlık olduğu ve Yunan vatandaşı olarak bu azınlıkların diğer Yunan yurttaşları ile eşit haklara sahip oldukları ileri sürülmüş, ancak Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın resmi çevrelerin uygulamış oldukları politikaları eleştiren tutumlar ve kararlılıkları konunun uzun süre gündemde kalmasına neden olmuştur. Yunanistan'ın ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü açısından göstermiş olduğu duyarlılık giderek Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı ile Türkiye arasındaki ilişkileri kuşkulu hale getirmiştir. Uygun bir ortam sağlandığı takdirde, Türkiye'nin bu azınlıkları kullanarak Yunanistan'ın toprak bütünlüğü ve ulusal egemenliğini parçalamaya çalışacağı kuşkusu, Yunanistan'ı bu konuda sertlik yanlısı ve azınlıkların etnik kimliğini yadsıyan bir politika izlemeye yöneltmiştir. Buna karşın, hem Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı hem de Türkiye, Yunanistan'ın ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygılı olduklarını, azınlıklar konusundaki istemlerinin sadece, bu konuda imzalanmış bulunan uluslararası antlaşmaların yürürlüğe konulmasını sağlamak ve uygulanan ayrımcı politikalara son verilmesini istemek olduğunu sıklıkla dile getirmişlerdir.

Bir başka açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkileyen, Irak'ın Kuveyt'i işgali ve ABD liderliğindeki çok uluslu güçlerin Irak'a müdahalede bulunması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki stratejik dengeyi, Türkiye lehine çeviren bir olay olarak değerlendirildiğinden, Yunanistan, bu durumdan bazı kaygılara kapılmıştır. Özellikle, Kıbrıs ile Kuveyt'in işgali ve ilhakı arasında bağ kurarak Türkiye'ye baskı uygulanması konusunu gündeme getiren Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliği, Türkiye'nin Batı ve ABD çıkarları açısından stratejik öneminin artmış olmasından kaygı duymuşlardır. Türk-Yunan dengesi içerisinde Batı ve ABD'nin Türkiye yararına bir politika izleyerek Yunanistan karşısında Türkiye'yi destekleyecekleri endişesini taşıyan Yunan Hükümetleri, Türkiye'ye yönelik politikalarını sertleştirme yoluna gitmiştir.

Yunanistan, özellikle iki açıdan endişe duymuştur; bunlardan ilki, ABD ve Batı çıkarları açısından Türkiye'nin stratejik öneminin artmış olmasının bu ülkeye Yunanistan karşısında pazarlık olanağı verecek bazı avantajlar sağlayabileceği konusudur. Özellikle Türkiye'nin AET'e tam üyeliğinin Yunanistan'ın vetosu ile engellenmekte oluşu ve Yunanistan'ın bu vetoyu kullanarak Türkiye ile görüşmelerinde pazarlık unsuru olarak kullanmakta oluşu, Yunanistan'da bu avantajın yitirilebileceği endişesi yaratmıştır. Diğeri ise, kriz dönemi boyunca bölgedeki stratejik konumunun gereği olarak ABD ve Batı çıkarları açısından önemli roller üstlenecek olan Türkiye'ye  yapılacak olan ekonomik ve askeri yardımların, bu arada Türkiye ve Yunanistan arasındaki stratejik dengeyi bozabileceğinden endişe duyan Yunanistan, bu konudaki endişelerini sıklıkla dile getirmiştir.

Yunanistan'ın Türkiye'den duymuş olduğu ulusal güvenlik kaygısı, Körfez krizi daha gündemde yer almadan kısa bir süre önce imzalanmış bulunan ABD-Yunanistan Savunma ve İşbirliği Anlaşması çerçevesinde de tartışmalara konu edilmiştir. Yunanistan, Türkiye'yi ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından birincil derecede tehdit kaynağı olarak görmüş olması ve Papandreu Hükümeti'nin 1981 yılından beri dile getirmiş olduğu Yunanistan'a asıl tehditin kuzeyden değil doğudan, yani Türkiye'den gelmekte olduğu savı bu ülkenin ABD ile imzalamış olduğu söz konusu anlaşmada da yer almıştır. Türkiye'nin bu konuda tepki göstermesi üzerine ABD yönetimi, imzalanan anlaşmanın hiçbir NATO üyesi ülkeye karşı hüküm içermediğini ve bu arada Türkiye'ye karşı hiçbir hüküm bulunmadığını açıklamış, ancak Türkiye, bu açıklamaları yeterli görmeyerek yazılı bir metin hazırlanmasını istemiştir.

Diğer bir açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki demografik farklılıkların da iki ülke arasındaki algılamaları etkilediğinden söz edilebilir. Türkiye'nin yüzyılın sonunda 70 milyonluk bir nüfusa sahip olacağı dikkate alındığında Yunanistan, kendi ülkesinin nüfus artış hız ve oranını göz önünde tutarak, Türkiye'nin gelecekte bölgede büyük bir güç olmasından ve bu gücü kullanarak, Yunanistan üzerindeki emelini gerçekleştirebileceğinden endişe duymaktadır. Sonuç olarak, ikili ilişkilerin yönelimi bakımından, hem Yunanistan'ın hem de Türkiye'nin, karşılıklı olarak ulusal çıkar, güvenlik, toprak bütünlüğü vb açılardan diğer ülkenin niyetlerini algılarken çeşitli yanılgıların etkisinde kaldığı söylenebilir. Gerçekten bu iki ülkenin birbirleri hakkında edindiği olumsuz imajlar, güncel ilişkilerinde olayları yorumlarken karşı tarafın herhangi bir durum alışını önyargılarla yorumlamasına neden olmakta, sonuçta algılamaların yanlış tabana dayanması, tarafların dış politikada yanlış seçenekler üzerinde karar vermelerine, yanlış dış politika kararlarının uygulanmasına neden olabilmektedir. Türk-Yunan ilişkileri bu bakımdan sayısız örneklerle doludur. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve uzlaşmazlık noktalarının giderilebilmesi açısından bu ülkeler arasındaki güvensizliğin, kaygı, kuşku, korku ve tehdit algılamalarının giderilmesi gerekmektedir. 
  
 


294- Yunanistan'ın Sesi, 6 Mart 1987. 
295- Cumhuriyet, 27 Mart 1987; ayrıca bkz; dönemin Yunan basını. 
296- Cumhuriyet, 29 Mart 1987.

Okunma 4356 kez
Yorum yapmak için oturum açın

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik