TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ
BY FUAT AKSU
12 Eylül askeri müdahalesi sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin sivil yönetimi iktidardan uzaklaştırarak ülke yönetimini eline geçirmesi, iç ve dış politika kararlarının alınması ve uygulanması sırasında kamuoyu ve baskı grupları kadar siyasi parti liderlerinin de etkinliğini ortadan kaldırmıştır. Böylesi bir ortam içerisinde, Türkiye'de askerlerin önündeki en önemli sorunların başında, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamından kurtarılması için gereken önlemlerin bir an evvel alınması, terörün önlenmesi ve uluslararası kamuoyunda Türkiye'nin demokratik kişiliğine yönelik bir saldırı olarak algılanan askeri darbenin yol açmış olduğu tepkilerin azaltılmasını sağlayacak girişimler yer almıştır.
Siyasi partilerin ve parlamentonun kapatılması, demokratik hak ve sorumlulukların yanı sıra Anayasa'nın askıya alınması, basın üzerinde sansür oluşturulması, kamuoyunun tepkilerinin baskılarla sindirilmesi vb. uluslararası kamuoyunda ve özellikle Avrupa'da Türkiye'nin demokratik değerlerden ayrılmış bir yönetim altında olduğu izlenimini güçlendirmiştir. Avrupa Konseyi, AET gibi uluslararası kuruluşlarda ulusal kamuoylarının baskıları sonucunda Türkiye'deki askeri yönetim karşıtı bir yaklaşım belirmeye başlamıştır. Ancak, Türkiye'deki demokrasinin gölgelenmesi olmasına karşın, Batı stratejik çıkarları açısından hala önemini korumakta oluşu, NATO üyesi ülkelerin Türkiye'ye karşı ılımlı bir yaklaşım sergilemesine neden olmuştur.
Askeri darbenin ilk günlerinden itibaren ABD başta olmak üzere diğer NATO üyesi ülkelerin Türkiye'deki askeri yönetimi ılımlı bir dil kullanarak benimsemiş olmaları, Batı ve Doğu Bloku arasındaki ilişkiler, Afganistan bunalımı, İran İslam Devrimi, İran-Irak savaşı vb olaylarla bağlantılı olarak Türkiye'nin stratejik öneminin yeniden gündeme gelmiş olmasındandır. Bölgesel bunalımların yoğun olarak yaşanmakta olduğu böylesi bir ortamda, NATO sistemi içerisinde yeni bir çatlağın oluşmasının sakıncaları, bu ülkelerin Türkiye üzerinde yoğun baskı yapmalarını engellemiş ve bu ülkeler, ulusal kamuoyları karşısında Türkiye'ye karşı kimi zaman sert bir dil kullanmakla beraber, ikili ilişkilerde ılımlı bir yaklaşım sergilemek zorunda kalmışlardır.
Türk-Yunan ilişkileri bakımından, Türkiye'deki askeri müdahalenin ayrı bir önemi vardır. Bu askeri müdahale sonucunda Yunanistan'ın NATO askeri kanadına dönüşünün sağlanmış olması, daha sonraki dönemlerde sivil yöneticilerin, dışişleri bürokrasisinin ve hatta askerlerin sert eleştiriler yöneltmesine yol açmıştır.
Yunanistan'ın NATO'ya dönüş koşullarını hükme bağlayan "Rogers Planı"nın daha sonra Yunanistan tarafından reddedilmesi ve bu durumda herhangi bir yaptırımın öngörülmemiş olması, Türkiye'nin bir oldu bitti ile karşılaşmasına neden olmuştur. Gerçi Başbakan B. Ulusu ve Dışişleri Bakanı İ. Türkmen'in haberi olmadan düzenlenen Türkiye'nin vetosunu geri aldığına ilişkin karar, Evren ve Rogers arasında "asker sözü" yeterli güvence sayılarak alınmıştır; ancak, Yunanistan'ın bu anlaşmayı NATO askeri kanadına dönmesinden sonra geçersiz saymasıyla güvence fiilen işlerlik kazanamamıştır. [437]
Dışişleri Bakanlığının olduğu gibi, günümüzde siyasi partilerin büyük çoğunluğu, Türkiye'nin, Yunanistan'ın NATO'ya katılımını kolaylaştıran çekinceleri geri alma kararının, Yunanistan'a Türkiye karşısında önemli diplomatik ve siyasi olduğu kadar ekonomik avantajlar sağladığı kanısındadır. Gerçekten de, Yunanistan'ın AET'e tam üye olmasından sonra Türkiye'nin de tam üyelik başvurusunda bulunacağının tartışılmaya başlanması, Yunanistan'ın veto yetkisini gündeme getiriş ve Türkiye'nin, NATO'daki veto yetkisini zamansız kaldırmakla işlediği hata anlaşılmıştır. Dolayısıyla, Türkiye, hem NATO'daki veto yetkisini kaldırmasına rağmen Yunanistan'la olan NATO'ya ilişkin sorunlarını çözümleyememiş hem de AET'e tam üyelik başvurusunda bulunacağı zaman Yunanistan'a, kendisine karşı kullanabileceği ve pazarlık konusu olarak ortaya çıkaracağı bir avantaj vermiştir.
437- Bu konudaki tartışmalar için bkz; U. Güldemir, Kanat..;
1963-64 ve 1967 bunalımları sırasında olduğu gibi 1974 bunalımı sırasında da kamuoyu kadar belki de daha fazla Silahlı Kuvvetler, Türkiye'nin askeri müdahalede bulunma kararlılığını kuşku ile karşılamış ve hükümetin askeri müdahale kararından her an geri dönebileceği kuşkusunu taşımıştır. [426]
1967 bunalımı sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve bu arada da Kıbrıs konusundaki uzlaşmazlığın toplumlar arası görüşmelerde ele alınması söz konusu olmuş ve göreli bir durgunluk yaşanmaya başlanmıştır. Bu durgunluk, gerek Yunanistan'daki askeri cuntanın Yunan kamuoyu ve Kıbrıs Rum toplumunda giderek daha fazla saygınlığını kaybetmesi ve tepki ile karşılanmasına koşut olarak, uluslararası kamuoyunda da eleştirilmeye başlanması ve hem Yunanistan hem de Kıbrıs Rumlarının Enosis yönündeki çabalarının başarıya ulaşmasında en önemli engelin Türkiye olduğunun anlaşılmış olmasındandır. Gerek Türkiye'nin Kıbrıs'ta sınırlı kalmayacak bir savaş riskini ciddi olarak göze alabildiğinin anlaşılmış olması gerekse, Kıbrıs Rum yönetiminin Yunanistan'ın desteği olmadan Enosis yönünde bir girişimi başarı ile sonuçlandırmasının olanaksız olduğunun anlaşılması, Makarios'u Yunanistan'dan daha bağımsız bir politika izlemeye yöneltmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs'da Türk toplumuna yönelik davranışlarda daha ılımlı bir yaklaşım görülmeye başlanmış, Makarios yönetimi, Türkiye'nin sert tepkisine ve askeri müdahalede bulunmasına olanak tanıyacak girişimlerden kaçınmayı tercih etmiştir.
Bu durum, Türkiye'nin 1974 yılına kadar Kıbrıs'a ilişkin politikasını daha çok diplomatik alanda yürütmesine olanak sağlarken, iç politikada hükümete ekonomik ve siyasi sorunları çözümlemek için gereken serbestiyi sağlamıştır. Özellikle ideolojik sağ ve sol görüşler arasındaki karşıtlığın yoğunluk kazandığı, hükümetin ekonomik açıdan izlediği politikaların yol açmış olduğu istikrarsızlığın eleştirildiği bir ortamda dış politika bakımından da hükümete sert eleştiriler yöneltilmeye başlamıştır. NATO ve ABD ile olan ilişkiler ve Türkiye'nin bağımsız bir politika izlemekte kararlılık göstermediği, suçlamalar arasında sıklıkla vurgulanmış, hükümetin bağımsız, kararlı, tutarlı, çok yönlü bir dış politika izlemesi gerektiği ileri sürülmüştür. Bunun için de, her şeyden önce, hükümetin, ülkeyi ekonomik açıdan dışa bağımlılıktan kurtarmasını sağlayacak yapılanmayı gerçekleştirmede kararlılık göstermesi gerektiği ileri sürülmüştür.
1974 Kıbrıs olayları ise, Türkiye'de iç ve dış politikada yeni bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur. Yunan askeri cuntasının düzenlemiş olduğu Makarios karşıtı darbe sonrasında, adadaki Türk toplumunun hak ve çıkarlarının, yaşamlarının doğrudan tehlike altına girmesi ve Enosis'in fiilen gündeme gelmiş olması karşısında Türkiye'nin, antlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak adaya askeri müdahalede bulunma kararını almasında hükümet ve muhalefet partileri, görüş birlikteliği içerisinde olmuşlardır.
Ancak, gerçekte bu görüş birliği yüzeysel ve ulusal kamuoyunun dış tehlikeler karşısında görmek istediği bir zoraki birliktelik şeklinde gelişmiştir. Gerek hükümeti oluşturan koalisyon ortağı CHP ve MSP arasındaki ilişkiler bakımından, gerekse muhalefet partileriyle olan ilişkiler bakımından sürekli bir çekişme yaşanmıştır bu dönemde. Kıbrıs konusundaki gelişmeler iç politikadaki tartışmaları bir süre için önlemekle beraber, gelişmelerin askeri alandan diplomatik alana kaymasıyla birlikte, hükümet ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye'de siyasi iktidara oldukça büyük bir saygınlık kazandırmıştır. Gerek muhalefet partileri ve gerekse kamuoyu, basın Ecevit'in şahsında somutlaşan CHP-MSP koalisyon hükümetinin göstermiş olduğu başarıyı büyük bir coşku ile karşılamıştır. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmelerin diplomatik alana kaymasından sonra kamuoyunun ilgi odağı yeniden iç politika konularına yönelmiştir. Özellikle siyasi açıdan, iktidarı oluşturan CHP ve MSP arasındaki görüş ayrılıklarının giderek daha fazla gündeme geldiği görülmüştür.
Askeri girişimlerin yerini diplomasiye bırakması ve konunun bu aşamasında da CHP-MSP koalisyon hükümetinin tutarlı ve kararlı bir yaklaşım sergilemesi, ulusal/uluslararası ortamda özellikle Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan bir popülarite/saygınlık yaratmıştır. Bu arada, koalisyon ortakları arasında görüş ayrılıklarının hükümet görevlerini aksatacak bir nitelik kazanması, ayrılığın kaçınılmaz olduğunun görülmesi ile birlikte, yeni bir hükümetin kurulması arayışları ortaya çıkmıştır. Türkiye'deki siyasi partilerin Meclis aritmetiği içerisindeki dağılımının tek partiye dayalı bir hükümetin kurulmasına olanak vermemesi, sonunda, azınlık hükümetleri, koalisyon arayışları ve erken seçime gidilmesi gibi yöntemleri tartışma sahnesine getirmiştir. Böylesi bir ortamda, ilk iki seçeneğin partiler arası görüş ayrılıklarının giderilememesi nedeniyle geçersiz kalması, bir erken seçime gidilmesini daha uygun hale getirmiş, ancak, Ecevit liderliğindeki CHP dışında diğer tüm partiler yapılacak bir erken seçimde önemli oranda oy kaybına uğrayabilecekleri endişesi ile seçim önerisine soğuk bakmışlardır.
Gerçekten de, 1973 seçimleri sonrasında hiç bir siyasi partinin tek başına hükümeti oluşturabilecek sayıda parlamento üyesine sahip olmaması, partiler arasında zoraki birlikteliği gerekli kılmıştır. Bu bakımda, CHP ve MSP arasındaki koalisyon ortaklığı, iki parti arasındaki temel görüş farklılıklarına rağmen, büyük umutlarla kurulmuştur.
CHP-MSP koalisyon hükümetinin iktidara gelmesinden sonra koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları ve devlet anlayışlarındaki görüş ayrılıklarının çatışmaya dönüşmesi ve hükümetin uygulamaya çalıştığı programın işleyişine aykırı bir alması, gündeme CHP-MSP koalisyonunun dağılmaya başladığı tartışmalarını getirmiştir. Kıbrıs olayları ise, bu ortamda CHP-MSP koalisyonunun dağılmasını geciktiren bir etken olmuştur.
İç politikada CHP ve iktidar ortağı durumundaki MSP arasındaki görüş ayrılıkları genellikle şu noktalar üzerinde toplanmıştır. CHP-MSP koalisyon ortaklığını düzenleyen protokol hükümlerinin hükümetin MSP kanadı üyeleri tarafından sık sık farklı uygulamalara konu edilmesi, Bakanlar Kurulu'nda MSP'li bakanların ilgi alanına giren konularda fiili durumlar yaratarak hükümeti güç duruma düşürmeleri, MSP'li bakanların yurt içi gezilerde koalisyon protokolüne aykırı vaatlerde bulunurken CHP karşıtı açıklamalar yapmaları, MSP lideri Erbakan'ın yetkilerini aşarak yabancı devlet temsilcileriyle çeşitli alanlarda ön anlaşmalarda bulunması ve bunları açıklayarak hükümeti habersiz olduğu bir olayla karşı karşıya bırakması, MSP'li bakanların bakanlıklarında yoğun bir partizanlık gütmeleri, sanayileşme ve yatırım öncelikleri konusunda yaşanan görüş ayrılıkları, ağır sanayi hamlesi adı altında propagandaya yönelik hayali fabrika temellerinin atılması vd.
Ancak, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nın sağlamış olduğu saygınlık ve ulusal kamuoyunda oluşan dayanışma, bir süre için iktidar ve muhalefet partileri arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırırken, koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarını da ikincil kılmıştır. Buna karşın, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın ve Kıbrıs sorununun uluslararası diplomasi alanına kaymasından sonra yeniden iç politika tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Bir yandan kamuoyu ve basında büyük bir popülarite/saygınlık kazanmış bir Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun artık yürümeyeceğini gösteren davranışlar, diğer taraftan, koalisyonun dağılmasıyla birlikte gündeme gelecek olan güçlü bir hükümet arayışı. Böylesi bir ortamda Başbakan Ecevit'in İskandinavya ülkelerine yapacağı gezinin kararnamesinin MSP kanadı tarafından onaylanmaması ve bu gezi sırasında Başbakanlığa Erbakan'ın yerine CHP'li Devlet Bakanı Eyüpoğlu'nun vekalet etmesinin kararlaştırılması, koalisyon hükümetinin dağılmasında etkili olmuştur.
16 Eylül 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonunun dağılması ile birlikte, Türkiye'de, iç politikada yoğun bir partiler arası hükümet oluşturma girişimi yaşanmıştır. CHP lideri Ecevit'in güçlü bir hükümet oluşturmak için en kısa zamanda bir erken seçime gidilmesini açıklamasından sonra, muhalefet partileri bu öneriyi benimsememiştir.
Ecevit'in erken seçime gitme kararını benimsemeyen diğer siyasi partiler, büyük ölçüde, Kıbrıs olaylarının Ecevit ve CHP'ye kazandırmış olduğu saygınlığın oya dönüşebileceğinden çekinmiştir. CHP açısından ise, kamuoyunda CHP sempatisinin oya dönüşmesi halinde ortaya seçmen ve parlamento desteğine sahip bir güçlü hükümetin iktidara gelebileceği inancı erken seçime gidilmesi önerisinin yapılmasında etkili olmuştur.
Diğer yandan, CHP ve Ecevit'in erken seçime gidilmesi ve seçimler sonrasında güçlü bir hükümetin oluşturulması önerisinin Türkiye açısından iç politikada olduğu kadar dış politikada da önemli sonuçlar doğuracak bir yaklaşım tarzı olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Ecevit ve CHP erken seçime gidilmesi önerisiyle ortaya çıktığında, bunu ayrıca Türkiye'nin dış politikasında yaşanan olaylara bağlamışlardır. Özellikle Kıbrıs konusunun diplomatik alana kaymış olması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi için en uygun ortamın sağlanmış olduğu gerçeği dile getirilmiş ve bu arada da, Kıbrıs sorununa adada yaşayan Türk toplumunun çıkarlarını güvence altına alan ve Türkiye'nin etkin garantisini hükme bağlayan bir çözümün bulunabilmesi için gereken görüşmeleri yürütebilecek bir hükümetin parlamento desteğine sahip olması gerektiği ileri sürülmüştür. Bu dönemde Yunanistan'da da Karamanlis'in kendine verilen desteği yeterli görmeyerek seçmenlerin desteğini aramış olması ve arkasına parlamento desteğini alarak görüşme masasına oturmak istemesi, Türkiye'de de Ecevit/CHP açısından benzer bir sürecin yaşanması için gerekli görülmüştür.
Bu açıdan düşünüldüğünde, Ecevit ve CHP'nin özellikle dış politika açısından kendini parlamentoda güçlü bir desteğe sahip bir hükümet olarak görmek istemesini yadırgamamak gerek. Gerçekten de, bir yandan süreçsel koşulların iki ülke arasındaki sorunların ve bu arada da Kıbrıs sorununun çözümlenmesine uygun olması ve her iki ülkenin de ortak ve kalıcı olduğuna karar verdikleri ve üzerinde anlaştıkları bir çözüm şeklini kendi ulusal kamuoylarına kabul ettirebilecek saygınlık ve olanaklara sahip olmaları söz konusudur. Ancak, bu ortamda hükümetin üzerinde uzlaşacağı çözüm şeklini karşılıklı bazı ödünler sonunda sağlaması gerektiğinden, bunun beraberinde bazı riskleri de taşıdığı söylenebilir. Ulusçu duyguların en üst düzeyde olduğu ve üstelik, hükümetin MSP kanadının fetihçi bir anlayış sergilemekte olduğu ve Kıbrıs'ın bütünüyle alınması gerektiğini, kendilerinin bunu yapmak için çaba göstermelerine karşın iktidar ortağı CHP'li bakanların buna karşı çıktıklarını iddia ettiği bir ortam içerisinde Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun görüşmelerden bazı ödünler vermeden başarılı sonuçlar elde etmesi olanaksızdır.
Diğer taraftan, Türkiye'de hükümeti hangi siyasi partilerin ve nasıl kuracakları tartışılırken, dış politika açısından ABD'de Türkiye'ye silah ambargosu uygulanması kararı alınmış; ancak bu karar 10 Aralık'a kadar "Ankara'nın ateşkese uyarak barışçı çabaları sürdürmesi, Ada'ya yeni asker ve silah yollamaması ve toplumlararası görüşmelerin sürdürülmesini sağlamak koşuluyla" ertelenmiştir. [427]
ABD Kongresi'nin almış olduğu ambargo kararı ve bu kararın olası sonuçlarının henüz Türkiye'de yeterince değerlendirilemediği böylesi bir ortam içerisinde, ABD yönetimi, özellikle Kissinger aracılığıyla, Türkiye'ye uygulanması düşünülen ambargo kararının alınması sonucunda Kongre karşısında azalan saygınlığını kurtarmak için Kıbrıs sorununda toplumlararası görüşmelerin yapıcı bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik ciddi çabalar sergilemeye başlamıştır.
"Kissinger'in hazırladığı senaryo, Türkiye'nin sonradan gerçekleştirebilmek için iki yıl çabaladığı 'ikili federasyon' ilkesinin Rum ve Yunanlılarca kabul edilmesini içeriyordu. Daha da önemlisi, müzakerelerin başlamasıydı. Başlayınca, Kıbrıs konusu uluslararası kamuoyunun gözü önünden çelinebilecek ve Lefkoşa'da Denktaş ve Klerides yıllarca tartışabilecekti. Hiçbir uluslararası kuruluş da 'müzakeresi yapılan' bir konu için baskı kampanyası sürdüremezdi. Kongre'de kararı alınan ambargo, altışar aylık aralarla ertelenerek etkisizleştirilebilir ve sorun kendi kendine erirdi.Klerides, Kissinger'in girişimini hemen kabul etmişti. Bu şekilde Makarios'un geri dönüşü kolaylıkla engellenebilecek ve kendisi Cumhurbaşkanlığı koltuğunda rahatça oturabilecekti.
Karamanlis de Türkiye'nin yapacağı 'jest'leri kamuoyunda kolaylıkla 'onurumuzu kurtardık' diye sunabilecek, Makarios'un dışarıda kalmasıyla yeni bir karşıt durumdan kurtulacaktı.
Böylesine sıcağı sıcağına bir girişimle, Kıbrıs'daki ikinci harekat sonrası bozulan denge nedeniyle ayaklanan uluslararası kamuoyu yatıştırılabileceği gibi, siyasal çözüme doğru da en temelli adım atılmış olacaktı." [428]
Böylesi bir ortam içerisinde, Türkiye'de hükümet kurma çabaları, bir an için, dış politika sorunlarının önüne geçmiştir. Nitekim bir yandan hükümeti kurma çabaları, diğer yandan ekonomik açıdan karşılaşılan sorunlar, geçici olarak işbaşında bulunan CHP-MSP koalisyon hükümetinin yeni hükümet kurulana kadar devletin rutin işlerinden başka işlerle uğraşmasına olanak vermemiştir.
Diğer yandan; sağduyunun gereği olarak vurgulanmaya başlanan CHP-AP koalisyonu da gerçekleşemediğinden durum daha da karmaşık bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Parlamento desteğine sahip bir hükümetin oluşturulamadığı bir ortam içerisinde, Ecevit in liderliğinde CHP azınlık hükümeti kurulması önerisi tartışılmaya başlanmıştır.
"Kıbrıs'a ilişkin gelişmelerin en önemli aşamasına gelindiği ve dönüm noktası sayılabilecek olanağın kaçırılmaması için, CHP lideri son derece cesur bir girişimde bulundu. Korutürk'e (Cumhurbaşkanı) hiçbir koalisyon olanağının bulunmaması durumunda 'azınlık hükümeti' önerisini getirdi. 'Eğer bugün bu olanağı hükümetsizlik nedeniyle kaçırırsak, Türkiye ileride çok acı çekebilir. Ben tüm sorumluluğu alıp gereken adımları atmaya hazırım,' dedi." [429]Ancak, Korutürk başlangıçta sıcak baktığı bu öneriye, diğer partilerin baskıları üzerine, işlerlik kazandırmaktan çekinmiş olsa gerek.
Bununla birlikte; Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılan görüşmelerde çözüme yönelik girişimler içerisinde Türkiye'nin ne gibi adımlar atabileceğinin belirlenmesi gerekmiştir. Ecevit in başkanlığında Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin katılmış olduğu bir toplantıda ortak bir görüş saptanmaya çalışılmış; ancak geçici hükümetin koalisyon ortağı Erbakan, alınan kararlara muhalif kalmıştır. Kararlarda Türkiye'nin uzlaşmayı sağlamak için önemli sayılabilecek bir ödünde bulunamamasına karşın, Erbakan'ın kararlara katılmaması ve ikna olmaması, Türkiye'nin tarihsel bir olanağı kaçırmasına yol açmıştır. Hükümetin ortak bir karara varamaması sonucunda Kissinger'in girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunun sonucunda da, kısa bir süre sonra Makarios Kıbrıs'a geri döneceğini açıklamış, Klerides'in benimsemiş olduğu federasyon tezinden üniter devlet tezine dönülmüştür.
Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununa ilişkin gelişmelerin Türkiye'deki 1973-74 dönemi iç politika gündeminden belirgin ölçüde etkilendiğini söylemek olasıdır. Her ne kadar siyasi partiler arasındaki çekişmeler Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesinin gündeme gelmesi ile geçici olarak durgunlaşmışsa da, askeri müdahalenin yerini diplomasiye bırakmasından sonra iktidar ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir ve bun da en büyük etken de, koalisyon ortakları arasındaki derin görüş ayrılıkları olmuştur. Bir hükümet bunalımının yaşanması ve bu bunalımın koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmış olması düşüncesi aslında, Kıbrıs'ta hükümetin elde etmiş olduğu başarının ulusal kamuoyunda seçmen desteğine dönüştürülmesi çabası ile birlikte ele alınabilir. Bu bağlamda; Ecevit liderliğindeki CHP'nin MSP ile olan koalisyon ortaklığından kurtulmak için ortaya çıkan bunalımdan yararlandığı da söylenebilir. Bir yandan koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları, diğer yandan da, Kıbrıs olaylarının Türk seçmen kitlesi önünde Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan saygınlık kazandırıcı rolü, CHP-MSP koalisyonunun daha kolay dağılmasına ortam hazırlamıştır.
Ancak, dönemin koşulları dikkate alındığında, hiç bir siyasi partinin kendi oy oranının açıkça düşeceğini gördüğü bir erken seçime evet demesi mümkün olamamıştır. Aksine, Ecevit ve CHP'nin popülaritesinin artmış olduğu koşullarda ne AP ne de diğer küçük partiler erken bir seçime olumlu bakmışlardır. Diğer yandan, Ecevit'in azınlık hükümeti kurarak Kıbrıs sorununa görüşmeler yoluyla bir çözüm getirmesi durumunda elde edeceği siyasi başarının iç politikada saygınlığını daha da artıracağı kuşkusu, diğer partilerin azınlık hükümetine karşıt tavır almalarında etkin olduğu kadar, geçici hükümetin MSP kanadının da Türkiye'nin görüşmeler sırasında izleyeceği yaklaşımlar saptanırken Genelkurmay'ın da desteklediği önerilere aynı gerekçe ile karşı çıktığı söylenebilir. [430]
Erken seçim beklentisinin gerçekleşememesi üzerine, Kıbrıs olaylarının hükümete kazandırmış olduğu saygınlığın CHP'ye tek başına iktidar olma olanağı vermediği anlaşılmıştır. Diğer yandan, doğan hükümet bunalımı ile birlikte, Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerinde gündeme gelen ve Türkiye'nin çıkarları açısından büyük önem taşıyan görüşme sürecinin ortaya çıkması, izlenecek politikaların inandırıcılığı ve tutarlılığı bakımından güçlü bir hükümeti gerektirdiğinden bunalım daha da derinleştirmiştir. Böylesi bir ortam içerisinde ne MSP dışındaki küçük partilerle ne de AP-CHP arasında bir koalisyon ortaklığı kurmak mümkün olmamıştır. Oysa; 1961 yılında benzeri yaşanan AP-CHP koalisyon ortaklığının bu dönemde de Türkiye'nin çıkarlarına en uygun çözüm şekli olduğu sıklıkla vurgulanmıştır.[431]
Sonuçta, 1974 Kıbrıs olayları sırasında izlenen politikanın hükümete sağlamış olduğu saygınlığın bir iç politika avantajı olarak diğer siyasi partilere karşı kullanılmak istenmesinin hükümete belirgin bir yarar sağlamadığı gibi, Türkiye'nin genel ve özel çıkarları bakımından da zararlı sonuçları olduğu söylenebilir.
İç politika açısından, Kıbrıs olayları, siyasi partiler arasında kısır çekişmeleri sona erdirmek, yaşanan siyasi ve ekonomik bunalımın kolaylıkla aşılmasını sağlayacak toplumsal dayanışma ve bütünlüğü sağlamak yerine tam tersi sonuçlanmış, ortaya daha büyük bunalımlar çıkarmıştır. Dış politikaya ilişkin yaklaşımlar, siyasi partiler arasında bir karşılıklı suçlama aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Elde edilen başarı ya da başarısızlık, seçmen kitle önünde siyasi partiye verilecek olan desteğin ölçüsü olarak görülmeye başlanmıştır.
Gerçekten de, Türk siyasi yaşamında uzun süre Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun neden dağılmış olduğu tartışılmış ve bunda Kıbrıs olayları sırasında Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan popülaritenin oya dönüştürülmek istenmiş olmasının ne denli etkili olduğu sorulmuştur.
Diğer yandan, özellikle seçim çalışmaları sırasında MSP'nin Kıbrıs olaylarını bir propaganda aracı olarak kullandığı da görülmüştür. Öylesine ki, bu propaganda çabası içerisinde Ecevit ve CHP'li bakanların Kıbrıs'a askeri müdahale yapılmasına karşı çıktıkları, müdahalenin MSP'li bakanların zoruyla yapıldığı, barış görüşmeleri sırasında CHP'nin büyük ölçüde toprak tavizi verme yanlısı olduğu ileri sürülmüştür.432 Erbakan, 1990'larda da aynı yaklaşım içerisinde, Kıbrıs olayları sırasında Türkiye'nin göstermiş olduğu kararlılığı, kendi partisine mal etme çabası içerisinde koalisyon ortağı CHP'ye karşı suçlamalarını sürdürmüştür.
Bu bağlamda, Türkiye'de iç politika tartışmalarının ve ard arda gelen koalisyonların Türk-Yunan ilişkilerine yönelik politikalarındaki dalgalanmaların, sorunların çözümünü güçleştirdiğini söylemek olasıdır. Gerçekten de Kıbrıs olaylarından sonraki dönemde, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginlik yönünde tırmandıran en önemli olaylar Ege Denizi'ndeki sorunlar üzerinde yaşanmış ve gerek Yunanistan'ın gerekse Türkiye'deki hükümetlerin konuya yaklaşımları, barışçıl çözüm arayışlarını engellemiştir. Dönemin ilişkilerinde Kıbrıs'tan sonra en fazla sözü edilen sorun, Ege Denizi'ndeki kıta sahanlığının saptanması sorunu olmuştur. Kıta sahanlığı sorunu, ilk kez 1973 seçimleri sırasında CHP'nin programlarında yer almış ve seçim sonrasında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti sırasında da Türkiye, TPAO'ya petrol arama ruhsatları vererek konuyu iki ülke arasında gündeme getirmiş ve Ege Denizi'nde, Türkiye ve Yunanistan arasında bir kıta sahanlığı sınırlandırmasının gereğini dile getirmiştir. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmeler bir süre bu sorunu ikincil planda tutmuştur.
CHP-MSP koalisyonun dağılması sonrasında Sadi Irmak azınlık hükümeti döneminde yapılan açıklamalar, daha Yunanistan ile resmi görüşmelere başlanmadan, Türkiye'nin resmi görüşlerinde değişiklik yapıldığı şeklinde yorumlanabilecek nitelikte olmuştur. Sadi Irmak'ın iki ülke arasındaki kıta sahanlığı sorununun Lahey Adalet Divanı'na gidilerek de çözümlenebileceğini dile getirmesi, daha önce sorunun çözümlenmesi için öncelikle görüşmeler yolunun denenmesini isteyen Türk tarafının görüşlerini değiştirdiği şeklinde yorumlanmıştır. Irmak'ın bu açıklaması, iç politikada sert eleştirilere hedef olmuştur.
Diğer yandan, azınlık hükümeti sonrasında kurulan Demirel'in Başbakanlığındaki MC hükümeti sırasında, Türkiye ve Yunanistan arasında sürdürülen görüşmelerde Irmak hükümetinin yaptığı bu açıklamalar Türk tarafını güç durumda bırakmıştır.
Bu durum, özellikle Mayıs 1975 tarihli Roma ve Brüksel toplantıları sırasında taraflar arasında yapılan görüşmelerde ortaya çıkmış ve Brüksel toplantısı sonrasında hazırlanan bildirgede Türkiye; Lahey Adalet Divanı'na gidilmesini benimsemiş olduğunu, ancak, ikili görüşmelerin de sürdürülmesi gerektiğini karara bağlayarak bir esneklik yaratmaya çalışmıştır. Bir süre sonra da, Türkiye'de yoğun eleştirilere yol açan bu yaklaşım, hükümetin yeni bir açıklama yapmasını gerektirmiş ve yapılan açıklamada, Ege kıta sahanlığı sorununun iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmeler yoluyla çözümlenebileceği görüşünü dile getirmiştir.
"... Zirveden kısa bir süre sonra, yapılan hata anlaşılmış ve Türk bürokrasi çarkları, Demirel'in verdiği sözü değiştiren bir şekilde adımını geri aldırmış ve anlaşma olmadığını ileri sürmüştür. Bu örnek, Türk diplomasisinin tüm aksaklıklara rağmen 'temel çizgiyi' koruması, hatta saptıran siyasi lideri bile yeniden eski politikaya döndürmesinin en açık belgesidir." [433]
Ancak, CHP-MSP koalisyon hükümeti sonrasında iktidara gelen hükümetlerin hazırlıksız oldukları bir konuda yaptıkları açıklamalar iki ülke arasında yaratılmaya çalışılan güven ortamını zedelerken, gerek liderlerin gerekse Türkiye'nin inandırıcılığına gölge düşürmüştür.
Benzer bir durum, 1976 yılında, Türkiye'nin Ege Denizi'nde kıta sahanlığı üzerinde sismik araştırmalar yapmak istediğini açıklamasıyla gündeme gelmiştir. Demirel hükümetinin, Türk-Yunan ikili görüşmeleri sürerken Ege Denizi'nde MTA Sismik I Araştırma gemisinin kıta sahanlığına ilişkin sismik araştırma yapacağını açıklaması ve bunu bir propagandaya dönüştürmesi, bir anda Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri savaşa sürükleyen bir yönelim izlemeye başlamıştır.
Dönemin gelişmelerini Birand şu şekilde anlatmaktadır;
"Hükümet içi sorun, kısa bir süre sonra iç politika sorununa dönüverince, kamuoyu gelişmeleri yakından izlemeye başladı ve birden, Demirel önde olmak üzere tüm Bakanlıklar Hora'ya sahip çıkmaya başladılar.Yunanistan çalkalanadursun, Temmuz ayının ortasına gelinmiş; Hora hala denize indirilecek duruma gelmemişti. Oysa demeçler birbirini izliyor ve çıkış gününü TRT'ye açıklamak bir Bakanı kahraman yapmaya yetiyordu. Demirel de artık 'Ege fatihi' olmanın daha karlı bir iç politika yatırımı sayılacağını anlamış, veryansın ediyordu: 'Hora'ya dokunana karşılık veririz. Yakında araştırma başlayacak. Bunu kimse engelleyemez.'
Demirel bir yandan demeçleriyle sertlik gösterirken, öte yandan da açıklamalarında yeni bir tema işlemeye başlamıştı: 'Hora'nın araştırmalarıyla kıta sahanlığı sorunu arasında bir ilgi yoktur. Buna müdahale korsanlık olur'du.
Ecevit, işte 21 Temmuz günü bu konuda sert bir tepki gösterince sorun ciddileşiverdi. Ecevit, Hora'nın Ege'ye çıkışını bir balıkçı teknesine benzetmek akıl almaz bir çelişkidir. Hora ile kıta sahanlığı sorununu ayıran Demirel, böylece başka ülkelere de aynı sularda araştırma yapabilme hakkı tanımakta ve Hora'nın görevini yozlaştırmaktadır. 'Bu durumda Yunanlılar Hora'ya çiçek yollarlar!' diyerek MC'yi sıkıştırıyordu." [434]
HORA-MTA Sismik I araştırma gemisinin 6 Ağustos'ta Ege Denizi'nde önceden belirlenmiş bölgelerde sismik araştırma yapmaya başlaması ile birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler gerginleşmiş ve iki ülke arasında bir savaş olasılığı ortaya çıkmıştır. Her iki ülkede de kamuoyunun gerginliği büyük bir ilgi ile izlemesi ve ulusçu duyguların genel havaya hakim olması, hükümetlerin hareket serbestisini kısıtlarken savaş olasılığı daha da artmıştır.
Buna karşın, Türkiye'de hükümet, ulusal kamuoyu önünde yapmış olduğu sert açıklamaları Yunanistan ile yapmış olduğu resmi görüşmeler sırasında kullanmaktan özenle kaçınmıştır. Kriz öncesinde olduğu gibi kriz sırasında ve sonrasında da Türkiye'de Demirel hükümeti, HORA'nın Ege Denizi'nde yapmış olduğu araştırmaların uluslararası sularda yapılan bilimsel nitelikte araştırmalar olduğunu, herhangi bir siyasal içerik taşımadığını savunmuştur. Kriz öncesinde, 23 Temmuz'da, Çağlayangil ve Kozmadopulos arasında yapılan görüşmeler sırasında krizin önlenmesi için esnek bir formül üzerinde anlaşma sağlanmaya çalışılmıştır.
Birand'ın belirttiğine göre; bu görüşme sırasında Yunan tarafı, kamuoyunun baskılarını hafifletmek açısından, Türkiye'nin, HORA'nın izleyeceği rotaları önceden Yunanistan'a bildirmesini ve Yunanistan'ın da buna göre uzaktan gözleme yapmakla yetinebileceğini söylemesine karşın, Türk tarafı, böyle bir davranışı önceden Yunanistan'dan izin almak şeklinde yorumlanabileceğini öne sürerek, yapılacak araştırmanın Ege Denizi'nde kıta sahanlığına sahip çıkma anlamını taşımadığını açıklayabileceğini belirtmiştir. [435]
Demirel Hükümeti'nin, Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun ÇANDARLI gemisine vermiş olduğu görevden farklı bir nitelikte görevlendirildiğini açıklayarak, HORA'yı Ege Denizine göndermesi gerçekten bir çelişki olmuştur. Gerçekten de HORA gemisi, her ne kadar bilimsel bir araştırma yürütmek için Ege Denizi'ne açılmışsa da, üstlendiği görevin bir siyasal nitelik taşımaktan da öte, iki ülke arasında doğrudan bir savaşa yol açabilecek bir boyutu da bulunmaktadır. Bir yandan iki ülke arasındaki bir savaşı göze alarak yola çıkmak ve iç politikada olayı bu yönüyle değerlendirmek, diğer yanda da, kıta sahanlığı konusunda Türkiye'nin resmi isteklerinin dışında bir yaklaşım sergilemek; yapılan hareketin bir hak iddiası anlamı taşımadığını açıklamak, hükümetin iç politika amaçlı davrandığı şeklinde yorumlanabilir. Ancak, girişilen hareket yalnızca iç politikada gündemi belirli bir süre için değiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimi bakımından da yeni bir gerginlik ortaya çıkarmıştır.
Ortaya çıkan bunalımın azaltılması, Yunanistan'ın çabalarıyla mümkün olmuştur. Karamanlis Hükümeti'nin, Türkiye'nin tutumu karşısında askeri yollar yerine siyasi ve hukuksal yollara başvurmayı tercih etmesi, bir anda hem Yunanistan'da Türkiye'nin saldırgan emeller peşinde koştuğu ve gerginliği tırmandıran taraf olduğu suçlamalarına olanak vermiş hem de Karamanlis hükümetinin, barışı seçen taraf olarak ulusal/uluslararası alanda saygınlığının artmasına olanak tanımıştır.
Bunun yanı sıra; Türkiye'nin bu dönemde yaşamakta olduğu ekonomik ve toplumsal sorunlar ve siyasal çekişmelerin hükümetlerin iç politikada olduğu gibi dış politikada da tutarlı davranmalarını engellemiştir.
Kıbrıs sorununda herhangi bir ilerlemenin sağlanamamış olmasından dolayı uluslararası kamuoyunun Türkiye'ye yönelttiği eleştiri ve baskıların sürmekte oluşu; ABD tarafından Türkiye'ye uygulanan ambargonun yaratmış olduğu sorunlar; ekonomik açıdan Türkiye'nin içinde bulunduğu darboğaz; terör olaylarının önemli oranda artmış olması; uluslararası finans çevrelerinin Türkiye'ye kredi verirken güçlükler çıkarmaları ve yaratılan bağımlılık; iktidarların dış politikada kararlı ve tutarlı davranabilmelerini güçleştirmiştir. Ayrıca, koalisyon hükümetleri sırasında küçük partilerin sürekli ayrılma tehditinde bulunarak alınan kararlar üzerinde etkili olmaları da söz konusudur. İç politikaya ilişkin sorunlar üzerinde olduğu gibi uygulanacak dış politika konusunda da koalisyon ortakları arasında önemli görüş ayrılıkları yaşanmıştır. Bu ise, hükümetin dış politikada kararlı davranmasını engellemiştir. Özellikle MC koalisyonları sırasında MSP ve Erbakan'ın sürekli karşı çıkması sonucunda Kıbrıs ve Türk-Yunan sorunlarına bazı küçük ödünlerle çözüm bulunması yolu kapalı kalmıştır. Öylesine ki, yapılan görüşmeler sırasında Türk temsilciler çözüm önerilerini koalisyon ortağı Erbakan'a kabul ettirmekte güçlük çektiklerinden yakınır hale gelmişlerdir.
Bu bağlamda, zaman zaman liderlerin Türk-Yunan ilişkileri konusunda yapmış oldukları açıklamalar, Türkiye'nin bazı toprak talepleriyle ortaya çıktığı şeklinde yorumlanabilecek bir nitelik taşımaya başlamıştır. Örneğin, Demirel, HORA'nın açmış olduğu gerginlikten kısa bir süre sonra, Ege Denizi'nde Yunanistan'a ait olan adaları "Ege Adaları" olarak adlandırmaya başlamış ve bu yönde ısrarlı olmuştur.
"Demirel, 20 Ağustos günü Esenboğa'ya inerken, Cumhuriyet muhabiri Turgut Güngör, Yunan, 'Yunan adaları'... diye bir soru sorarken, sözünü kesip, 'Yunan adaları demeyin, Ege Adaları deyin!' şeklinde konuşunca kıyamet koptu.Dışişleri de şaşırmıştı. Bu söz, Türkiye'nin Yunan adalarına göz dikmesi anlamına geliyordu açıkça. Bir ülkenin lideri bunu söyleyince kamuoyunda önemli beklentileri de başlatır ve günün birinde istemese de, savaşın gerçek tohumlarını atmış olduğunu görüverirdi. Ancak iş işten geçerdi.
Demirel tepkiler gelince bu sözünün üzerine gitti ve 'Ege adaları dedim ve de Ege adaları diyeceğim,' diye yeni bir açıklama yaptı.
Yunan kamuoyunun kaygılarında haklı olduğunu, uluslararası alanda Türkiye'nin gerçekten adalarda gözü olduğunu perçinleyen bir yaklaşımdı bu... Yunanistan'ın Batı ülkelerine dönüp 'işte Türkiye'nin kıta sahanlığından gerçek beklediği, bir gün adaları ağına düşürebilmektir' propagandasına en güzel olanağı hazırlamış oldu... Adalar bu olaydan sonra artık Türkiye'deki en basit vatandaşın bile gözüne batmaya başladı." [436]
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından göz önünde bulundurulması gereken bir başka unsur ise; siyasal iktidarın sivillerin elinden orduya geçtiği dönemlerdeki dış politika değişiklikleridir. 1980'li yılların sonlarına kadar Türkiye'de hemen hiç bir siyasi iktidar, kamuoyunun yoğun duyarlılığını ve baskısını göz ardı ederek iki ülke arasındaki sorunları tek taraflı ödünlerle çözümlemek çabası içerisinde olmak istememiş, böyle bir yöneteme başvurmaktansa sorunları sürüncemede bırakmayı tercih etmiştir.
426- 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili Türk yazınında çıkan kitaplardan bazıları için bkz; Mehmet Ali Birand, 30 Sıcak Gün, İst. Milliyet Yay. 1980; Mehmet Ali Birand, Diyet..; Erol Mütercimler, Kıbrıs Harekâtının Bilinmeyen Yönleri, İst. Yaprak Yay. 1990; Erbil Tuşalp, Paşa ile General, İst. Bilgi Yay. 1991; Yalçın Doğan, "10. Yıldönümünde Kıbrıs Barış Harekâtı'nı Ecevit Anlatıyor," Cumhuriyet, 20-31 Temmuz 1984. Zehra Y. Cerrahoğlu, Birleşmiş Milletler Gözetiminde Kıbrıs Sorunu ile İlgili Olarak Yapılan Toplumlararası Görüşmeler (1968-1990), Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.
427- M. A. Birand, Diyet.., s. 54.
428- M. A. Birand, Diyet.., s. 56.
429- M. A. Birand, Diyet.., s. 57.
430- Bu konuda bkz; M. A. Birand, Diyet.., ss. 60-62.
431- Bu konudaki tartışmalar için bkz; dönemin Türk basını; ayrıca, Metin Toker, Not Defterinden, İst. Milliyet Yay. 1981. 1980 sonrası Türk siyasi kültüründeki değişikliklerin en önemli göstergesi 1992 yılına gelindiğinde CHP ve AP'nin devamı olan SHP ve DYP arasında bir koalisyon ortaklığının kurulması olmuştur.
432- Bkz; dönemin basını; ayrıca, "Erbakan'ın Evren'in Anıları Üzerine Düşünceleri," Milliyet, 2 Aralık 1990.
433- M. A. Birand, Diyet.., s. 121.
434- M. A. Birand, Diyet.., s. 169; ayrıca, Ecevit'in demeci için bkz; Milliyet, 23 Temmuz 1976.
435- M. A. Birand, Diyet..,
436- M. A. Birand, Diyet.., ss. 201-202.
1960 sonrası dönemde ise, iktidar/muhalefet partileri arasındaki ilişkilerde dış politikada genel bir birlikteliğin sürdürülmek istenmesi ve bu yöndeki çabaların genelde bütün siyasal partilerin desteğini toplaması ile Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler ve bu arada Kıbrıs konusu, iç politika tartışmalarında gündemde yer almamıştır. Buna karşın, 1960 sonrası dönemde Türkiye'nin siyasal yapılaşmasında meydana gelen değişiklikler, 27 Mayıs İhtilali'nin yol açtığı iç politika tartışmaları ve sivil iktidar/ordu arası tartışmalar, siyasal iktidarın oluşum şekli, ekonomik güçlükler iç politikada gündemi belirlemiştir. Bununla birlikte, ilerleyen dönemlerde 1961 Anayasası'nın getirmiş olduğu özgürlük ortamı içerisinde genel dış politika konularının kamuoyu ve basın önünde tartışılması söz konusu olmuştur.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununun bir iç politika konusu olarak gündem gelmesi ise, bu dönemde siyasi iktidarın yapılanışına bağlı olarak değerlendirilebilir. 1965 seçimlerine kadar iktidarın sivilleştirilmesi çabalarında hükümetlerin koalisyonlar şeklinde oluşması ve hassas bir denge üzerine kurulmuş olması, genel dış politika açısından olduğu kadar Kıbrıs sorunu üzerinde izlenecek politikalar konusunda da hükümetin hareket serbestisini kısıtlayıcı bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, koalisyon hükümetlerinin 1963/64 Kıbrıs olaylarına ilişkin politikasının muhalefet tarafından eleştirilmesinin belirgin ölçüde iç politika amaçlı olduğu söylenebilir. Özellikle Demokrat Parti'nin devamı olduğunu sıklıkla vurgulayan Adalet Partisi, CHP'nin kurmuş olduğu koalisyon hükümetlerine yönelik olarak suçlayan bir yaklaşım sergilemiştir.
Buna karşın, bu döneme damgasını vuran ve ordu/sivil yönetim ve kamuoyu arasında sarsılan güvenin yeniden kurulmasına, Türkiye'de demokrasinin bütün kurum ve değerleriyle yerleşmesi bakımından önem veren İnönü, Kıbrıs konusunda ortaya çıkan ve Türk-Yunan ilişkilerini de sarsan olaylar sırasında anlaşmazlığı bir iç politika konusu haline getirmekten özenle kaçınmıştır. Bu konuda izlenecek politikaların belirlenmesinde TBMM'nin desteğini almaya çalışmıştır. İç politika tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı ve siyasi duyarlılığın arttığı bir dönemde, Kıbrıs'ta Türk toplumuna yönelik şiddet hareketlerinin başlatılmasıyla birlikte, Kıbrıs konusu yeniden Türk kamuoyunun gündeminde yer almaya başlamıştır. Bu durum, muhalefete İnönü'nün yıpratılarak iktidardan uzaklaştırılması için kaçırılmaz bir fırsat yaratmış, bu kez muhalefet Kıbrıs konusunu hükümete yönelik eleştirilerinde kullanmaya başlamıştır.
1963/64 olayları sırasında Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmasının gereği üzerinde yapılan tartışmalar giderek İnönü'nün liderliğindeki koalisyon hükümetlerine yönelik suçlamalara dönüşmüştür. Suçlamaların yoğunlaştığı nokta ise, İnönü liderliğindeki koalisyon hükümetinin Zürih ve Londra Antlaşmalarının Türkiye'ye vermiş olduğu müdahalede bulunma hakkını kullanmada "anlaşılmaz" bir çekingenlik sergilemekte olduğu, dolayısıyla adadaki Türk toplumunun çıkarlarının korunmasında kararlı davranmadığı noktalarında toplanmıştır.
Dış politika açısından Türkiye'nin gündeminin Kıbrıs konusundaki gelişmelerle yüklü olduğu bu dönemde iç politikada partiler arasında iktidar mücadelesinin yapılmakta oluşu ve kurulan koalisyonların kolaylıkla dağılabilmesi hükümetin köklü çözüm önerileri getirebilmesini güçleştirmiştir. Bu bakımdan ilginç olan, partiler arası mücadelelerde Kıbrıs konusunun ele alış tarzıdır. 1963/64 olaylarının Türk kamuoyunda yaratmış olduğu tepki çerçevesinde hükümete yöneltilen eleştiriler, dış politikanın bu özel sorunu ile yakından ilintili olmuştur. İnönü liderliğindeki CHP-CKMP-YTP koalisyon hükümetinin, Başbakan İnönü'nün, Kennedy'in cenaze töreni nedeniyle ABD'de olduğu bir sırada koalisyon ortaklarının hükümetten çekilmeleriyle gündeme gelen siyasal bunalım döneminde, partilerin iktidar olabilme mücadelesi söz konusu iken, aynı zamanda Kıbrıs'ta Türk toplumunun yaşamsal çıkarlarını tehlikeye düşüren gelişmeler de yaşanmıştır. Böylesine bir ortam içerisinde, dış politikada karşılaşılan güçlüklerin aşılması bakımından istikrarlı bir hükümetin iktidarda bulunması konusunda genel bir kanının hakim olmasına karşın ve Kıbrıs'ta Türk toplumuna yöneltilen saldırılar karşısında Türkiye'nin adaya müdahalede bulunması konusu gündemde iken, iç politikada, hükümeti kurma konusunda çıkan bunalım belirgin bir tedirginlik yaratmıştır.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından ele alındığında Kıbrıs konusunda ortaya çıkan gelişmelerin bir bakıma iç politikada hükümete istikrarsızlığı giderme olanağı verdiği söylenebilir. Oysa, bu bunalım sırasında izlediği tutumla İnönü, ülkenin yaşamakta olduğu istikrarsızlığın dış politikada hükümetin dengeli ve tutarlı bir yaklaşım sergilemesini ve inandırıcılığını büyük ölçüde olumsuz etkilediğini görmekle birlikte istikrarsızlığı gidermeye yarar bir unsur olarak ortaya çıkan gerginlikten yararlanmak yoluna gitmemiştir. Aksine; 1964 yılı başlarında Kıbrıs'ta Türk toplumuna yönelik saldırılar gündemde iken, İnönü'nün başbakanlığında kurulacak olan CHP-Bağımsızlar koalisyon hükümetine AP güvenoyu vermemiştir. Buna karşın, Mart ayında Kıbrıs'ta yeniden Türk toplumuna saldırıların başlaması üzerine gündeme gelen Türkiye'nin askeri müdahalede bulunması konusu TBMM'de görüşülürken Meclis, hükümete 4 çekimser oya karşılık 487 lehte oyla Türk Silahlı Kuvvetlerini Kıbrıs'a gönderme yetkisi vermiştir.
Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmasının ABD tarafından "Jhonson Mektubu" ile önlenmesinin ardından hükümetin yaklaşımı yeniden tartışma konusu olmuş ve 15-17 Haziran'da toplanan TBMM, İnönü'nün ABD seyahati öncesinde istemiş olduğu güven oylamasında, hükümet 194 aleyhte oya karşılık 200 lehte oy alabilmiştir. Böylesi az bir farkla güvenoyu alan hükümetin istikrarlı bir yaklaşım sergilemesi ve Kıbrıs'ta izleyeceği politikalar için Meclis desteğine güvenebilmesi güçleşmiştir.
Diğer yandan, hükümetin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunma konusunda yeterince kararlı davranmadığı görüşü kamuoyunda muhalefetin propagandasına konu olmuş ve bu durum hükümeti daha da zayıflatmıştır. Jhonson Mektubu'nun kamuoyuna açıklanmasından sonra CHP-Bağımsızlar hükümetine ve İnönü'ye yöneltilen suçlamaların abartılı olduğu anlaşılabilmiştir. Kamuoyu ve muhalefetin Kıbrıs olayları karşısında anlaşmalardan kaynaklanan yetkilerini kullanarak askeri müdahalede bulunması gerektiği konusunda yoğun baskıda bulunmalarına karşılık, İnönü'nün, kendisine ve hükümete büyük saygınlık kazandıracak olan böylesi bir kararı almakta dikkatli olmaya iten asıl neden İnönü'nün ülkenin saygınlığını hükümetin saygınlığının üstünde görmesindendir.
Gerçekten de, askeri müdahalede bulunmadığı ve yalnızca savaş uçaklarını göndererek sınırlı hedefleri bombalamakla yetindiği için haklılık kazandıracak siyasi ve hukuki gerekçelere sahip olmasına karşın yapılacak askeri müdahalenin Türkiye'nin saygınlığına gölge düşürmeyecek bir kesin başarı sağlaması gerektiği görüşünden hareket etmiştir. Nitekim, Türkiye'nin askeri müdahale için gerekli olan teknik olanaklardan yoksun olduğunun anlaşılmasından sonradır ki, gerek İnönü hükümeti gerekse daha sonra iktidara gelen AP hükümeti, Türkiye'nin olası bir gerginlik durumunda Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunması için gereken hazırlıklara girişmişlerdir.
Bu arada, belirtilmesi gereken bir başka nokta ise, 1964 olayları ve özellikle Jhonson Mektubunun Türk kamuoyunda gündeme gelmesi ile ortaya çıkan yeni çözümlemeler olmuştur. Yaygın kanıya göre, Türkiye'nin kendini haklı gördüğü bir konuda müttefiki olan bir ülkeden böylesine sert bir tepki almış olması, Türk dış politikasının yeni bir çizgiye oturtulmasına yol açmıştır. Giderek, Türk siyasal sisteminde hakim özgürlük havası içerisinde gerek aydın kesimin gerekse kamuoyunun duyarlı kesimlerinin iç politika sorunlarına karşı göstermiş olduğu ilgi dış politika alanına da yansımış, DP döneminde özellikle ABD ile yapılmış olan ikili anlaşmalarla Türkiye'nin ulusal bağımsızlığından ödün vermiş olduğu, ABD ve NATO'ya daha fazla bağımlı hale geldiği, Türkiye'nin dış politikasını yeni bir çizgiye oturması gerektiği sıklıkla dile getirilmiştir. [425]
AP'nin 1965 seçimleriyle iktidara gelmesi sonrasında karşılaşmış olduğu en önemli sorunların başında , Türk dış politikasında yeni bir kişilik kazanma çabası yer almıştır. Nitekim, bir yandan ABD ile yapılan ikili anlaşmaların getirmiş olduğu olumsuz etkilerden, kısıtlamalardan kurtulmak yolunda ciddi adımlar atılırken, diğer yandan da Türk dış politikası tek yönlülükten kurtulma çabasına girişmiş, SSCB ile ve üçüncü dünya ülkeleri ile yeniden ilişkiler güçlendirmeye çalışılmıştır.
AP hükümetinin iç politikada ekonomik ve siyasi açıdan bunalımları aşmak için çaba göstermiş olduğu bir dönemde Türk dış politikasında da yeni bir kişilik arayışının söz konusu olması, Kıbrıs konusunun genel dış politika sorunları üzerinde belirleyici rol oynamasından etkilenmiştir. Öylesine ki, AP hükümeti, Kıbrıs konusunu bir an önce çözümlemek için yoğun bir çaba göstererek genel Türk dış politikasını bu sorunun etkisinden kurtarma çabasına girişmiştir. Ayrıca, ülkeyi bunaltan ekonomik sorunların yoğun olarak hükümeti uğraştırmakta olduğu bir ortamda Kıbrıs gibi bir sorunun Türk dış politikası üzerinde yaratmış olduğu baskı, hükümete oldukça ağır bir sorumluluk yüklemiştir.
Bu bağlamda, Demirel liderliğindeki AP hükümetinin Kıbrıs konusunu ve Türk-Yunan ilişkilerini gündemde tutarak iç politikada istikrarsızlığı giderme çabası içerisine girdiğini söylemek güçtür. Nitekim, Demirel Kıbrıs sorununun genel Türk dış politikası üzerindeki olumsuz etkilerini görerek bir yandan bu yapıyı kırmaya çalışmış diğer yandan da doğrudan Kıbrıs konusunda gerginliği gündemde tutacak sertlik yanlısı bir politika izlemekten uzak durmuştur. Kıbrıs konusundaki girişimler ise, daha çok diplomatik faaliyetler şeklinde yürütülmüş, Türkiye'nin özellikle BM çerçevesinde Kıbrıs'a ilişkin politikalarını desteklemesi için bağlantısız ülkeler üzerinde yoğun bir diplomatik propaganda yürütülmüş; Türkiye'nin bu ülkelerde yer eden olumsuz imajı dağıtılmaya çalışılmıştır.
Diğer yandan AP hükümeti, 21 Nisan 1967'de Yunanistan'da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın başbakanı Kollias ile Keşan ve Dedeağaç'da 9-10 Eylül tarihlerinde bir araya gelerek, iki ülke arasındaki en önemli sorun olan Kıbrıs konusunu görüşmek istemiş, ancak, görüşmeler sırasında Yunan tarafının görüşmelerdeki asıl amacının Enosis'i görüşmeler yoluyla sağlamak olduğu anlaşılınca Türk tarafı görüşmelerin devamından bir yarar görmediğini açıklamıştır.
1967 Kasım ayında Kıbrıs'ta Türk toplumuna yönelik sert önlemlerin yeniden gündeme gelmesi ve Yunanistan'daki cuntanın olaylardaki sorumluluğu, Türkiye'nin yeniden adaya askeri müdahalede bulunmasını gündeme getirmiştir. Nitekim, 16 Kasım'da toplanan TBMM'de Kıbrıs konusundaki son gelişmeler ve Türkiye'nin müdahalesi karşısında bir Türk-Yunan savaşı riski tartışılmış ve yapılan oylamada 435 üyenin 432'sinin oyu ile hükümete Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi yetkisi tanınmıştır. Kıbrıs konusunda bu gelişmeler yaşanırken iç politikada Demirel ve ABD karşıtı bir kamuoyunun varlığı söz konusudur.
Bununla birlikte, Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunma kararı ABD, BM ve NATO çerçevesinde yürütülen arabuluculuk çabaları ve Yunanistan'daki cuntanın, Türkiye'nin ileri sürmüş olduğu koşulları yerine getirmesi üzerine diplomatik yöntemlerle gerginliğin giderilmesi çabalarına dönüşmüştür. Bu durum AP hükümetine dış politikada başarılı bir sonuç elde etme olanağı vermiş olmasına karşın, özellikle fanatik ulusçular açısından hükümete yönelik sert eleştiriler doğurabilmiştir. Kıbrıs sorununun kesin olarak çözümlenmesini Türkiye'nin adaya askeri müdahalede bulunması ve hatta, daha ileri giderek, adayı işgal ve ilhak etmesine bağlayan bu çevreler hükümete karşı hoşnutsuzluklarını dile getirmişlerdir.
Genellikle Türkiye'de siyasal iktidarların Kıbrıs konusunda anlaşmalardan kaynaklanan sorumluluk ve haklarını kullanarak Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmak konusunda göstermiş olduğu çekimserlik ve sorunların diplomatik kanallardan çözümlenmesi konusunda göstermiş olduğu duyarlılık kamuoyunda ani hayal kırıklıklarının yaşanmasına yol açmış ve hemen her seferinde Türkiye'nin askeri müdahalede bulunması tartışıldığında hükümetin aldığı karardan geri döneceği ya da bunun üçüncü ülkeler tarafından önleneceği kanısı yerleşmiştir.
425- 1960 sonrası Türk kamuoyu ve basınının dış politikaya yaklaşımı konusunda bkz; Duygu Sezer, Kamu Oyu ve Dış Politika, Ankara: A. Ü. SBF Yay. 1972.
Demokrat Parti hükümetinin dönemin koşullarını tam olarak kavrayamadığı açıktır. Nitekim, Londra Konferansı sürerken Türkiye'nin İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerinde özellikle Rum/Yunan azınlıklarına yöneltilen yağma ve şiddet hareketleri hükümeti şaşkınlığa sürüklemiştir. 6-7 Eylül olayları sırasında DP hükümetinin yaşadığı kargaşayı göstermesi bakımından Dikerdem'in anılarında anlattığı Zorlu ve Sarol arasındaki telefon görüşmesi ilginçtir;
"... Devlet Bakanı Mükerrem Sarol, İstanbul'daki dehşet verici durumu anlattıktan sonra, hükümetin bir bildiri yayınlamaya hazırlandığını, bildiride İstanbul olaylarının tüm sorumluluğunun 'kızıl ve kara kuvvetler'e yükletileceğini söyledi... Fatin Bey hemen itiraz etti: Suçu 'kızıl ve kara kuvvetler'e yüklemek geri tepecek bir silah olurdu. Dünya kamuoyuna Türk hükümetinin kızıl ve kara kuvvetler karşısında aciz kaldığını mi ilan edecektik? Hem böyle bir açıklama ile hükümet sorumluluktan kurtulmuş mu olacaktı?" [419]
Özellikle Menderes hükümetinin olayların sorumlusu olarak "kızıl ve kara kuvvetler"i göstermeye çalışması ve muhalefetin yaklaşımının olaylara neden olduğunu iddia etmesi, bir anda konuyu iktidar/muhalefet tartışması haline getirmiştir. TBMM'de yapılan görüşmeler sırasında hükümet temsilcilerinin yapmış olduğu açıklamalar ilginç tartışmalara yol açmıştır. Başbakan Yardımcısı olarak yaptığı konuşmada F. Köprülü;
"... önce olayların sorumluluğunu muhalefete yüklemeyi denedi, fakat Meclis buna iltifat etmedi... Bunun üzerine Köprülü meşhur açıklamasını yaptı: Hükümet olaylardan haberdardı!.. Evet, hükümet olaylardan, saldırılardan haberdardı, fakat zamanını öğrenememişti. Ondan dolayı da İstanbul ve İzmir, aniden parlayan yangınla yıkılıp yakılmıştı." [420]
Hükümetin çelişkili tutumu ve Kıbrıs konusunda belli bir programa sahip olmadan kamuoyunun duyarlılığını hükümetin saygınlığını artırma olanağı olarak görüp kışkırtması karşısında muhalefet, hükümete sert eleştiriler yöneltmiştir. CHP lideri İsmet İnönü, TBMM'de 15 Aralık 1955'de yapmış olduğu konuşmada hükümeti maceracılıkla suçlamıştır;
"... açıkça söylüyorum. 24 Ağustos'da Yunanistan'la harbeder gibi konuşursun, çalımından geçilmez. 15 Eylül'de Yunanistan'ın aleyhinde kim konuşursa dilini keserim, dersin, ondan sonra da İzmir'de o elemli hadiseyi yaparsın, işte bu sergüzeşttir... Bugün isabet edersin, yarın işte 6 Eylül hadisesi olur, ondan sonra ne yapacağını bilemezsin. Buna sergüzeşt derler." [421]"6/7 Eylül vukuatı daha akşam 19'da yağma ve tahrip edici karakterini meydana çıkarmış idi. Devlet reisi ve başvekilin, 6 Eylül akşamı İstanbul'dan ayrıldıkları vakit, vukuattan ilk haberleri almamış oldukları farzedilmez. Demek Haydarpaşadan ayrıldıkları zaman hadiseler ölçü içinde idi. Ancak Sapancaya vardıkları zaman ölçülerin kaçırılmış olduğuna hükmedilmiştir... Hülasa büyük facia ve hükümetin bütün suçu, en hafif tabir ile şudur: Vatandaş ve yabancı İstanbul ve İzmir sakinlerinin emniyeti korunmamıştır. İşte vukuat ile bu yakın mesuliyet ilişiği olan ve hatta ağır suçlusu olması muhtemel bulunan Bay Adnan Menderes'in tahkikata amir ve hakim bulunması, kati olarak anormal, tehlikeli derecede yanlış bir yoldur... 6/7 Eylül vukuatından vahim surette mesul olan Adnan Menderes'in hükümetin başından ayrılması lazımdır."[422]
Demokrat Parti hükümetinin Kıbrıs konusundaki politikasında ani değişikliğe giderek kamuoyunun duyarlılığını dikkate alması, hatta bu duyarlılığı daha da kamçılaması sonucunda, elde etmek istediklerinin tersi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Türk ulusal kamuoyunun Demokrat Parti hükümetine olan destek ve güvenini artıracağı düşüncesiyle davranmak, sonuçta, hükümetin saygınlığını daha da kaybetmesine yol açmış ve basının, kamuoyunun ve özellikle muhalefetin hükümete sert eleştiriler yönlendirmesine olanak vermiştir.
Diğer yandan, 6/7 Eylül olayları sırasındaki tutumuyla hükümetin sergilemiş olduğu tutarsızlık, sonuçta, kamuoyu önünde ulusal dava olarak görülen bir konuda hükümet ile muhalefetin -başlangıçta yöntem olarak- görüş ayrılıkları içerisinde olduğunun ilk işaretlerini de vermiştir. Nitekim, 16 Aralık 1955 tarihinde TBMM'de yapmış olduğu konuşmada hükümet ile muhalefet arasındaki dış politikaya ilişkin yaklaşım farklılıklarına değinen İnönü;
"... Biz hükümetin metotları ile beraber değiliz. Dış politikada prensipler kadar metotlerin de ehemmiyeti vardır. 24 Ağustos'da Yunanistan'a hemen hemen harb ilanı ağzının kullanılması onbeş gün sonra dostumuz ve müttefiğimize karşı söz söyleyecek vatandaşın cehennem ile tehdit edilmesi ve 24 Ekim'de İzmir'de görülmemiş tarziye merasimine mahkum olmak... Bay Adnan Menderes'in sakat siyasetinin belirtileridir. Bela çıkarmaya hevesli görünen müttefikten sonunda dostlar da beladan kaçar gibi sakınırlar.... Dış politikada metotlarını endişe ile izlediğimiz Hükümetin Büyük Millet Meclisi tarafından yetki sınırları içinde tutulmasına kati olarak lüzum vardır.
Hükümet dış meselelerimizde umumi efkarın ve gazetelerin aydınlatılmasından ve yardımlarından istifade etmiyor. Hele Büyük Millet Meclisinin bilmesinde ve desteklemesindeki büyük kuvveti hiç takdir etmiyor. Yakıştırıp her şeyi altüst edilmesini, ya susup ve(ya) susturup kendi aklı içinde çabalamayı ihtiyar ediyor. Bunlar sakat gidişlerdir." [423]
Buna karşın, özellikle seçimlerin gündemde olduğu 1957 yılı ortalarından itibaren DP yöneticileri, muhalefet partilerini Kıbrıs konusunda hükümetin yaklaşımlarını desteklemediklerinden dolayı suçlamaya başlamışlardır. Örneğin; Cumhurbaşkanı C. Bayar, İnönü ve CHP'ye yönelik eleştirilerinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında burnumuzun dibindeki Oniki Adaların Yunanistan'a verilmesinde zamanın hükümetinin sessiz kaldığını ileri sürerek, eğer DP iktidarda olmasaydı Kıbrıs da sessiz sedasız elden kaçırılacaktı, demiştir.[424]
419- M. Dikerdem, Ortadoğu'da.., s. 146.
420- M. Toker, Demokrasimizin.., ss. 134-135.
421- M. Soysal, Dış Politika.., s. 240.
422- Ayın Tarihi, Aralık 1955, s. 39'dan aktaran; F. Armaoğlu, "1955 Yılında Kıbrıs..," ss. 127-128.
423- TBMM Tutanak Dergisi, 16 Aralık 1955.
424- Bkz; Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, İstanbul: Bilgi Yay. 1976, s. 170.
Türkiye bakımından konuya bakıldığında, Kıbrıs ile bozulmaya başlayan Türk-Yunan uyuşmazlığının ulusal hükümetlere bir iç politika beklentisini gerçekleştirme olanağı vermesinin ilk örneklerine 1950'lerin ortalarına doğru rastlamaktayız.
1954 seçimlerine değin ülkenin hızlı bir demokratikleşme ve kalkınma hamlesi içerisine girdiği görüntüsü veren ve daha önceki tek parti/CHP hükümetlerinin yaratmış olduğu ekonomik kaynaklardan da yararlanarak, bazı alanlarda başarılı sonuçlar elde eden Demokrat Parti'nin, 1950'lerin ikinci yarısına doğru, giderek daha totaliter bir yönetim sergilemeye başlaması ve ekonomik sorunları çözmede yetersiz kaldığının ortaya çıkması, Demokrat Parti karşıtı muhalefetin güçlenmesine olanak verirken hükümetin saygınlığı da giderek azalmaya başlamıştır. Böylece, Demokrat Parti, parlamentodaki çoğunluğuna karşın hızla kamuoyu desteğini kaybetmeye başlamıştır.
1950'lerin ikinci yarısı başlarken, Kıbrıs konusunda kamuoyunun sergilediği duyarlılık ve Yunanistan'ın konuyu uluslararası platforma taşıma uğraşı, Demokrat Parti'ye kamuoyunda kaybettiği saygınlığı yeniden kazanma ve içeride muhalefet tarafından oluşturulan yoğun baskıdan kurtulma olanağı vermiştir.
"Demokrat Parti yöneticileri içteki baskında kurtulmak umuduyla, sıkıntıya düşen her hükümetin artık klasikleşmiş bir tedbirine başvurmayı denediler. Sıkıntısını unutturmak için halkın dikkatini kendi dışındaki bir olaya çekmek gerekiyordu. Bu sırada çetrefilleşmeye başlayan Kıbrıs meselesi iktidara bu imkanı sağladı. Yoğun bir propaganda ile bütün dikkatler Kıbrıs'a çevrildi ve adanın istikbali, başlıca milli davamız haline getirildi. Fakat, acı bir tecelli ile, Kıbrıs iç politikayı unutturacağına, kısa zamanda ve aniden, başlıca iç meselemiz haline geldi." [408]
Demokrat Parti'nin Kıbrıs konusuyla ilgilenmeye başlaması ve bunu bir ulusal dava olarak görmeye başlaması gerçekten ani olmuş ve tüm kamuoyunda genel bir kabul görmüştür. 1954-55 yıllarına değin Demokrat Parti hükümeti, Kıbrıs Türk toplumunun, adanın Yunanistan'a bağlanması tehlikesi karşısında sesini yükseltmesine ve bu duruma Türkiye'de kamuoyunun ve basının duyarlılık göstermesine rağmen sessizliğini korumuştur. 1950 Ocak ayında yaptığı bir açıklamada Dışişleri Bakanı N. Sadak;
"Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur. Bunu hayli zaman önce gazetecilere açıkça söylemiştim. Çünkü Kıbrıs, bugün, İngiltere'nin hakimiyeti ve idaresi altındadır ve İngiltere'nin Kıbrıs'ı başka bir devlete devretmek niyetinde veya eğilimde olmadığı hakkında kanaatimiz tamdır. Kıbrıs'da yapılan hareketler ne olursa olsun ve bunları yapanlar kim olursa olsun İngiltere Hükümeti Kıbrıs adasını başka bir devlete terk etmeyecektir. Bu böyle olunca, gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar, gereksiz yere yoruluyorlar" demiştir. [409]
1951 yılında da değişen bir şey yoktur; Demokrat Parti hükümetinin Dışişleri Bakanı F. Köprülü, Şubat 1951'de TBMM'de yapmış olduğu konuşmada;
"Doğu Akdeniz statüsünde herhangi bir değişiklik söz konusu olduğunu veya olacağını sanmıyorum. Yalnız şunu açıkça söyleyebilirim ki kendisiyle en yakın dostluk ilişkileri kurmuş olduğumuz ve hakikaten dünyanın bugünkü durumunda demokrat milletleri tehdit eden savaş afeti karşısında Yunanistan'la Türkiye aşağı yukarı yazgı birliği etmiş durumdadır" demektedir. [410]
1954 yılına gelindiğinde ise, F. Köprülü,
"Dost ve bağlaşık Yunanistan'ın devlet adamlarıyla yapılan görüşmelerde, Kıbrıs üzerinde herhangi bir görüş alışverişi yapılmış değildir. Bunun nedeni, Türkiye'nin Kıbrıs sorunu diye bir sorun var olmadığı görüşünde bulunması ve Kıbrıs halen İngiltere'ye ait olduğuna göre, bu ada hakkında Yunanistan'la konuşmalar yapılmasının uygun olmamasıdır. Günün birinde Kıbrıs'ın İngiltere ile görüşmeler konu olması durumunda, pek tabii, bu adada önemli bir Türk azınlığı bulunması, dolayısiyle bizim de söz sahibi olmamızı gerektirecektir. Kaldı ki biz adanın bugünkü statüsünde bir değişiklik yapılması gereğine inanmış değiliz" demiştir. [411]
Demokrat Parti'nin uzun süre Kıbrıs konusuna soğuk bakmasında, her şeye rağmen, Yunanistan'la olan ilişkilerini korumak isteğinin ağır bastığı görülmektedir. Resmi olmayan bir görüşmeye tanık olan N. Vergin'in anlattığına göre; F. Köprülü, Yunan Dışişleri Bakanı J. Politis'e;
"Birden bire ortaya bir Kıbrıs sorunu çıkartmaktasınız. Sizden rica ediyoruz, bunu yapmayın. Mareşal Papagos Yunanistan tarihine şanlı bir komutan, büyük bir devlet adamı olarak geçecektir. Başındaki şeref tacına bir Kıbrıs incisini eklemeye ihtiyacı yoktur. Bu kendisine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Sizden Atatürk ve Venizelos'un büyük ızdıraplar, büyük çatışmalar bahasına, tarihi yenerek kurdukları Türk-Yunan dostluğu adına yalvarıyorum, vazgeçin, yoktan ortaya çıkan bir Kıbrıs sorunu çıkarmaktan. Çıkarırsanız bizi karşınızda bulacaksınız. Ve bütün Türkiye, tek bir vücut halinde, dimdik önünüze çıkacaktır. Bu, Türk-Yunan dostluğunun sonu olacaktır. Yapmayın bunu... Kıbrıs'da, nedenlerini bizim anlayamadığımız, yahut da anlamak istemediğimiz emellerinizi nasıl olsa gerçekleştiremeyeceksiniz. Türkiye bu izni size asla vermeyecektir. Türkiye buna engel olacaktır. İyi düşününüz. Biz bir gün heyecanınız yatışır ve daha akıllıca davranırsınız umut ve dileğiyle, bir süre sabredeceğiz. Resmi beyanlarımızda 'Türkiye için Kıbrıs diye bir dava yoktur' diyeceğiz. Fakat ister istemez bu sabrın da bir sonu olacaktır"
diyerek, resmi olmayan yollardan, Türkiye'nin iki ülke arasında bir sorun yaratılmasından duymuş olduğu endişeleri belirtmiştir. [412]Yunanistan'ın Kıbrıs konusunu BM Genel Kurulu'na götürmesi ve Genel Kurulun konuyu görüşmemeye karar vermesinin ardından, Türkiye'de siyasi iktidar, bu kararı Kıbrıs konusunun kapanması şeklinde yorumlamıştır. Aralık 1954'de A. Menderes yapmış olduğu açıklamada; "Bu sorun kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan'la dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve özen göstermek zamanı gelmiş bulunuyor" demiş ve iki ülke arasında ilişkilerin güçlendirilmesi konusunda samimi dileklerini açıklamıştır. [413]
Buna karşın, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki politikasında 1955 yılında önemli değişiklikler yaşanmaya başlamıştır. İç politikada önemli ekonomik ve siyasi sorunların yaşandığı bir dönemde Kıbrıs konusunda Türkiye'nin izleyeceği taktik ve stratejiler ise, henüz belirlenmiş değildir. Gerek hükümet gerekse muhalefet partileri konuya ilişkin açık bir politikayı henüz oluşturamamıştır bu dönemde.
Demokrat Parti ise, böylesi bir belirsizlik içerisinde Kıbrıs konusunda ulusal kamuoyunun duyarlılığını dikkate alan, atak bir politika izlemeye başlayarak; muhalefet partileri karşısında bir üstünlük arayışına girmiş ve kamuoyunun desteğini kazanmaya çalışmıştır. Kıbrıs sorunuyla ilgili taraf ülkelerin belirlenmesi bakımından oldukça önemli bir toplantı niteliğindeki Londra Konferansı öncesinde Türkiye'de Demokrat Parti'nin sergilediği davranışlar, ilerleyen dönemde Türkiye'de Kıbrıs konusunda iktidar/muhalefet partileri arasında tartışmaların da başlangıcı olmuştur.
Bununla birlikte, bir yandan iç politikada karşılaşılan sorunlar diğer yandan da ulusal kamuoyu ve basında yer alan Kıbrıs Türklerine ilişkin yorum ve haberler, DP hükümetinin muhalefet karşısında tek başına üstünlük kazanmasını engellemiştir. DP hükümetinin Kıbrıs konusunda daha atak bir politika izlemeye başlaması, basın ve kamuoyunun isteklerine uygun olduğu gibi, muhalefet partileri de ulusa nitelik kazanmaya başlayan bir konuda hükümetten ayrı bir yaklaşım içerisinde olmadıklarını göstermeye çalışmışlardır.
Nitekim, Kıbrıs'ta Türk toplumuna yönelik kitlesel katliamlar yapılacağı yolunda haberlerin basında yer alması karşısında muhalefet partisi CHP lideri İnönü, yapmış olduğu açıklamada;
"Kıbrıs davası üzerinde hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs'daki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir... Kıbrıs'daki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde beraberiz. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya göstermemiz vazifemizdir" demiştir. [414]
O. Bölükbaşı da yapmış olduğu açıklamada;
"Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında, hükümetimizin bütün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri beklediğimiz enerjik beyanatını büyük bir memnuniyetle karşıladık... Bir kere daha belirtmek isterim ki, vatani ve milli mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilafları asla külliyemez" demiştir. [415]
Demokrat Parti'nin Kıbrıs konusunda politika değiştirmesinin iç politikada iktidar/muhalefet ilişkilerine yansımasını M. Toker şu şekilde anlatmaktadır;
"... Memleket bir baştan ötekine Kıbrısla meşgulken iç politika çekişmelerine devam etmek hiç iyi karşılanmayacaktı. Bunu düşünen İsmet Paşa ve Osman Bölükbaşı aynı gün birer demeç verdiler ve Kıbrıs işinin bütün Türk milletinin malı olduğunu, Londra Konferansı devam ederken iç politikanın havasının Kıbrıs'la dolu bulunması gerektiğini söylediler. Onlar bunu yaparken, iktidar, Kıbrıs konusunu muhalefete hücum için istismar etmenin planını tertipliyordu... Menderes Liman lokantasında bir yemekli basın toplantısı düzenledi... Toplantıya muhalif gazeteleri, örneğin Ulus'u çağırmadı. Ulus çağrılmadığı için de ertesi gün Menderes'in demecini yayımlamadı... Memleketin Kıbrıs havasıyla dolu bulunduğunu gören iktidar hemen bir kurnazlık düşündü. Muhalefeti bu konuya önem vermemekle suçlayacaktı. Suçlanacakların başında da İsmet Paşa geliyordu... Halbuki o gün İsmet Paşa... Kıbrıs konusunda milleti birlik manzarası göstermeye davet eden demecini hazırladı... Yalnız iki lider (İnönü ve Bölükbaşı), demeçleri daima iktidara uçurulduğundan, bunu basına ancak geç saatlerde verdiler. Durum belli olduğunda, iktidarın hazırlık yapmış olan bir takım gazeteleri mizanpajlarını değiştirdiler, İsmet Paşayı suçlayan yazılarını attılar, bunun yerine demeci koydular. Ama bir tanesi atladı: Zafer!Ertesi gün Zafer barut fıçısı gibiydi. İşte İsmet Paşa suçüstü yakalanmıştı. Ortada Kıbrıs gibi bir sorun bulunduğu halde, ağzını açıp tek bir söz söylemiyordu... Yurtseverliği bu muydu? Ya Ulus?.. Muhalefet organı, Başbakan Menderes'in Liman Lokantasındaki nutkundan tek bir satır yayımlamamıştı. Bu muhalefet vatana hıyanet değil de kim hıyanet halindeydi?.. Bunun üzerine ertesi gün Ulus, Zafer'e sert bir yanıt verdi ve asıl vatana hıyanet içinde bulunanın iktidar organı olduğunu söyledi. İki gazete arasındaki kalem dalaşması bir süre devam etti ve sadece o ikisinde Kıbrıs işi, bu yüzden ikinci plana itildi." [416]
Diğer yandan M. Soysal'ın da belirtmiş olduğu gibi;
"Kıbrıs anlaşmazlığını çözümlemek için hükümet tarafından denenen veya teklif olunan bütün tutumların, tenkit edilebilir taraflarına rağmen, hemen birer 'milli dış politika tutumu' haline gelmesinde muhalefetin de büyük payı vardır. Muhalefet, sınır dışındaki Türklerle ilgili bir meselede resmi dış politikadan farklı bir tutumla gözükmenin tehlikelerinden çekindiği içindir ki, ister istemez, her safhada hükümet politikasını desteklemek zorunda kalmıştır. İsmet İnönü, muhalefet önderi olarak 28 Ağustos 1954'te, 'Kıbrıs statükosunda değişiklik yapılmasının kat'i surette aleyhindeyiz' demektedir. Aynı muhalefet, 1958'de 'taksim' tezini benimsemiştir." [417]
Bütün bunlara karşın, Demokrat Parti'nin Kıbrıs konusundaki kamuoyu ve basının ulusçu yaklaşımlarını dikkate alarak hükümetin saygınlığını artırmaya çalışması, hükümeti daha güç durumlara sürüklemiş ve Türk-Yunan ilişkilerinde sarsıntılara yol açmıştır. 6-7 Eylül olayları ve bu olaylar sırasında Demokrat Parti hükümetinin tutumu hükümete saygınlık kazandırmadığı gibi, kamuoyu, basın ve muhalefetin yoğun tepkisini çekmiştir.
Gerçekte Londra Konferansı'na katılacak temsilciler ile hükümet arasında bu konuda belirgin görüş ayrılıklarının olduğu anlaşılmaktadır. Dikerdem'in anılarında anlattığına göre;
"İngiltere'den üçlü Konferansa çağrı gelince Kıbrıs Komisyonumuz çalışmalarını hızlandırdı... Biz de hazırlıklarımızı salt Kıbrıs üzerinde yoğunlaştırdık. Bir yandan da Kıbrıs Türk toplumu ile sürekli bağlantı kurarak onların görüş ve isteklerini aydınlığa kavuşturduk. Türk kamuoyu artık Kıbrıs meselesini ulusal bir dava olarak benimsemişti. Yurdun her köşesinden, özellikle gençlik kurumlarından Ankara'ya telgraflar yağıyor, gösteri yürüyüşü yapmak, miting düzenlemek için başvurmalar, birbirini kovalıyordu. Fatin Rüştü Zorlu meydan toplantısı isteklerinin hepsini geri çeviriyordu. Hayır, Kıbrıs için miting yapmanın sırası değildi... Hükümetin resmi görüşü iyice belirlenmeden meydanlarda toplanıp sorumsuz istekler ileri sürmek davaya fayda yerine zarar getirirdi... Sokaklarda çıkıp bağırmakla, aşırı isteklerde bulunmakla Londra'da savunacağımız tezin ciddiliğine gölge düşürebilirdik.Ne var ki, Kıbrıs mitinglerini önlemek kolay olmuyordu. Halkoyu bir kısım basının yayınlarıyla coşturulmuştu. Üstelik, Yunanistan gibi eski bir düşmanı karşımızda görmenin kimi şoven çevrelerde yarattığı tepki hükümetin ılımlı hareket etmesini son derece zorlaştırıyordu. Bir takım tatlı su kahramanları 'Ya Kıbrıs ya ölüm', 'Savaş isteriz', 'Yeşil Ada kızıl olamaz' ... gibi ucuz sloganlar ortaya koyarak Kıbrıs işinin daha o günlerde kanlı olaylara gebe olduğunu gösteriyorlardı.
... Başbakan yemek sonrasında basına bir demeç vermiş ve demecin dozunu da fazla kaçırmış. Gazete manşetlerine çıkan beyanatında Menderes: 'Yunanlılar Polatlı önlerinde ne arıyorlardı? Tarihden ders almadılar mı? Gerekirse, yine derslerini veririz' diyor, ilk kıvılcımları görülmeye başlayan yangına körükle gidiyordu. Bu sözler o günkü heyecanlı havaya belki yaraşmıştı ama, Londra'ya gitmekte olan heyetimizin işini güçleştirmiş(di)." [418]
408- Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara: İmge Kitebevi, 1990, s. 108.
409- N. Güvenç, Kıbrıs Sorunu Yunanistan ve Türkiye, İstanbul: Çağdaş Politika Yayınları, 1984, s. 115.
410- M. Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara: A. Ü. SBF Yayınları, 1982, s. 351.
411- M. Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla.., s. 351.
412- N. Güvenç, Kıbrıs Sorunu .., ss. 116-117.
413- M. Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla.., s. 352.
414- Fahir Armaoğlu, "1955 yılında Kıbrıs Meselesinde Türk Hükümeti ve Türk Kamuoyu," A. Ü. SBF Dergisi, Cilt. 14, No. 2/3, (Temmuz 1959), ss. 57-85.
415- F. Armaoğlu, "1955 yılında Kıbrıs..," s. 74.
416- Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Cilt 3, İstanbul: Bilgi Yayınları, 1991, ss. 141-143.
417- Mümtaz Soysal, Dış Politika ve Parlamento, Ankara: Sevinç Matbaası, 1964, s. 240.
418- Mahmut Dikerdem, Ortadoğu'da Devrim Yılları, İstanbul: Cem Yayınları, 1990, ss. 127-128.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan karşılıklı güvensizlik ve çözümsüzlüğün katılaşmasında rol oynayan bir diğer öge ise ulusal yönetimlerin, iki ülke arasındaki uyuşmazlığı kendi iç politika amaçlarının gerçekleşmesinde bir araç olarak görmeleridir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin süreçsel yöneliminde her iki ülke yönetimlerinin de zaman zaman bu tür davranışlar içerisine girdikleri söylenebilir. Kimi kez oy desteğini artırmak ve kamuoyu desteğini kazanmak kaygısı, kimi zaman ulusal kamuoyunun hükümete tepki göstermesini engellemek ve ilgiyi başka konulara yönlendirmek isteği, kimi zaman herhangi bir olay sırasında gereken ulusal dayanışma ve bütünlüğü koruma ile hareket etme çabası sonuçta yönetimlerin Türk-Yunan uyuşmazlığını ve iki ülke arasında yaşanan gerginliği ön plana çıkarmasına yol açmaktadır.
Ancak, bu durumda hükümetler kısa bir süre için iç politikada istedikleri rahatlığa kavuşmakla birlikte, uzun dönemde, gerek iç gerekse dış politikada bir bunalım dönemine girebilmektedirler. En azından, gerginliğin ve çözümsüzlüğün sürmesiyle tüm dış politika ikili ilişkilere bağımlı olabilmektedir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın 1970'li yılların ilk yarısında değin büyük ölçüde Kıbrıs konusunda yoğunlaşması dikkate alındığında ulusal hükümetlerin bu sorunu gündeme getirerek iç politikada bazı arayışlar içerisinde oldukları söylenebilir. Bu bakımdan Kıbrıs konusunun Türk ve Yunan iç politikasında gündeme getiriliş tarzı ilginçtir. Bununla birlikte, burada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta; tarafların, Kıbrıs ve diğer sorunlarla ilgilenmeye başlamalarını tek bir etkene, iç politika kaygılarıyla davranmış olmalarına bağlamanın yanlış olmasa bile büyük ölçüde eksik olacağı gerçeğidir.
Bilindiği gibi, ilk dönemlerde gerek Yunanistan'da gerekse Türkiye'de hükümetler kamuoyunda oluşan istemlerin aksine, konuya genel stratejik çıkarlar çerçevesinde davranarak soğuk bakmış, Kıbrıs konusunda isteklerle ortaya çıkmanın özellikle İngiltere ile olan ilişkileri bozacak olmasından çekinmişlerdir. Dolayısıyla, bir bakıma, gerek Yunanistan'da gerekse Türkiye'de hükümetler, kamuoyunun baskıları sonucunda konuyla ilgilenmeye, daha atak davranmaya başlamışlardır.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin genel yönelimi içerisinde sürekli bir gerilimin var olması ulusçu yaklaşımın liderler düzeyinde olduğu kadar kamuoyları bakımından da geçerli olmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla, iki ülke arasındaki ilişkilerde etkisini sürdüren bu gerilim ulusal kişiliklere ilişkin kimi önyargı, imaj ve yanlış algılamaları gündemde tutmaktadır. Tarafların hemen her davranışı bu olumsuz imaj ve algılamaların etkisi altında değerlendirilmekte, bu ise sonuçta, çözümsüzlüğü giderek artıran ve karşılıklı güvensizliği derinleştiren bir yapısallaşmaya yol açmaktadır.
Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerde ilişkilerin yönelimine hakim olan güvensizlik tarafların birbirlerini hangi açıdan bir potansiyel tehlike ve tehdit unsuru olarak görüyorlarsa ona bağlı olarak, ya ulusa liderler ya da bütün olarak ulusal kamuoyları, belirli bir imaj ve algılama çerçevesinde saptanan bir olumsuz ve/veya yanlış kişilik kalıbına yerleştirilmektedir.
Bu davranışsal özellik, kimi zaman liderlerin kişiliklerinde somutlaşmakta ve iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeltilmesini sağlayacak atılımların yapılamamasının bütün suçu bu lidere çıkarılmakta ya da, bir genellemeye gidilmekte ve liderin kişiliği önemsenmeyerek, ikincil sayılarak, kurumsal/bürokratik düzeyde (devlet/hükümet bağlamında değişmeyen amaçlar) karşı tarafın kişiliği, ilişkilerin yönelimine uygun kalıplarla nitelendirilmektedir; (yayılmacılık, zalimlik, barbarlık, saldırganlık, işgalci, yaygaracılık, hırçınlık, sözüne güvenilmezlik, geçimsiz olma, vb sıfatlar sıklıkla kullanılmaktadır).
Bu bağlamda, iki ülke arasındaki çatışmanın gözlendiği bir başka alan da uluslararası kamuoyu önündeki imaj oluşturma çabalardır. Özellikle 1974 Kıbrıs olaylarından sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin gerginliğe dönüşmesi, bu iki ülke arasındaki uzlaşmazlığın uluslararası boyutunu genişletmiş, Birleşmiş Milletler, NATO, AB, Avrupa Konseyi ve ABD ile olan ilişkiler içerisinde Türkiye ve Yunanistan arasında hızlı ve yoğun bir propaganda, uluslararası destek kazanma çabası gözlenmiştir. Bu propaganda savaşı içerisinde Yunanistan'ın Türkiye karşısında açık bir avantaj elde ettiği söylenebilir. Özellikle ABD'de yerleşmiş bulunan Yunan kökenlilerin oluşturmuş olduğu dernekler ve kurumların yürüttüğü lobi faaliyetleri, bu ülkede Türkiye karşıtı bir kamuoyunun oluşmasına yol açmış; ABD yönetiminin, Türkiye'ye yönelik tercihlerini etkilemiştir. Diğer yandan, özellikle Türkiye'nin ekonomik ve siyasal yaşamında dalgalanmalar içerisinde olması, Yunanistan açısından bir propaganda malzemesi olarak kullanılmış ve demokratik değerlere, insan hak ve özgürlüklerine önem veren Batı-Avrupa kamuoyunda Türkiye karşıtı bir izlenimin doğmasına çalışılmıştır. 12 Eylül 1980'de Türkiye'de ordunun siyasal iktidarı bir darbe sonucunda ele geçirmesi, Yunanistan'ın bu olaydan yararlanarak Türkiye'nin uluslararası kamuoyu önündeki imajını tartışma konusu haline getirmesine olanak vermiştir. Bu dönemde Yunanistan, Türkiye'de demokrasinin askıya alındığını, temel insan hak ve özgürlüklerinin baskı altında tutulduğunu öne sürerek Avrupa Konseyi üyeliğinin gözden geçirilmesi gerektiğini sıklıkla vurgulamıştır. [392]
Yunanistan'ın Avrupa kamuoyunda Türkiye'ye baskı uygulanması ve Avrupa'dan dışlanması yönünde izlemiş olduğu yaklaşım, bunun Türk-Yunan ilişkilerinde AB'ye tam üyelik konusunda olduğu gibi, bir pazarlık konusu yapılması, Yunanistan'ın Türkiye'nin ulusal çıkarları açısından önemli bir engel oluşturmakta olduğu yargısını güçlendirmiştir. Bu arada, iki ülke arasındaki uzlaşmazlığın giderilememesinin bütün suçu karşı tarafa yüklenmeye çalışıldığından Yunanistan, Türkiye'yi uzlaşmazlığın ve diyalog çabalarının sonuçsuz kalmasının tek sorumlusu olarak göstermeye çalışırken Türkiye de asıl sorumlu olanın Yunanistan olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Türkiye ve Yunanistan'ın uluslararası ilişkilerinde destek arayışları sürerken, taraflardan herhangi birinin görüşünün sempati ile karşılanması diğerinin ulusal kamuoyunda tepkiye neden olmakta, karşı taraf, ittifakın "şımarık", "hırçın", "huysuz" çocuğu olarak görülmekte; yapılan tercih, polemik konusu yapılmaktadır. Genellikle, Türk siyasal liderleri kamuoyunda, Yunanlıların, uluslararası ilişkiler çerçevesinde Türklere karşı tercih edildikleri yönünde bir kanı bulunmaktadır. Bunun nedeni olarak da, Yunanistan'ın Avrupa'da uygarlık ve demokrasinin beşiği olarak kabul edilmiş olması, Ortodoks Hıristiyan dinine mensup olmaları vb gerekçeler gösterilmektedir. Türkiye'nin, özellikle Avrupa ülkelerinde Yunanistan'la ilişkilerinde görüşlerine destek bulmakta güçlük çekmesinde bir başka öge olarak da, Avrupa kamuoyunda Türkiye'nin Osmanlı imajı ile hatırlanmakta oluşu ve Yunanistan'ın Batılı bir kültüre sahip olmasına karşın Türkiye'nin Doğulu bir kültüre sahip olması gösterilmektedir. [393]
Bu arada, Türkiye'nin Yunanistan ile olan ilişkilerinde göz önünde tutmak zorunda olduğunu düşündüğü bir başka nokta, Yunanistan'ın uluslararası alanda yaygın ve yaygın olduğu denli etkin bir kamuoyu oluşturma/propaganda olanağına sahip olduğudur. Özellikle Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik uluslararası baskı arayışı içinde olduğu 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası dönem dikkate alındığında Türkiye, Yunanistan'ın bu konudaki faaliyetlerini yeterince karşılayabilmekten uzak kalmıştır.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nın ikinci aşamasına neden gerek duyulduğunun uluslararası kamuoyu önünde gerçek yönleriyle dile getirilememiş olması, adadaki Türk toplumuna yöneltilen kitlesel katliamların uluslararası basın ve kamuoyu önünde sergilenememesi, Türkiye'nin Kıbrıs politikasının haklılığına gölge düşürmüş; Türkiye haklı olduğu bir konuda haksız duruma düşmüştür. Buna karşın Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliği, sahip olduğu olanakları kullanarak Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalede bulunmasını bir "işgal" hareketi olarak propagandize etmiş ve Türkiye'nin uluslararası imajını "işgalci" olarak göstermeye çalışmış, giderek adada Kıbrıs Türk toplumu yanında Makarios yanlısı Kıbrıs Rumlarına karşı yöneltilen şiddet eylemleri ve katliamlardan da Türkiye sorumlu gösterilmeye çalışılmıştır.
AB ile bütünleşme çabaları bakımından da, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerinde engel oluşturmaya devam eden Yunanistan, Türkiye'nin ekonomik yapısının yanı sıra toplumsal ve siyasal yapısının yeterince Batı değerleri çerçevesinde gelişmemiş olduğunu ileri sürmekte; Türkiye'nin daha çok dinsel kimliğini ön plana getirerek, Müslüman ülkelerle olan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu bağlamda, Türkiye'nin AB'ne üye tek Müslüman ülke olacağı vurgulanmakta ve bu durum bir çelişki olarak değerlendirilmektedir. [394]
Diğer yandan, Türkiye gibi Yunanistan da uluslararası ilişkilerinde Türkiye'nin kendisine tercih edileceğine dair kuşkular beslemektedir. Bu bağlamda, özellikle ABD ve NATO ilişkileri bakımından, Türkiye'nin Yunanistan'a karşı desteklenmesi ya da diğer bir deyişle an azından bu konuda bir dengenin oluşturulması çabalarında Türkiye'nin askeri açıdan üstlenmiş olduğu görevin belirleyici olduğu düşünülmektedir. Stratejik konumu açısından Türkiye'nin ABD ve NATO üyesi ülkelerin Ortadoğu'daki çıkarlarının korunması açısından taşımakta olduğu önem, Yunanistan'da Türk-Yunan uzlaşmazlığında Türkiye'nin kendisine tercih edileceği kuşkusunu gündemde tutmaktadır. Dolayısıyla, Yunanistan, Türkiye'nin uluslararası imajını belirlerken, ABD ve NATO karşıtı bir kamuoyu önünde sıklıkla Türkiye'nin bölgedeki işlevinin ABD ve NATO'nun jandarmalığı olduğunu dile getirmekte ve ABD ve NATO karşıtı olumsuz algılamaları Türkiye'ye ilişkin algılamalarla aynı biçimde nitelendirmektedir.
Bir başka açıdan bakıldığında, Türkiye'nin Yunanistan'a yönelik politikalarında kimi kuşkulara neden olan bir nokta olarak, Yunanistan'ın imzalamış olduğu antlaşmaları daha sonra geçersiz kılacak davranışlar sergilemesi olmuştur. Özellikle 1980 yılında Yunanistan'ın NATO askeri kanadına yeniden dönüş koşullarını düzenleyen "Rogers Anlaşması"nın, Papandreu'nun iktidara gelmesinden sonra uygulama dışı bırakılması Türkiye'de, Yunanistan'ın uzlaşmaz bir politika izlemekte olduğunun bir göstergesi olarak algılanmıştır. Dolayısıyla, gerek Rogers Anlaşması'nın uygulanmasından Yunanistan'ın kaçınması, gerekse Türkiye'nin Yunanistan'a karşı bir tehdit oluşturmakta olduğu iddiaları, Papandreu'nun kişiliğinde somutlaşan bir yaklaşımın izlenmekte olduğunu göstermiş ve Türkiye açısından Yunanistan ve iktidardaki Papandreou yönetiminin sözüne güvenilirliği tartışılır nitelik kazanmıştır. 1987 yılında, iki ülke arasında yeni bir gerginliğin yaşanmasına neden olan 1976 tarihli Bern Anlaşması'nın Yunanistan tarafından geçersiz olduğu iddiası ise, bu konuda yeni bir örnek oluşturmuştur.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan çözümsüzlüğün sürmekte oluşu, bir yandan her iki ülkede de ulusçu bakış açılarının gündemde etkin olarak varlığını sürdürmesine olanak sağlarken, hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de aydın kesim, iki ülke arasındaki sorunların giderilmesi için gerekli olan güven ortamının kurulması ve karşılıklı kuşkuların giderilmesi için ortak adımların atılması yolunda önemli girişimlerde bulunma kararı almışlardır.
Siyasi iktidarlar düzeyinde iki ülke arasında gerginliğe neden olan sorunlar konusunda görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması söz konusu iken, özellikle halklar arasındaki güvensizliklerin giderilmesi ve kuşkuların ortadan kaldırılması için gereken iletişim ve diyalog ortamının sağlanabilmesi için ortak çaba gösterilmesi gereği üzerinde bir yaklaşım birlikteliği sağlanmıştır. Fanatik ulusçu çevreler hem Yunanistan hem de Türkiye'de bu tür yaklaşımları "ulusal çıkarlara ihanet edildiği" şeklinde yorumlanmakta ve iki ülke arasında bir yakınlaşmanın kurulmasını sağlamaya çalışan bu insanlar kimi kez "Türk dostu" ya da "Yunan sever" olarak kelimenin olumsuz anlamıyla tanıtılmaya çalışılmakta, "satılmışlık"la suçlanmaktadır. [395]
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından, hem siyasal karar alma düzeyinde hem de ulusal kamuoyları düzeyinde tarafların birbirleri hakkındaki olumsuz imaj ve algılamalara kaynaklık edebilecek davranışlardan kaçınmak gerekmektedir. Bu konuda dikkate alınması gereken asıl nokta ise, siyasal karar alıcıların devletin resmi ideolojisinin tercihlerine uygun olarak sürdürdükleri ve ulusal kimliğin sürekli olarak vurgulanmaya çalışıldığı, ulusal kahramanlıkların anımsatılmasının yanı sıra, düşmanlık duygularının sürekli olarak işlenmekte olduğu; "şehirlerin düşman işgalinden kurtuluş" törenlerinin daha ne kadar sürdürüleceğidir. [396]
Gerçekten de, hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de ulus devlet oluşturma çabalarının hala sürmekte olduğu dikkate alındığında şehirlerin düşman işgalinden kurtulduğu günler coşku ile kutlanmaktadır. Askeri geçit törenleri, şehrin düşman işgalinden kurtarılmasının temsili canlandırılması, kahramanlık şiirlerinin okunması, anma törenlerinin yapılması çatışmacı yaklaşımın hala etkin olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, bu törenler ulusçu duyguların kamçılanması niteliği kazandığından, halklar arasında yaşanan acı olayları sürekli olarak canlı tutmaya yaradığından günümüzde halklar arasında dostluk, barış ve işbirliği çabalarının başarıya ulaşması için gerekli olan psikolojik ortamı sekteye uğratmaktadır.
Bir başka imaj-algılama konusu olarak da hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de büyük bir duyarlılık gösterilen isimler sorunu kendini göstermektedir. Gerçekten de "Türklük" ve "Yunanlılık" kimliği altında, taraflar, birbirleri ile olan ilişkilerini yorumlarken yaşanan tarihsel geçmişin izlerini taşıyan ortak kültüre tek yanlı olarak sahip çıkmakta ve diğer taraf dışlanmaktadır. Bu bağlamda, örneğin Türk tarafı İstanbul'un kimi Yunanlılarca "Konstantinopolis" olarak adlandırılmasını bu insanların hala şoven bir yaklaşım sergilemekte olduklarına kanıt olarak gösterilmektedir. Benzer yaklaşım Yunanlılar açısından da söz konusudur; Türklerin Yunanistan'ı "Helas", Yunanlıları da "Hellen" olarak çağırmamaları Türklerin Yunanlılara karşı şoven bir tutum izlediklerinin göstergesi olarak algılanmaktadır.
Bir başka deyişle, şehir adlarının komşu ülkenin dil ve kültüründe yer ettiği şekliyle anılmaya devam etmesi, hala ulusal kimlik arayışı içerisinde olan ve ulus devlet oluşturma kaygısını taşıyan Türkiye ve Yunanistan için bir yayılmacılık belirtisi olarak algılanabilmektedir. Örneğin, Yunanca karşılığı Tesaloniki olan kentin adı Türkçe'de Selanik olarak geçmektedir; Türkçede İstanbul ise Yunanca'da Konstantinopolis ya da kısaca Poli olarak geçmektedir, günlük kullanım dilinde olduğu kadar yazında da bu adlandırma kullanılmaktadır. Dolayısıyla, bu durum aralarında sorunlar bulunan iki ülke açısından da bir ulusal duyarlılık konusu haline gelmektedir. Yunanistan'da "Türk" kimliğini çağrıştıran Türkçe adların yerine Yunanca adların yerleştirilmeye çalışılması, bu ulusal kimlik oluşturma ve ulus devlet anlayışının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Aynı şekilde, Yunanistan'ın Batı Trakya bölgesinde yaşayan ve Yunan yurttaşı olmakla beraber etnik köken bakımından kendilerini "Türk" olarak gören insanları, "Yunanistan'da Türk yoktur, Batı Trakya'da yaşayan insanlar Müslüman Yunan yurttaşları"dır şeklinde göstermek istemesi, Yunanistan'ın ulus devlet/ulusal kimlik konusunda aşırı duyarlı olduğunu göstermektedir.
Bir başka açıdan ele alındığında, halkların birbirleri hakkındaki değer yargıları, imaj ve algılamalarının halkların gerçek niteliklerini bütün yönleriyle yansıtmaktan uzak olduğu söylenebilir. Gerek temel eğitim sırasında verilen tarih ve ulus bilincinin yanlı ve gerçekleri bütünüyle yansıtmaktan uzak oluşu, gerekse günlük yaşamda Türk-Yunan sorunlarına ilişkin bilgi akışının sansasyonel ve propaganda yönünün ağırlıklı olarak verilmekte oluşu, insanların olayları kimi önyargı ve olumsuz imajların etkisinde kalmadan yorumlamalarını güçleştirmektedir.
Bu bakımdan, 1986 yılında Türkiye ve Yunanistan'da eşzamanlı olarak yapılan bir ankete verilen cevaplar değerlendirildiğinde, anketten çıkan sonuçlar bazı şaşırtıcı gerçekleri ortaya koymaktadır.[397]
Anket sonuçlarına göre, Türklerin % 93'ü o ana değin hiçbir Yunanlı ile doğrudan tanışmamıştır; bu oran Yunanlılar için % 69'dur. Ankete katılan Türklerin sadece % 3'ünün Yunanistan'a seyahat etmiş olduğunu belirtmesine karşın Yunanlıların % 9'u Türkiye'yi görmüş olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, halkların bireysel düzeyde birbirleri hakkında bilgi edinme olanaklarından yoksun oldukları, birbirleri hakkında edindikleri bilgiler çerçevesinde oluşan değer yargı ve imajların gerçekle tutarlılığını sınama olanağını bulamadıkları söylenebilir. Yunanlıların Türklere oranla daha fazla diğer ülke insanı ile -bir Türk ile- tanışmış olmasında Yunanistan'da yaşayan Türklerin daha fazla olmasının payı olsa gerek. Gerçekten de bu tanışmanın, % 10 oranında komşuluk ilişkilerinde, % 10 daha önce Türkiye'de yaşamış olmalarından, % 8 mesleki iş ilişkilerinden, % 6 arkadaşlık dolayısıyla olduğu belirtilmektedir.
Diğer yandan, ankette komşu iki ülke arasında bazı çatışmaların yaşanmış olduğu belirtilerek, günümüzde Türk ve Yunan halklarının birbirlerine karşı ne ölçüde düşmanlık besledikleri sorulduğunda, Türklerin % 45'i Yunanlıları ve Bulgarları (% 46) aynı oranda düşman olarak gördüğünü belirtmektedir; buna karşın Yunanlıların % 38'i Türkleri düşman olarak gördüklerini belirtmiştir. Buna karşın ankete katılanların düşmanlık kavramına yükledikleri anlam ve dayandırdıkları gerekçelerin sübjektif ve tartışılabilir nitelikte olduğu göz ardı edilmemelidir. Diğer yandan, ankete katılanlara, diğer ülke halkına ne ölçüde güven duydukları sorulduğunda, Türklerin % 5'i Yunanlıları güvenilir bulurken Yunanlıların % 27'si Türkleri güvenilir olarak gördüklerini belirtmektedirler.
Bu bağlamda, ankete katılanlara Türk-Yunan ilişkileri hakkında edinmiş oldukları bilgilerin kaynağı sorulduğunda ise, kitle iletişim araçlarının ilk sıraları aldığı görülmektedir. Türklerin bu soruya vermiş olduğu cevaplara göre oransal sıralama; % 3 okul, % 14 arkadaşlık/yakın çevre, % 48 basın, % 47 radyo, % 79 televizyon, % 6 hükümet açıklamaları şeklinde olmuştur. Yunanlıların vermiş oldukları cevaplara göre ise; % 1 okul, % 16 arkadaşlık/yakın çevre, % 56 basın, % 27 radyo, % 84 televizyon, % 10 hükümet açıklamaları diğer ülke ile olan ilişkiler hakkında bilgilere kaynaklık etmektedir.
Ancak, ankete katılanlara iki ülke arasındaki ilişkiler hakkında edinmiş oldukları bilgilerin yeterli olup olmadığı sorulduğunda, yalnızca Türklerin % 32'si ve Yunanlıların % 30'u bu soruya olumlu karşılık verirken, Türklerin % 43'ü, Yunanlıların % 50'si olumsuz yanıt vermiştir. Edinilen bilgilerin güvenilirliği bakımından da ilginç bir durumla karşılaşılmaktadır. Türklerin % 41'i edindiği bilgilerin yeterli, doğru ve güvenilir olduğunu % 23'ü ise yeterli, doğru ve güvenilir olmadığını belirtmesine karşın aynı soruya Yunanlıların % 29'u olumlu yanıt verirken, % 49'u edindikleri bilgilerin yeterli, doğru ve güvenilir olmadığını belirtmişlerdir.
Diğer yandan, Türk-Yunan ilişkileri konusunda diğer ülke insanın yeterli ölçüde bilgilendirilip bilgilendirilmediğine ilişkin bir soruya verdikleri yanıta göre; sadece Türklerin % 7'si Yunanlıların % 26'sı diğer ülke insanının Türk-Yunan ilişkileri konusunda bilgilendirilmesinin yeterli olduğu kanısını taşımıştır. Ancak bu soruya olumsuz yanıt verenlerin oranı sırasıyla Türkler için % 25 Yunanlılar için % 50 olmuştur.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin niteliği hakkında sorulan soruya Türklerin % 35'i Türk-Yunan ilişkilerinin üçüncü tarafların davranışlarından etkilendiği yanıtını verirken aynı soruya Yunanlıların % 75'i üçüncü ülkelerden etkilendiği yanıtını vermiştir. İki ülke arasındaki ilişkilerin bütünüyle ikili nitelikte olduğu kanısını taşıyanların oranı ise, sırasıyla Türkler için % 35, Yunanlılar için ise % 11'dir. Türklerin % 72'si, Yunanlıların % 92'si iki ülke arasındaki ilişkilerin ABD'nin davranışlarından etkilendiğini düşünmektedir.
Ankete katılanlara son beş yıl içerisinde Türk-Yunan ilişkilerinin nasıl bir yönelim içerisinde olduğu sorulduğunda Türklerin % 'si ilişkilerin daha dostane, % 61'inin daha az dostane/düşmanca olduğu kanısını ileri sürmüştür. Yunanlılar için bu oranlar sırasıyla, % 13 ve % 41'dir. Son beş yıl içerisinde ilişkilerin niteliğini koruduğu kanısında olanların oranı ise her iki ülke için de % 32'dir.
Bunların yanı sıra, her iki ülke halklarının diğer ülkeye karşı hangi duygular içerisinde olduğu sorusunda verdikleri cevaplarda Türklerin % 35'i Yunan halkının Türkiye'ye karşı düşmanca duygular beslediğini, % 21'i Yunan halkının Türkiye'ye karşı tarafsız duygular içinde olduğunu, % 32'si ise Yunan halkının Türkiye'ye karşı dostça duygular beslediği kanısında olduğunu söylemiştir. Aynı sorulara Yunanlıların verdiği cevaplara göre, % 34 oranında Türk halkının Yunanistan'a karşı düşmanca duygular beslediği, % 21 tarafsız duygular beslediği, % 34 dostça duygulara sahip olduğu belirtilmiştir. Ek olarak, ankete katılan Türklerin % 11'i, Türk halkının Yunanistan'a karşı düşmanca, % 25'i tarafsız, % 51'i dostça duygular içerisinde olduğunu belirtmesine karşın; ankete katılan Yunanlıların % 29'u Yunan halkının Türklere karşı düşmanca duygular içerisinde olduğunu, % 28 tarafsız olduğunu, % 38 oranında da dostça duygular içerisinde olduğunu dile getirmişlerdir.
Türkiye ve Yunanistan'ın iki ülke arasındaki sorunların çözümüne katkıları sorulduğunda; ankete katılan Türklerin % 1'i Yunanlıların % 67'si Türklerin daha fazla katkıda bulunduğunu dile getirirken her iki ülkenin eşit katkıda bulunduğu görüşünde olanların oranı % 10, taraflardan hiçbirisi çözüme katkıda bulunmuyor görüşünde olanların oranı ise % 7 olmuştur. Ankete katılan Yunanlıların aynı soruya verdikleri cevap ise; sırasıyla, Yunanlılar % 66, Türkler % 1 her ikisi de eşit katkıda bulunmaktadır % 8, hiçbiri katkıda bulunmuyor görüşünde olanların oranı ise % 13 olmuştur.
Diğer yandan, hükümetler bağlamında, tarafların birbirlerine karşı hangi duygular içerisinde oldukları sorulduğunda; ankete katılan Türklerin % 66'sı Türk Hükümeti'nin, Yunanistan'a karşı dostça davranışlar içerisinde olduğunu söylemiş, düşmanlık duymaktadır diyenlerin oranı % 6, tarafsızdır diyenlerin oranı % 17 olmuştur. Aynı soruya, Yunanlıların % 35'i Yunan Hükümeti'nin Türkiye'ye karşı dostça davrandığını söylerken, % 33'ü tarafsız olduğunu, % 19'u da düşmanca davranış sergilediğini ileri sürmüştür. Ankete katılan Türklere, Yunan Hükümetinin Türkiye'ye karşı nasıl davranmakta olduğu sorulduğunda, % 3 dostça, % 6 tarafsız, % 75 oranında ise Yunan Hükümeti'nin Türkiye'ye karşı düşmanca davrandığı kanısı ileri sürülmüştür. Yunanlılara Türk Hükümeti'nin Yunanistan'a karşı tavrının nasıl olduğu sorulduğunda ise; % 3 dostça, % 8 tarafsız, % 77 düşmanca davranmakta olduğu cevabı verilmiştir. Gelecek beş yıl içinde iki ülke arasında bir savaş tehlikesinin olup olmadığı sorusuna Türklerin ve Yunanlıların % 23'ü olumlu yanıt verirken Türklerin % 36'sı, Yunanlıların % 49'u bir savaş tehlikesinin olmadığı yanıtını vermiştir.
Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan'ın izlemekte oldukları dış politika yaklaşımlarına ilişkin olarak, Türklerin % 50'si Lozan Antlaşması'na uygun ve barışçıl bir dış politika izlemekte olduğu kanısını dile getirmiştir. Buna karşın, Yunanlıların % 64'ü Türkiye'nin yayılmacı bir dış politika izlediğini belirtmiş, % 5 oranında ise, Türklerin Lozan Antlaşması'na uygun ve barışçıl bir dış politika izlemekte olduğu kanısını dile getirmiştir. Bu konuda fikrinin olmadığını belirtenlerin oranı ise Türkler için % 44, Yunanlılar için % 31 olmuştur.
Anket sırasında Türk ve Yunan halklarının birbirlerini hangi karakteristik özellikleriyle tanıdıkları saptanmaya çalışıldığında ise, gerçekte halkların birbirlerini yeterli/doğru tanımadıkları, diğer halk hakkında bilgi sahibi olmadığı gerçeği daha da belirginleşmektedir. Örneğin; anketi cevaplandıran Türklerin, Yunanlıların karakteristik özelliklerine ilişkin olarak verdikleri olumlu ya da olumsuz cevapların oranı soruyu yanıtsız bırakma oranından daha az olmuştur. Ankete katılan Türkler, Yunanlıların kişisel/karakteristik özellikleri hakkında büyük oranda herhangi bir fikir sahibi olmadıklarını söylerken; Yunanlılar Türkleri, yemek içmekten hoşlanan, sade, cömert, dindar, ev ve toprak sahibi olmayı seven, çocuk sahibi olmayı arzulayan kişiler olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Bunun yanı sıra; Türklerin çağdaş, kültürlü, ve uygar olmadığı vurgulanmıştır.
Türklerin/Yunanlıların yaşam tarzları sorulduğunda; ankete katılan Türklerin % 59'u Yunanlıları bütünüyle kendine has bir kültüre sahip olarak, % 23'ü Batı Avrupalı, % 9'u Akdenizli, % 4'ü Doğu Avrupalı, % 1'i Arap toplumlarına yakın olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Buna karşın, Yunanlıların % 30'u bu konuda bilgi sahibi olmadıklarını ileri sürmüş olmakla birlikte, % 26 oranında Türkleri Arap toplumlarına yakın, % 22 Doğu Avrupalı, % 15 bütünüyle kendine has bir kültüre sahip, % 3 Batı Avrupalı, % 4 Akdenizli olarak gördüğünü belirtmiştir.
İki ülke halkları arasındaki benzerlik sorulduğunda ise, bu konuda da Türkler bakımından olumlu/olumsuz cevaplar yerine ağırlık büyük oranda bu konuda bilgi sahibi olmadığı noktasında toplanmaktadır. Bilgi sahibi olunmadığı seçeneği bir yana bırakıldığında ise, iki ülke arasındaki benzeşmenin yoğunlaştığı nokta bu ülkelerin mutfak kültürü ve yiyecekleri olmaktadır. Bununla birlikte, dile getirilmesi gereken genel bir kanı; her iki ülkede de Osmanlı dönemi birlikteliğinden etkilenerek gerek Türklerin gerekse Yunanlıların özellikle mutfak kültürü, eğlence, müzik anlayışları, aile kurumuna bağlılıkları bakımından büyük oranda benzerlik gösterdikleridir.
Diğer yandan, iki halk arasında ayrımcılığın benzerliklerden fazla olması, kurulacak yeni ilişkilerin sağlam bir zemine oturtulmasını da güçleştirecek niteliktedir. Bu bağlamda, ankete katılan Türkler ağırlıklı olarak bir Yunanlı ile; evlenmek, komşu olarak yaşamak, Yunanistan'da tatil geçirmek, ticari ilişkiye girmek ve arkadaş olmak gibi her türden sosyal ilişkiye karşı olumsuz gözle bakarken Yunanlıların büyük çoğunluğu bir Türkle evlenmenin dışında yukarıda sıralanan türden sosyal ilişkilere olumlu yaklaşmıştır.
Bu arada, anket sonuçları çerçevesinde bakıldığında, Türk ve Yunan halklarının karşılıklı olarak birbirleri hakkında bilgileri elde ediş şekilleri ve kaynakların sıralaması bazı ilginç sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Halkların birbirleri hakkındaki bilgileri ve yargıları edinme sırasında okulun bu denli gerilerde kalmış olması gerçekte, ankete cevap verenlerin bu konuda sübjektif davranışlar sergilemekte olduklarını göstermektedir. İki ülke arasındaki uyuşmazlık konularına ilişkin olarak televizyon, radyo ve basın gibi kitle iletişim araçlarının vermiş olduğu haberlerin kişilerin bilinçlerinde yaratmış olduğu çağrışım ve imaj her şeyden önce kişinin algılama yetilerine bağlı olarak değişim göstermektedir. Buna bağlı olarak, kişilerin karşı ülkeye ilişkin haber ve bilgi akışını hangi şekilde elde etmiş oldukları olayın bir başka yönünü oluşturmaktadır. Nitekim, elde edilen bilgilerin yorumlanması ve kişinin yeni bir yargıya ulaşmasında temel eğitim sırasında okulda edinmiş olduğu bilinçlenme örtülü bir rol oynamaktadır. Bununla beraber, ilerleyen dönemlerde kişinin almış olduğu eğitimin nitelik olarak değişim göstermesiyle birlikte, kişinin halklar ve ülkeler hakkındaki değer yargılarını, imajını etkileyebilecek bir dizi olay ve/veya kaynağın da varlığı söz konusu olabilir. Bu nedenle, kişilerin diğer ülke hakkındaki bilgi ve haberleri elde edişleri hangi kaynak aracılığı ile olursa olsun, bu haberlerin yorumlanması ve bu konuda bir kanının oluşabilmesi, kişinin bilinç düzeyine bağlı bir konu olmakla birlikte, kişinin birbiriyle ilintili değişik kaynakların etkisinde kalarak kanısını oluşturması nedeniyle, bu kaynaklardan hangisinin daha etkin role sahip olduğunun belirlenmesi sübjektif bir yaklaşım oluşturmaktadır. Kaldı ki, anketi cevaplayanlardan pek çoğu, kitle iletişim araçlarının ve politikacıların karşılıklı olarak iki ülke arasındaki ilişkiler konusunda bilgi akışında taraflı davrandıkları ve haberleri gerçek yönleriyle yansıtmadıkları düşüncesini taşımaktadırlar.
Bütün bunlardan sonra, iki ülke halkının birbirleriyle olan ilişkilerinde karar alıcıların ve kitle iletişim araçlarının büyük bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Özellikle, ulusal hükümetler düzeyinde ya da bir başka deyimle devletler düzeyinde sürmekte olan görüş ayrılığı ve çıkar çatışması, halkın, sıradan insanın günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren, bu yaşamda ani ve köklü değişimler yaratabilecek olayların gündeme gelmesi durumunda ilgi çekici olabilmektedir. Bir yandan temel eğitim sırasında, karşı ülke ve halklarına ilişkin olarak öğretilen ve kişilerin bilinçaltında yer eden değer yargıları ve imajlar, diğer yandan bunların örtük etkisi altında oluşan algılamalar, özellikle iki ülke arasında hükümetler düzeyinde de desteklenen dostluk, barış ve işbirliği dönemlerinde, kişilerin günlük yaşamında doğrudan etkili sonuçlar doğurmaktan uzak kaldığı için, fazla dikkat çekmemektedir; buna karşın, iki ülke arasında uzlaşmazlıkların ortaya çıktığı ve ulusal hükümetlerin bu uzlaşmazlıkları çözme çabalarında başarısız kaldığı dönemlerde, iki taraf arasında doğrudan bir çatışma riski ortaya çıkmaktadır. Sıradan insanların günlük yaşamında değişiklik yaratabilecek bir ortam söz konusu olmakta ise, değişikliğin sorumlusu olarak görülen diğer ülkeye ilişkin olarak kişilerin bilinçaltında yer etmiş olan olumsuz imaj ve önyargıların canlanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla, hem karar alıcıların davranışları hem de televizyon, radyo, basın gibi kitle iletişim araçlarının yayınları, sıradan insanın algılamalarını etkilemekte ve kişiler anket sonuçlarında da belirtilmiş olduğu gibi, yanlış ve tek taraflı olarak niteledikleri bu haberleri ancak, değişik kaynaklardan elde edebilecekleri bilgilerle karşılaştırdıkları ve algıladıkları bilgileri geçmişte edindikleri önyargı ve imajlardan arındırarak değerlendirebildikleri ölçüde sağlıklı bir yoruma varabileceklerdir.
Diğer yandan, bu türden bir yaklaşımın her zaman tam olarak başarılabildiğini söylemek de pek olası görünmemektedir. Gerçekten de Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlara ilişkin olarak hemen her hükümetin farklı bir öncelikle konuya eğilmesi ve değişik bir çözüm yöntemi uygulamaya çalışması, iç politika açısından partiler arasında da bir eleştirel ortam ortaya çıkardığından, kişilerin bu eleştirel ortam içerisinde hükümet ve muhalefet arasında çıkan tartışmalardan sağlıklı bir bilgi elde edebilmesi ve olayları bunların etkisinde kalmadan algılayabilmesi oldukça güç olmaktadır.
Ayrıca, bir başka açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmazlık konularına ilişkin olarak her iki ülkede de ulusal kamuoyunun kendi hükümetlerinin (büyük bir olasılıkla, karşı ülkenin hükümetinin de) uygulamakta olduğu dış politika yaklaşımından pek de emin olmaması ve bu konuda hem karar alıcıların hem de kitle iletişim araçlarının önyargılı ve tek yanlı/yanlış haberler vermekte olduğu kanısını taşımakta oluşu gerçeği, ulusal düzeyde siyasal karar alıcıların seçmen kitlelerin ya da daha genel bir deyişle, bir bütün olarak kamuoyunun çıkar ve tercihlerini ne ölçüde dikkate aldıklarını tartışma gündemine getirmektedir.
Bir başka deyişle; iki ülke arasındaki uzlaşmazlıkların çözümünde siyasi karar alıcılar, kamuoyunun çıkar ve görüşlerini ne ölçüde dikkate almakta ve dış politika alanında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlara ilişkin kararların alınması süreci içerisinde, seçenekler arasında yapacakları tercihlere yansıtmaktadır?
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimi bakımından sorunlara sağlıklı bir çözümün bulunamaması ve iki ülke arasındaki gerginliğin giderek süreklilik kazanmaya başlaması ve her iki ülkede de kanıksanmaya başlaması, bir takım kuşkuları ortaya çıkarmıştır. Bir yandan kitle iletişim araçlarının iki ülke arasındaki uzlaşmazlık konularında ortaya çıkan gelişmelere ilişkin olarak vermiş olduğu haber ve yorumlarda önyargılı, tek yanlı ve yanlış haber vermekte olduğu kanısının bulunması, diğer yandan da politikacıların yapmış olduğu açıklama ve yorumların güvenilirliğinin kuşkulu görülmesi, bu kez ortaya siyasi iktidar ile kamuoyu arasındaki kopukluğu çıkarmaktadır. Gerek Türkiye gerekse Yunanistan'da toplumun bir kesiminin ya da en azından aydın kesimin iki ülke arasındaki uzlaşmazlıkların giderilmesini ve barışın, işbirliğinin yeniden kurulmasını istemesine karşın siyasi karar alıcıların bu görüşü dikkate alırken zorunlu olarak dikkatli davrandıkları görülmektedir.
Gerçekten de, her iki ülkede de özellikle aydın kesimin öncülüğünde kurulan Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü ve Türk-Yunan Dostluk Derneği gibi örgütlerin izledikleri barışçıl yaklaşımlar, toplumun fanatik ulusçu kesimleri tarafından yöneltilen sert eleştirilerle karşılaşmaktadır. Hatta kitle iletişim araçları ve siyasilerin bir bölümü bu türden girişimleri "ulusal davaya, çıkarlara ihanet" olarak değerlendirebilmektedir. Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu'nun Batı Trakya'da yaşayan Türk azınlığın etnik kimliklerini tanımaya ilişkin açıklamaları Yunanistan'da farklı tepkilere neden olmuştur. Papandreu'ya göre,
"Soğuk Savaş döneminde Yunan Hükümetleri'nin Batı Trakya'daki azınlığı 'Türk azınlık' olarak tanımladıklarını hatırlatarak sorun onların Türk azınlık olarak tanımlanması değil. Önemli olan onların kendilerini Yunan vatandaşı olarak hissetmeleri ve sınırlarımızın da güvence altında olmasıdır."
Buna tepki gösteren Yunan basınından Etnos Gazetesi'nde yer alan bir yazıda şu görüşlere yer verilmiştir;
"Bu adam Dışişleri Bakanlığı'nda uzun süre kalabilir mi? Hepimiz biliyoruz ki, Yunan paranoyası bu adamın uzun süre bu görevinde kalmasına engel olacaktır. Hepimiz Yunan basınının ve devletinin negatif ruh haline şahit olduk. Bu duygu Yunan devletinin yazılmamış milli siyaset belgesidir." Elefteros Tipos Gazetesi'nde ise, "Ankara hizmetlerinden dolayı Yorgo'ya teşekkür ediyor. Papandreu, Müslüman azınlığa Türk azınlık hakkını tanıdığını ima ederek komşumuzun kahramanlar listesine girdi." [398]
Dolayısıyla, bir yandan ülkeler arasındaki uzlaşmazlıklar sürerken diğer yandan da her iki ülke karar alıcıları da çözümsüzlüğün sorumlusu olarak karşı tarafı göstermeye çalışmakta, kitle iletişim araçlarının bir kısmı da buna yardımcı olmaktadır. Böylece Türk-Yunan ilişkilerinde sürekli bir imaj yaratma mücadelesi ve algılama sorunu yaşanmakta, bu ise sürekli bir güvensizlik ve kuşku ortamı doğurmaktadır.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkta halklar açısından olduğu kadar siyasiler açısından ad ulusal kişiliklere ilişkin imaj ve algılamaları değiştiren olay ise iki ülkede kısa aralıklarla yaşanan deprem felaketleri olmuştur. Deprem felaketi ardından halkların birbirlerinin acılarını sarmak için gönüllü yardımlarda bulunması ilerleyen dönemde hükümetlerin uzlaşması için gereken diyalog ve esneklik için uygun ortamı yaratmıştır. Bununla birlikte, her iki ülkede de depremin yaratmış olduğu yakınlaşmanın ulusal politikalarda taviz verildiği şeklinde yorumlanıp yorumlanmayacağı kuşkusuna da yol açmıştır. Buna rağmen, ılımlı yakınlaşma sağlanabilmiştir.
17 Ağustos 1999 tarihinde Türkiye'nin İzmit, Adapazarı, Yalova, Gölcük, İstanbul, Eskişehir ve Bolu'yu içerisine alan bölgelerinde yaşanan deprem felaketi sırasında DSP/ANAP/MHP koalisyon hükümetinde görev yapan Sağlık Bakanı O. Durmuş'un sergilemiş olduğu ırkçı/fanatik milliyetçi yaklaşım Türk kamuoyundan olduğu kadar dünya kamuoyundan da tepki çekmiştir. [399] Sağlık Bakanı özellikle Yunanistan, Rusya, Ermenistan, İtalya, İngiltere, Fransa ve İsrail'den Türkiye'ye gönderilen insani yardım malzemeleri ve teknik personelin yapmış olduğu çalışmaları küçümseyen ve reddeden açıklamalar yapmıştır. Örneğin, Yunanistan'ın kampanyalarla toplamış olduğu taze kan ve plazmaların Türkiye'ye gönderme önerisi Bakan tarafından "saklayacak soğutucumuz yok" gibi bir gerekçeyle geri çevrilmiştir. [400] Buna karşın deprem felaketi sırasında gerek Türk gerekse Yunan kamuoylarında iki ülke arasındaki uyuşmazlık konularını geri plana iterek insani dayanışma duygularının göz önünde tutulduğu yakınlaşma ve destek mesajları görülmüştür. Deprem felaketinin ilk gününden itibaren Yunanistan'da Türkiye'deki felaketzedelere yardım kampanyaları başlatılmış ve Yunanistan hükümeti acil yardım olarak arama-kurtarma ekibi, "doktor ve hastabakıcılarla birlikte 200 çadır, 1000 battaniyenin ve her türlü malzemenin yer aldığı 12 ton yardım"ı Türkiye'ye göndermiştir. [401] Bu arada Yunan basınında yer alan haber ve yorumlarda insani yaklaşımlar Türk kamuoyunda ilgi ile izlenmiş ve takdir toplamıştır. Eleftherotipia Gazetesinde Anna Stergiou'nun yazmış olduğu "Düşmanın Istırabı Ağlattı" başlıklı yazı bu bakımdan ilgi çekici bir örnektir.
"Aile, okul, askerlik... Tüm bu kurumlardan geçen biz Yunanlılar, bir dizi tarihi ve siyasi örnekleriyle birlikte Türkler'in bize düşman olduğuna inandırıldık ve kin duyguları besledik. Ancak nasıl oluyor da bu asırlarca süren kin ve rekabet dolu duygular bir gün içinde silinip gidiveriyor. Düşman bir gecede dost oluveriyor.Bugünlerde hepimiz hislerimizle boğuştuk. Ağladık, duygulandık, üzüldük. Asırlık kin duyguları adeta yok oluverdi. Bu insanlık hislerimizin varlığını adeta bilmiyorduk. Birdenbire keşfettik. Türkler'i enkazdan çıkarılırken gördüğümüzde kendimizi gözyaşı dökerken yakaladık. Ki bu analar belki günlerden bir gün olası bir Türk -Yunan savaşında çocukları için gözyaşı dökeceklerdi. Ama ne var ki deprem tanrısı millet, milliyet tanımıyor.
Depremzedelerin çığlıklarını duyduğumuzda midemize bir yumruk yemiş gibi olduk. Yoksulluk ve acının tanrısı yoktur. Bu yüzden Türk depremzedelerin ağıtlarına biz de eşlik ettik. Bizim insanımızmış gibi ağıt yaktık. Yıllardan bu yana silahlanma için harcadığımız milyarlar meğer felaketleri önlemiyor, mutluluk getirmiyormuş. Tam aksine bu müsriflik, bu gibi doğa afetlerinde ağzımızda garip ve acı bir tat bırakıyor". [402]
Deprem sırasında halklar arasında dayanışma duygularını değerlendiren Papandreu, "İki halk arasında dayanışma hisleri depolanmıştı, deprem nedeniyle su yüzüne çıktı, ülke liderleri bunu gözardı edemez" demiştir. [403] Türkiye'ye AB tarafından yapılacak insani yardımlar konusunda Yunanistan'ın nasıl bir politika izleyeceği sorun olmuş, insani yardımlar ile vetolar arasında bir koşullu ilişki yaratılmaması gerektiği üzerinde durulmuştur. [404]7-8 Eylül 1999 tarihinde Atina'da yaşanan deprem sırasında ise, Türkiye'den arama kurtarma faaliyetlerine katılacak 20 kişilik AKUT (Arama ve Kurtarma Derneği) ekibi Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı'nın koordinesiyle Türk Hava Kuvvetleri'ne ait CN-235 CASA tipi bir uçakla Atina'ya gönderilirken Cumhurbaşkanı ve Başbakan Yunanistan'a geçmiş olsun mesajları göndermişlerdir. Bu durum Yunanistan kamuoyunda takdirle karşılanmıştır. [405] Depremler sırasında dayanışma duygusunu pekiştiren, sivil girişimler ve bu girişimler çerçevesinde iki ülke gönüllülerinin oluşturdukları AKUT ve EMAK arama kurtarma ekipleri, Türk - Yunan Dostluğu adına, Abdi İpekçi Barış Ödülü Özel Ödülü ile ödüllendirilmişlerdir. Bu arada 9 Eylül'de kutlanan İzmir'in "düşman" işgalinden kurtuluş törenlerinde ise, temsili kurtuluş sahneleri canlandırılmamış, Yunan askerinin süngülendiği sahneler yaşanmamış, aksine Türk - Yunan dostluğu dile getirilerek, Yunanistan'dan "dostumuz ve komşumuz" diye söz edilmiştir. [406] Deprem sonrası diplomatik yakınlığın artması ise, basın tarafından "deprem diplomasisi" olarak adlandırılmıştır;
"Sismik hareketler, iki ülkeyi ayırdığı gibi yakınlaştırdı da... Bir zamanlar bu geminin [SİSMİK I] Çanakkale Boğazı'ndan çıkması bile iki ülkenin sallanmaya başlamasına neden oluyordu. Şimdiki sismik hareketler ise Ege'de gerginliğe yol açmak bir yana, yumuşama ve dostluk ortamına yol açtı." [407]
392- Avrupa Konseyi'nde Yunanistan'ın izlemiş olduğu politikalar için bkz; Semih Günver, Kızgın Dam Üzerinde Diplomasi, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1989.
393- Oysa Antik Yunan'ın çağdaş Yunan ve Avrupa ile olan kesintisiz bir bağının olup olmadığına ilişkin yoğun bir tartışmanın da yaşanmakta olduğu görülmektedir; Bu bağlamda çağdaş Yunanistan'ın ne denli Antik Yunan'ı temsil ettiği, üstün olanın Antik Yunan mı yoksa çağdaş Avrupa mı olduğu konuları yeterince açık değildir. Bu bakımdan ele alındığında çağdaş Yunanistan'ın da kimlik konusunda sıkıntılarının olması kaçınılmazdır. "Avrupa Birliği'ndeki hemen tüm ülkelerde, Yunanistan hakkındaki her olumlu ifade Yunan Antikçağı ile bağlantılıdır. Medyada olduğu gibi, öteki Avrupa ülkelerinin resmi temsilcilerinin siyasal söyleminde de Yunanistan ( ya da Yunan olan herhangi bir şey) hakkındaki olumlu ifadeler, yalnızca Antik Yunan ile ilgili olarak kullanılmaktadır. Doğal olarak çoğu Avrupa ülkesinde önemli bir neoklasisizm geleneği vardır. Ancak Yunanistan hakkındaki hemen her olumlu referansın yalnızca Antik Yunan ile ilgili olması, bu referansların içerdiği karşılaştırmanın gizli mesajını vermektedir. Aslında Yunan Antikçağı'nın önemi ve evrensel değerinden sürekli olarak bahsedilmesi, prestijli geçmiş ile önemsiz bugün arasında bir zıtlığın varlığını sürekli olarak ima etmek suretiyle, kötüleyici bir edeb-i kelam(euphemism) işlevi görür. Zira öteki Avrupa ülkelerinin siyasi liderleri ve gazetecileri, antik geçmişi Yunanistan'ın bugününe oranla üstün görmekle kalmamakta, ayrıca daha 'uygar' saymaktadırlar." A. Fragoudaki, "Tarih Ders Kitaplarında Ulusal..., s.105.
394- AB üyeliği ve AB kriterlerine uyum konusunda Türkiye'nin olduğu gibi Yunanistan'ında belirgin ölçüde etnik/dinsel kimlik bunalımı içersinde olacağı söylenebilir. Nitekim Yunanistan'da Ortodoks Kilisesi'nin etkin rolü Yunan hükümetinin AB çerçevesinde yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülükler söz konusu olduğunda sıkıntılı anlar yaşatmaktadır. Bunun en son örneği Yunanistan'da hükümetin AB'ye uyum doğrultusunda yeni kimliklerde din hanesinin çıkarılmasına karar vermesinin ardından yaşanmıştır. "Dinin siyasetle içiçe olduğu Yunanistan'da güçlerini yitirmekten korkan kilise kurmayları, başta liderleri Başpiskopos Hristodulos olmak üzere Simitis hükümetine ateş püskürerek, 'Bu karar Elen halkının kimliğini soysuzlaştırma operasyonudur. AB'nin emellerine alet oluyoruz. Yunan halkının Ortodoks kilise ile tarihsel bağları vardır'," diyerek bu karara karşı propaganda savaşı başlatmışlardır. Taki Berberakis, "Dinsiz Kimlik Kavgası", Milliyet, 29 Mayıs 2000, s. 20. Son dönemde Yunanistan'da hükümetin uygulamaya çalışmış olduğu azınlıklara yönelik iyileştirme politikasının fanatik Yunanlılar tarafından kolay kabul edilmeyeceğini ve azınlık sorunlarının AB uyum kriterleri çerçevesinde çözümlenmesini güçleştireceğini söylemek mümkündür. Nitekim Yunanistan Anayasası'nın 3. maddesi hükmüne göre ülkenin dini Ortodoksluk'tur; 13. madde de ise din farklılığının korunacağı hükme bağlanmaktadır. Diğer yandan, başka din ve mezheplerin ülke içinde ibadet yeri açabilmesi için Ortodoks Kilisesi'nin onayı gerekmekte.
395- Örneğin; Türkiye hakkındaki görüşleri nedeniyle "Türk dostu" olmakla suçlanan ünlü müzik adamı Mikis Teodorakis, Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü ve Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucusu Andreas Politakis, ünlü yazar Aziz Nesin ve müzik adamı Zülfü Livaneli bunlardan ilk akla gelenlerdir. Diğer yandan, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında muhalefetin Ecevit'e yönelttiği suçlamalardan birisi de, Ecevit'in Türk-Yunan dostluğu üzerine yazdığı bir şiire ilişkin olmuş, Ecevit, kelimenin olumsuz anlamı ile "Yunansever" olarak tanıtılmaya çalışılmıştır.
396- 17 Ağustos 1999 Düzce/Marmara Depremi'nin ardından Türk ve Yunan halkları arasındaki dayanışmaya koşut olarak 9 Eylül1999 tarihinde İzmir'de yapılan törenlerde ilk kez temsil törenleri anıta sade bir çelenk koyma ile gerçekleştirilmiş ve tören sırasında temsili savaş sahneleri canlandırılırken süngü kullanılmayarak Yunanistan'dan "dostumuz ve komşumuz" diye söz edilmiştir. Bkz; "Süngüsüz Tören", Hürriyet 10 Eylül 1999, ss.1-32.
397- Anket sonuçları için bkz; PİAR-GALLUP International, Turkish-Greek Study, Survey No. 8633, (November 1986).
398- "Bravo Yorgo Kıyameti", Hürriyet, 30 Temmuz 1999, s.22.
399- "Ne Diyor Bu Adam", Hürriyet, 23 Ağustos 1999, s. 9.
400- Hürriyet, 23 Ağustos 1999; Cumhuriyet, 23 Ağustos 1999
401- Bu konuda bkz, dönemin Türk basını; 18-19-20-21-22-23 Ağustos 1999 tarihli Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet gazeteleri. "Teşekkürler Komşu", Hürriyet, 21 Ağustos 1999, s. 18.
402- Stelyo Berberakis, "Yunanlı Dost Gibi Ağlıyor", Sabah, 20 Ağustos, s. 17.
403- Taki Berberakis, "Yunanistan'dan Dost Ses", Milliyet, 26 Ağustos 1999, s. 18.
404- Basında yer alan haberlere göre, AB, bu çerçevede Avrupa Kalkınma Fonu'ndan 135 milyon Euro, Türkiye - AB yakınlaşma stratejisi çerçevesinde 15 milyon Euro, Avrupa Yatırım Bankası'ndan 750 milyon Euro ve MEDA ve ECHO fonlarından olmak üzere 900-950 milyon Euro dolayında fonu deprem yardımı olarak Türkiye'nin kullanımına vermiştir. Murat İlem, "Atina, Vetoya Formül Buldu", Cumhuriyet, 3 Eylül 1999, s. 11.; Serkan Demirtaş, "İnsanlık Başka Siyaset Başka", Cumhuriyet, 3 Eylül 1999, s. 11, Ferai Tınç, "Veto Muamması", Hürriyet, 3 Eylül 1999, s. 18.
405- Murat İlem, "Atina'da Panik Sürüyor", Cumhuriyet, 9 Eylül 1999, s. 7. AKUT ve EMAK'ın depremler sırasındaki dayanışma çabaları her iki ülkede takdirle karşılanırken Hürriyet Gazetesi EKUT ve EMAK'ın Nobel Barış Ödülü'ne ortak aday olarak gösterilmesini önermiş ve bu öneri heriki ülke siyasileri tarafından da kabul görmüştür. Bkz; "Destekliyoruz", Hürriyet, 14 Eylül 1999, ss 1-2.
406- "Süngüsüz Tören", Hürriyet, 10 Eylül 1999, s. 1-32.
407- Kathimerini Gazetesi'nden aktaran, Nur Batur-Maria Sotropa, "Ege'de Deprem Diplomasisi", Hürriyet, 11 Eylül 1999, s. 20.
Türk-Yunan ilişkilerinde uzlaşmazlıkların çözümlenememesi genellikle bir kuşku ve güvensizliğin sürmekte oluşuna bağlanmakta ve ilişkilerde yaşanan bu kuşku ve güvensizliklerin giderilmesi durumunda iki ülke arasındaki sorunların da çözümlenebileceği ileri sürülmektedir.
Gerçekten de Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bir güvensizlik ve karşılıklı kuşku içerisinde gelişmekte olduğu ve bu kuşku ve güvensizliklerin yöneticiler düzeyinde olduğu gibi genel olarak halklar düzeyinde de sürmekte olduğu söylenebilir. İki ülke arasındaki ilişkilerin tarihsel süreci dikkate alındığında bu kuşku ve güvensizliğin temelinde iki ülkenin etnik/dinsel kimlik arayışları ve kurmaya çalıştıkları ulus devlet anlayışı yatmaktadır. [345] Ulusal bağımsızlık savaşlarının halklar arasındaki ayrımcılığı derinleştirmekte oluşu, Yunan ve Türk halkları açısından da benzer bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Yunan halkının ulusal bağımsızlığını kazanması Osmanlı Devleti ve bu devlet içerisindeki egemen unsur olan Türklere karşı sürdürülen kanlı ve uzun savaşımlar sonucunda elde edildiğinden bir anlamda, bu savaşım Yunan ulusal kimliğinin var olma savaşımı niteliğini taşımıştır. Dolayısıyla, Yunan ulusal kimliğinin oluşumu ve benimsenmesi bir Türk karşıtlığı içerisinde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, hem din hem de etnik köken farklılığı halklar arasındaki çıkar çatışmalarını biçimlendirmiştir.
Türk ulusçuluğu açısından da aynı süreçten söz edilebilir. Gerçekten de Türk ulusçuluğu, Osmanlı Devleti'ne saldıran ve Anadolu'yu işgal eden emperyalist devletlere karşı yürütülen savaşımın sonunda ortaya çıkmıştır. Özellikle Yunanlıların İzmir ve çevresini işgal etmeleri Türk halkının işgale karşı yoğun tepki göstermesine neden olmuş ve bu tepki ulusal savaşımın genel karakterini belirlemiştir. Savaşan tarafların başlangıçta İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar olmasına karşın, savaşın sonlarına doğru Türklerle Yunanlılar karşı karşıya kalmışlar ve iki taraf da oldukça büyük kayıplara uğramışlardır. Bu savaşım da, Yunan ulusçuluğunda olduğu gibi, bir anlamda, Türk ulusal kimliğinin var olma savaşımı niteliğini taşımıştır. Savaşın Türklerin yenilgisi ile sonuçlanması halinde Anadolu'nun emperyalist devletlerce paylaşılacak olması ve Türklerin bir sömürge halkı durumuna gelecek olması tepkinin kararlılığını belirlemiştir.
Diğer bir açıdan, Türk ve Yunan uluslarının birbirleri hakkındaki imaj ve algılamaları savaş dönemi çatışmacı ilişkileri içerisinde şekillenmekle birlikte iki ülke arasındaki denge ve statülerin saptanmasından sonra boyutsal farklılığa uğramıştır.
Yunanistan ve Türkiye arasında yoğun kitlesel göçlerin yaşanması ve azınlıklar konusunun gündeme gelmesi, ulus devlet bilincini yerleştirmeye çalışan her iki ülkede de önemli sorunlar doğurmuştur. Yunanistan açısından bu sürecin daha güç şartlar altında geçmiş olduğu söylenebilir. "Megali İdea" etkisinde biçimlenen Yunan dış politikasının Anadolu'ya yönelik işgal girişimini Yunan ulusal kamuoyu önünde "kayıp toprakların yeniden kazanılması" olarak nitelendiren Yunanlı yöneticiler, işgalin Yunanistan'ın başarısızlığı ile sonuçlanmasıyla önemli sorunlar yaşamaya başlamışlardır. Yunanistan'ın yenilgiye uğraması, hem Yunan kamuoyunda hem de Anadolu'da yaşayan Yunan/Rum kökenliler arasında derin bir hayal kırıklığı yaşatmıştır. Bu arada savaşın hem ekonomik hem de insan kaynakları bakımından oldukça önemli kayıplara neden olması kamuoyunun yönetimi eleştirmesine yo açmıştır. Özellikle Anadolu'da yaşayan Yunan/Rum kökenlilerin kitlesel göçlerle Yunanistan'a gelmeleri sosyoekonomik sorunları daha da artırmıştır.
Bir yandan ülkenin savaş nedeniyle bozulan ekonomik yapısının yeniden güçlendirilmesi, diğer yandan da göçlerle gelen insanların yeni yaşamlarına uyum sağlamalarının gerçekleştirilmesinde karşılaşılan güçlükler, iç politika açısından Yunanistan'ın önemli sarsıntılar yaşamasına yol açmıştır. Yunanistan'a göçlerle gelen insanların buradaki yaşamlarından memnun olmamaları ve Anadolu'daki yaşamlarını özlemeleri ve kaybettiklerinden Yunanistan'daki ulusal kamuoyu ve yöneticileri sorumlu tutmaları, beraberinde bir Türk karşıtlığını ortaya çıkarmıştır.
Türk karşıtlığı, bir yandan Yunanlıların Türkler karşısında uğradıkları yenilginin yaratmış olduğu hayal kırıklığı ve eziklik, diğer yandan da savaş sırasında halkın uğramış olduğu kayıplar çerçevesinde değerlendirilmiştir. Savaşlar sırasında yaşanan acı olaylar, hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de uzun süre halkın bilincinden silinmemiştir. Gerçekte, bu iki ülkede de benimsenen resmi ideolojinin bir sonucu olarak uygulamaya konulan ulusal tarih anlayışı ve ulusal kimlik oluşumu çabaları, iki halk arasındaki ilişkileri duygusal yönü ile değerlendirmiş ve hem Yunan hem de Türk kimliği bakımından karşılıklı yanlış imaj ve algılamaların işlendiği bir ulusal bütünleşme çabası gözlenmiştir.
Ulusun yüceltilmesi ve devletin ulusal kişiliğinin geniş kitlelere benimsetilmesi çabaları sırasında etkileri günümüzdeki Türk-Yunan uyuşmazlığına ulaşan bir yaklaşımın izlenmiş oluşu halklar arasında kurulacak bir dostluk ve işbirliği girişiminin uzun ömürlü olmasını engellemiştir. Benimsenen ulusçu yaklaşımlar doğrultusunda geniş halk kitlelerine ve gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılan ulusal kimlik ve tarih bilincinin sonucu olarak, temel eğitim sırasında öğretilen bilgiler halkların birbirlerine bakışını olumsuz yönde etkilemiştir. [346]
Özellikle, temel öğretim sırasında genç kuşaklara aktarılmaya çalışılan ulusal kimlik ve tarih bilinci, halkların birbirlerini doğru ve gerçek yönleriyle tanımalarını engelleyecek ve tarafları önyargılara sürükleyecek kimi eksik/yanlış bilgilerle dolu bulunmaktadır.
Ulusal tarih kitapları ve edebiyat içerisinde Türk ve Yunan ulusal kimliklerinin nasıl algılanmakta olduğunu gösteren incelemelerin sınırlı olmasıyla birlikte bu tür ender incelemelerden çıkan sonuca göre hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de gelecek kuşaklara ulusal kimlik ve tarihsel bilgi aktarımı sırasında oldukça eksik ve yanlış bilgiler verilmekte olduğu görülmektedir.
H. Millas'ın saptamalarına göre, iki ülkedeki ilkokul kitapları bir temel benzerlik bir de özel ayrım göstermektedir;
"... benzerlik... tarih anlayışlarındadır; Bizim ülke en yücedir, biz haklıyız, komşu değersizdir, ülkemizde hep kıyımlar yapmıştır, ondan sakınmalıyız, elindeki topraklar bizden kaptığı eski vatanımızdır gibi görüş en kısa biçimde özetler bu anlayışı. Ayrım ise iki ulusun tarih içinde geçirdikleri değişik aşamalarda ve ulusal tarih olarak seçtikleri ve geliştirdikleri özel öykülerden doğmaktadır. Yunanistan kendini mirasçısı saydığı Bizans'ın sonunu Türkler'den bilir. Son yılların en önemli olayları da doğal olarak, bu ülke için, 1821-1829 Ulusal Bağımsızlık Savaşı ve Anadolu Savaşı'dır. Bu bakımdan komşusuyla başka bir ilişki içindedir. Osmanlı Devleti tarihinde Bizans önemli yer tutmaz. Zaten Bizans'ın 'Yunanlılığı' da çoklukla yadsınmıştır. 1821 Devrimi koca imparatorluğun içinde bir 'eyalet isyanıdır';... Yunanistan Türkiye tarihinde biraz Balkan Savaşı'nda ve önemli bir biçimde İstiklal Savaşı'nda girmiştir. Bu özel nedenler yüzünden Yunanistan'ın tarihinde Türkiye, Türkiye'nin tarihinde Yunanistan'dan daha önemli bir yer kaplamaktadır. Ayrım nicelik sorunudur." [347]
Bu anlayışa uygun olarak, verilen eğitim sırasında her iki ülke de kendi ulusunun uygar olduğunu, diğer uluslara karşı uygarlığı temsi ettiğini ileri sürmektedirler. Örneğin Yunanistan, uygarlığının kaynağının 4000 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu, Atina ve çevresinde yaratılan uygarlığın Dünya'ya buradan yayıldığını ileri sürmektedir. Bu görüşe göre Büyük İskender Asya'nın derinliklerine yapmış olduğu seferlerle buralara uygarlığı götürmüştür. Bizans döneminde uygarlığın ve Hıristiyanlığın korunması için barbarlara karşı uzun süreli bir savaşımın verildiği, 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasıyla birlikte Yunanlı bilginlerin Avrupa'ya yayılarak Yunan uygarlığını buralara taşımış oldukları ve Rönesans'a yardım ettikleri dile getirilmektedir.[348]
Uygarlık konusunda benzer görüşler, Türk tarih kitapları için de söz konusudur. Türk tarih kitaplarında dile getirildiği şekliyle uygarlık Orta Asya'dan yayılmıştır.
"Orta Asyalı Türkler gittikleri yerlerin Eski Taş Çağı'nı yaşayan halkını, Yeni Taş Çağı'na yükselttiler... Onlara ekip biçmeyi, kilden kapkacak yapmayı, madenlerden yararlanmayı öğrettiler. Kendileri de bu ülkelerde daha çok ilerlediler, büyük şehirler ve güçlü devletler kurdular. Mezopotamya'da, Mısır'da, Anadolu'da, Suriye'de ve Ege Denizi çevresinde önemli medeniyet merkezleri meydana geldi... Orta Asya'da yapılan arkeolojik kazılar ve araştırmalar, dünya'nın en eski medeniyetini Türkler'in meydana getirdiğini ortaya çıkarmıştır." [349]
Diğer yandan, iki ülkede de tarih kitaplarında ulusal kimliğin oluşturulmasında ırksal süreklilik olduğu görüşünden hareket edildiği söylenebilir. Örneğin;
"Yunanlı ırkı Yunanistan'ın toprakları üstünde üç bin beş yüz yıldır ve ulusal benliğini yitirmeden kök salmıştır.... Yunanistan'a yerleşen yabancılarla yatan Yunanlı kadınların kromozomları üstün (dominant) olduklarından (çünkü kırsal alanda yaşarlarmış) istilacıların dil ve ruh bakımından zamanla Yunanlılaşmışlardır... Irkımızın karanlık yalnızlığında (Türk yönetimi yılları) sığınağımız bakire Atina tanrıçası ve bakire Meryem anaydı." [350]
Türk tarih kitaplarında da benzer yorumlar dile getirilmektedir. Örneğin;
" Bugünkü Yunanistan'ın Hıristiyan ahalisinin damarlarında halitadan ari, hakiki tek damla Helen kanı yoktur... Kendilerine Yunanlı ismini uygun gören bugünkü Arnavut-Slav karışımı millet... cani, hunhar, yağmacı, katil bir toplumdur." [351]
Yunan kitaplarında, Türklere ilişkin yorumlarda, Türklerin ulusal kimliği Moğollara bağlanmakta; sarı ırktan oldukları ileri sürülmektedir.
"Bizans'ı zor duruma getiren başka halk toplulukları Macarlar ve Peçenekler'di. Türkler gibi bunlar da Moğol soyundandır." [352]"Kral Konstantin onurla Konstandinopolis'i savunmaya hazırlandı, ama Termopilles'deki Leonidas gibi o da barbarların eninde sonunda yeneceklerini biliyordu... II. Mehmet, dervişleri aracılığıyla Türk erlerin fanatizmini ve imgelerini kışkırttı; bu dünyada ve gelecek yaşamda zenginlikler için umut verdi. Saldırıda ölürlerse Cennet'te peygamberleriyle karşılaşacaklarını söyledi. Yaşayanlar ise üç gün süreyle kenti yağma edebileceklerdi... Kent alındığında dehşet ve korku izledi; Katliam, yağma, tutsak almalar, yıkım ve başka barbarlıklar yer aldı." [353]
İstanbul'un alınışı konusunda ise, Türk kitapları oldukça farklı bir yorum getirmektedirler;
"Türkler İstanbul'u aldığı zaman şehirde hiç kimseye ve kimsenin malına dokunulmadı." [354]
İlkokul kitaplarında, Yunanlılar hakkında şunlar yazılıdır;
"İsa'dan önce 1200 yıllarında bir takım barbar kabileler... bugünkü Yunanistan'a girmişlerdir. Bunlar geçtikleri yerleri yakıp yıkmışlar, ele geçirdikleri toprakların eski ahalisini acımaksızın öldürmüşlerdir. Romalılar, adı ve sanı olmayan bu kabilelerin tümüne Grek demişlerdir." [355] "Anadolu'dan buraya göç etmiş bulunan kavimlerle... melezleşmişlerdir. Makedonyalılar, Romalılar, İslavlar ve Arnavutlar'la da karışmışlardır. Böylece Grekler'le bugünkü Yunan milleti arasında, dillerinde ve bazı geleneklerden başka hiçbir ilgi kalmamıştır." [356]
"Yunanistan... Osmanlı İmparatorluğuna saldırmış (1912-1913), bunun için imparatorluğun en zayıf zamanını seçmiştir. Bu savaş sırasında saldırganlar çok zulüm yapmışlar, Türkleri insafsızca öldürmüşlerdir." [357]
Diğer yandan, Osmanlı dönemindeki kimi uygulamalar Yunan tarih kitaplarında şu şekilde anlatılmaktadır;
"Yabanıl ve uygarlıktan yoksun olan o zamanın Türkler'i her geçtikleri yere yıkım getiriyor, köleleştirilen halka hiçbir hak tanınmıyordu... Türkler şeytanca bir düşünceyle devşirme yöntemini buldular. Bir Türk kurulu 6-15 yaşlarındaki Yunan çocuklarını... acımasızca kapıp alıyordu." [358]
Benzer yorumlar Türk tarih kitaplarında da yapılmaktadır;
"Yunanlılar, kundaktaki çocukları da acımasızca öldürebileceklerini daha o zaman göstermişlerdi."; "Vatanımızda hainler de türemişti. Yerli Rumlar Ege Bölgesi'nde ve Trabzon'da taşkınlıklar yapıyorlardı."; "Yunan ordusu silahsız halkı, kadınları ve çocukları gözünü kırpmadan öldürüyordu, köyler ve şehirler yakılıp yıkılıyordu." [359]
Yunan tarih kitaplarında ise, halk üzerinde uygulanan baskı ve şiddet şu şekilde anlatılmaktadır;
"Sakız katliamı Türkler'in canavarlığını ve Yunan ırkını yok etmeyi amaç edindiklerini göstermiştir." ; "(Anadolu bozgununda) yüzlerce Yunanlı halk Türkler tarafından doğrandı." ; "(Osmanlı döneminde reaya (Türk) efendisine boyun eğmeliydi. Türk mahkemelerinde Yunanlı hakkını bulamıyordu... Türkler okulları yasak etmişti." [360]
Hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de okutulan tarih kitaplarında vurgulanmaya çalışılan olayların, genel doğruları dile getirmekle birlikte tek yanlı bir yaklaşım sergiledikleri, dolayısıyla, bu tür bir yaklaşımın doğruları çarpıttığı görülmektedir.
"Doğruların bütünü söylendiğinde doğruluktan söz edilebilir ancak. Çünkü Yunan ordusu Anadolu'da kıyımlarda bulunurken Yunanistan'da Mustafa Kemal yanlısı aydınlar kurşuna diziliyordu. Hakkını bulamayan yalnız Ortodoks reaya değildi. Müslüman reaya da sömürülüyordu, eziliyordu, hatta bazen Hıristiyan ağalarca. Ve bu doğrular devamlı bir biçimde hasır altı edilmekte. Yunan ve Türk ulusunu bir bütün olarak gösterme çabası vardır. Ya bütünüyle kötü ya da bütünüyle üstün. Gerçeklerin bir bölümü söylendiğinde, bütünden koparıldıklarında bir propaganda aracına dönüşmektedir tarih." [361]
Gerçekten de, hem Yunan hem de Türk tarih kitaplarında yıllarca süren savaşlar ve yayılmacı hareketler, bir sömürgeci ve saldırgan politikanın ürünü olarak değil daha çok uygarlığın yayılması çabaları olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Yunan tarih kitaplarına göre;
"Büyük İskender İran'ı, Mısır'ı ele geçiren büyük bir fatih değil aynı zamanda uygarlık getiren büyük bir kimseydi... Halklar tarafından sevilmek için dinlerine, gelenek ve göreneklerine saygı gösterdi." [362]
Türk tarih kitapları ise, Fatih için şu değerlendirmeyi yapmaktadır;
"II. Mehmet Türk Milleti'nin büyüklüğünü, insancıl davranışının en büyük örneklerini verdi. Şehir halkının dinini, gelenek ve göreneklerini, işlerini eskisi gibi sürdürmelerine izin verdi." [363]
Devletler arasında çıkan savaşlara haklılık kazandırmak çabası sergilenirken hem Yunan hem de Türk tarih kitaplarında izlenen yaklaşım benzerlik taşımaktadır;
"(Eski Yunanlılar koloniler kurarlarken) bir çok zorluğun üstünden gelmeleri gerekiyordu. En büyük zorluk o yerlere daha önce yerleşmiş olan insanların tutumuydu. Bazen dostça davranırlardı bu insanlar, bazen ise düşmanca. (Yani yurtlarını korurlardı-HM) o zaman Yunanlılar'ın savaşmaları gerekiyordu." [364]"Mustafa Kemal Sevr Antlaşması'nı tanımadı. İsyan etti... Yunanlılar'a karşı savaşa girişti. O zaman Yunanistan silah zoruyla antlaşmayı uygulamaya mecbur oldu." [365]
"Bizans... İstanbul'da ve Türk toprakları arasında sıkışıp kalmıştı. Karadeniz Boğazı gibi önemli bir geçit, yabancıların elinde bırakılamazdı." [366]
"Osmanlı Devleti saldırgan değildi. Ancak komşu devletler, kendisi için tehlikeli işlere giriştiklerinde, onlara karşı çıkar tehlikeyi önlerdi." [367]
"Osmanlı topraklarının savunulması için Belgrad'ın da alınması gerekiyordu." [368]
Bütün bunların yanı sıra, ulusal bağımsızlık savaşları bakımından da hem Yunan hem de Türk tarih kitapları, benzer bir yaklaşımla;
"... komşu ulusun tarihini elden geldiğince önemsiz kılmaya çalışıyor. 'Bağımsızlık savaşı', 'antisömürgeci', 'antiemperyalist', 'özgürlük isteği', 'insan hakları' ya da 'ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayini' gibi sözleri hiç görmüyoruz... Bol bol 'isyan'dan, 'kışkırtmalar'dan söz ediliyor. Bazen de 'isyancıların nankörlüğünden', isyanı başarıya ulaştıran 'aksilikler'den dem vurulmaktadır." [369]"Osmanlı İmparatorluğu Balkan halkına zararı olmayan bir yönetim geliştirmişti. Kimsenin dinine, diline, gelenek ve göreneklerine dokunulmamıştı... Yunan ayaklanması, Rusya'nın yardımı ve desteği ile Mora Yarımadası'nda oldu; fakat bastırıldı. Ruslar kışkırtıcılıktan vazgeçmedi... Bütün Avrupa'dan para yardımı akıyordu... İstanbul'daki Rum patriğinin bütün oyunları ve çalışmaları meydana çıkarıldı. Osmanlı Devleti onu patrikhanenin kapısına astırdı... (sonunda) İngiltere ve Fransa karıştı... Yunanistan'a bağımsızlık verildi (1829)." [370]
"15 Mayıs 1919'da Yunan orduları büyük devletlerin direktifleri ile Anadolu'ya çıkıp İzmir'i ve dolaylarını ele geçirdi. Yunanistan'ın bu davranışını daha sonra Sevr Antlaşması onayladı. Mustafa Kemal bu antlaşmayı tanımadı. Yunanistan antlaşmayı silah zoruyla uygulamaya çalıştı. Sonra yabancı devletlerin yardım ettiği ve güçlendirdiği Mustafa Kemal genel saldırıya geçti ve yorgun Yunan ordusu yenildi." [371]
Diğer yandan, uygulanmaya çalışılan ulus bilinci ve tarih anlayışına uygun olarak, iki ülke arasında antlaşmalarla saptanmış sınırların zamanla tartışma konusu edilebileceğine ilişkin kimi yorumların yapılmakta olduğu söylenebilir. Özellikle, kayıp topraklardan söz edilmesi ve buna bağlı olarak komşu ülkelerin sınırları içerisinde kalan topraklarda daha önce kendi halklarının yaşamış olduğunu vurgulamaları bir anlamda bu ülkelerin resmi ideolojileri çerçevesinde bazı isteklerini saklı tuttuklarının göstergesi olarak görülebilir. Buna göre, gelecekte herhangi bir olanağın belirmesi durumunda, bu ülkeler saklı tutmuş oldukları isteklerini gerçekleştirmeye çalışabilirler; dolayısıyla, taraflar bu konuda önceden gerekli hazırlıkları yaprak ulusal bilinç düzeyinde duygusal zemini hazırlamaya çalışmaktadırlar.
Gerçekten de, bu yaklaşımın izlerini Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin bütününde görmek mümkündür. Zaman zaman her iki ülkede de resmi ideolojiye uygun olarak Anadolu ve İstanbul'un "Yunanlı" kimliğinden ya da Trakya ve Ege Denizi'ndeki adaların "Türk" olmasından söz edebilmektedirler. Dolayısıyla, bu türden bir yaklaşım iki ülke arasındaki güvensizliğin ve kuşkuların artmasına yol açmakla kalmamakta, yanı sıra, bu anlayışa uygun olarak tarihsel süreklilik ve ırksal devamlılık ve buna uygun ulusal kimlik bilinci oluşturulmaya çalışılmaktadır.
" 'Orası bizimdi' anlayışına 'tarihi tapu' anlayışı da denilebilir. Bu çağ dışı tez her iki tarafta da kullanılmaktadır ama Yunanistan'da daha belirgin ve geçerlidir. İlk adım olarak, tarih içinde Yunanlı dilini kullanmış olan klanlar, kabileler, kentler, imparatorluklardaki uluslar ve çağdaş Yunan ulusu bir bütün olarak kabul edilmektedir. Yani a) eski Yunan, b) Bizans ve c) çağdaş ulusal Yunanlı devleti bir tek ulusun devamlılığı olarak ele alınmaktadır. Sonrası kolaydır; bu 'ulus', tarih içinde nereleri (kan dökerek) eline geçirmişse, orası da vatanı sayılacaktır! Yunanistan'da 'kayıp vatanlar' edebiyatı yaygındır." [372]"Ege adalarının çoğu, büyük devletlerin yardımıyla Yunanistan'da bırakılmıştır. Oysa (SIC)* bazı adalar bizim kıyılarımıza çok yakındır... Ege Denizi'ndeki adalar, altmış yıl kadar önce Osmanlı Devleti'nin bir ili idi." [373]
Benzer yaklaşım Yunan kitaplarında şu şekilde anlatılmaktadır;"Doğu Trakya'da çok eski yıllardan beri Yunanlılar yaşardı... 1920 yılında Yunan ordusu bu yerleri kurtarmıştır ama 1922 yılında bu yerler Türklere verilmiştir." [374]
Bu bağlamda, değinilmesi gereken bir başka nokta ise, iki ülkede de yapılan ulusal kişiliklere ilişkin olumsuz imajlara dayanan ve yanlış algılamalara neden olan genellemelerdir. Gerçekten de zaman zaman iki ülke arasında gerginliğin ortaya çıktığı ve uzlaşmazlığın sertleştiği dönemlerde "Türkler" ya da "Yunanlılar" diye genelleme yaparak bunların "iyi" ya da "kötü" oldukları ileri sürülmekte hatta daha da ileri gidilerek tek bir bireyin davranışında bir ulusun bütününün karakteristik özelliği yansıtılmaya çalışılır. "Türk barbardır", "Türk saldırgandır" ya da "Yunanlı küstahtır", "Yunanlı yaygaracıdır"; bu nitelemeler daha da çeşitlendirilebilir. [375]
Okul kitaplarında halkların ulusal kişilikleri ve tarihsel geçmişlerine ilişkin olarak anlatılanlar, günlük yaşamda edebiyat, basın, kitle iletişim araçları -radyo, TV gibi- resmi demeçler, yorumlarla vurgulanmaktadır. Her iki ülkede de kitle iletişim araçları ve resmi çevreler, özellikle 1950'lerin ikinci yarısında iki ülke arasındaki ilişkilerin gündemini belirlemeye başlayan Kıbrıs konusundaki gelişmelere bağlı olarak, ulusal kişiliklere ilişkin imaj ve algılamaları bir propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlamıştır.
Diğer yandan, Türk ve Rum halkın bir arada yaşadıkları dönemde sergilemiş oldukları ilişkiler ve bu dönem içerisinde halkların birbirleri hakkında edinmiş oldukları değer yargıları ve imajlar, Yunanistan'da daha ağırlıklı olarak, yazın alanına da yansımıştır.
"Osmanlı Rumları'nın XX. yüzyılın başından Lozan Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen yıllara değin uzanan zor dönemdeki (1900-1925) yaşamının günümüz Yunan düzyazı edebiyatına nasıl yansıdığını ortaya koymayı" [376] amaçlayan bir incelemede anılan dönem içerisinde gündelik yaşamda ve Osmanlı toplumsal/siyasal yapılanması içerisinde halklar arasındaki ilişkilerin nasıl geliştiği, Müslüman ve Müslüman olmayan halkların birbirleriyle ilişkilerinde nasıl bir imaj ve algılamadan yola çıktıkları saptanmaya çalışılmaktadır.
Araştırmacının yapmış olduğu saptamalara göre; incelemeye esas alınan yapıtlar ilk bakışta;
"... çeşitli milletlere mensup insanların, aralarındaki farklılıkların bilincinde olarak, ama günlük yaşamlarında bu farklılıklardan kaynaklanan hiçbir güçlükle karşılaşmadan bir arada yaşadıkları bir dünya" sergilemektedir. [377]"Osmanlı imparatorluğu, kimliğin bir addan ve bir millete mensup olma özelliğinden ibaret olduğu çok milletli bir dünyaydı. Ama insanlar bu mozaik içinde 'Osmanlı' yurtseverliği gibi duygulara kapılmadan yaşıyorlardı. Komşu topluluklar barış içinde bir arada yaşıyor, ama kendi özelliklerinin bilincini koruyarak bir arada yaşamaktan öteye de geçmiyorlardı. Bu düşünce ayrılığı, köyde de kente de kendini gösteriyordu. Küçük bir köyde bile her topluluk kendi mahallesinde yaşamaktaydı." [378]
Günlük yaşamda geçerli olan bu yapısallaşma çerçevesinde halkların birbirleri hakkında edinmiş oldukları yargılar ve kişiliklere ilişkin nitelendirmeler sırasında, "hangi coğrafi bölgeden söz edilirse edilsin Türkleri tanımlamak için kullanılan sıfatlar ve sözcüklerin aynı" olduğu belirtilmektedir. Genellikle dile getirilenler; "aylaklık, tembellik, yavaşlık, suskunluk ve az konuşma, amber tesbih, çömelerek oturma, göreli temizlik, Rumların canlılığı karşısında duyulan hayranlıkla karışık şaşkınlık, Rum din adamlarıyla bile barışçı ve kibar ilişkiler." [379]
Diğer yandan;
" 'Türk' sözcüğü birçok farklı gerçeği ifade etmektedir. Bir yanda imparatorluğun resmi gücü, zalimlikleriyle hatırlanan fatihler, adı lanetler anılan padişah, öte yanda her gün birlikte yaşanılan insanlar... Kısacası Türkler, genellikle kasabanın yukarı mahallesinde, ekonomik yaşamın yeniliklerinden en uzak noktalarda, en eski ve tecrit edilmiş kesimlerde oturan bir topluluktu. Gündelik yaşam, kendiliğinden ortaya çıkan bu mekansal bölünmeyi bir ölçüde yumuşatıyordu. Türklerle Rumlar arasındaki ilişkiler, Türklerin Hıristiyan mahallelerinde ayak işlerinde çalıştıkları büyük Batı Anadolu kentlerinde sınırlıydı, ama iç kesimlerde Türk nüfusun çoğunlukta olduğu kasabalarda daha sıkı ilişkiler görülüyordu. Komşu Türk bir tür 'iyi yaban', iyi niyetli, saf, dürüst, kadirbilir, kadere boyun eğen bir insan olarak algılanıyordu. Tüm bu özellikler, Türklerin neden toplumsal açıdan geri kaldıklarını açıklamak için yeterlidir... bu sakin, tutuksuz boyun eğiş, Türkleri yüzyılın başındaki ekonomik gelişmenin dışında bırakmış, onların yöntem bakımından geri kalmış, gittikçe artan ölçüde Rumlara bağımlı hale gelen bir köylü toplumu olarak kalmalarına neden olmuştur." [380]
Bir başka açıdan, ekonomik ilişkiler sırasında da Rum ve Türk halk arasındaki bağımlılık ilişkisi kendini göstermektedir. Özellikle Rum tüccarların Türk köylüsünün ürününü satın alırken düşük fiyat vermesi, eksik tartması vb yöntemlerle kandırması, ilişkilerin yönünü belirlemekte ve bu arada Türk köylüsü körü körüne bir güven duymaktadır Rum tüccara.
Ayrıca; halklar arası ilişkide ayrımcı faktör olarak din farkı da ortaya çıkmaktadır.
"Rumca konuşan, 'vraka' giyen Türkler olduğu gibi (Girit Türkleri), Kapadokya'da yaşayan Rumlar da Türkçe konuşuyor, Tirmit ya da Murat gibi adlar alıyor, fes giyip nargile fokurdatıyor, misafir odasında bir sedirin üstünde kabul ettikleri misafirlerine pastırma ikram ediyor, Türklerle aynı müziği dinlerken ağlıyor, onlarla aynı oyunları oynuyor, erkek bıyığına aynı bağlılığı duyuyordu... Buna karşın Türklerle Rumlar ayrı mekanlarda yaşıyorlardı. Aile yaşamları ayrıydı. Karşı toplumun kızlarına kur yapmaktan çekiniyor, aralarında kız alıp vermekten kaçınıyorlardı. Bu konuda anlatılan acı öyküler bu tür serüvenleri önlüyordu. Rum ve Türk gençleri aynı köyde, aynı düğünde oynuyorlar, ama elele tutuşmamaya da özen gösteriyorlardı." [381]
Din konusunun halklar arasında yaratmış olduğu ayrımcılık, her iki taraf açısından da, din değiştirme durumunda ortadan kalkacak bir yapısallıktadır.
"Din değiştirmek, karşı toplumda genel kabul görmek için yeterlidir. Bir Rum, bir metropolit tarafından vaftiz edilmiş ve yetiştirilmiş bir Türk kızıyla evlenir; Türkler kızlarını eli ayağı tutan, akıllı esirlerle evlendirir, haremleri için Trabzonlu Rum kızlarını ucuza kapatır, beğendikleri Ermeni kızını alır, aileleri öldürülen Ermeni çocuklarını evlat edinirler. Din değiştirmek bütün bunların tek bedeli ve tek formalitesidir. Her iki toplumun gözünde de öteki toplum her şeyden önce 'kafiredir. Kitaplarda, din değiştiren Türklerden çok din değiştiren Rumları kabullenen Türklerle ilgili örneklere rastlanmaktadır. Çünkü Rum tarafında dinsel duygulara bir başka temel etken, ulusal duygu eklenmektedir. Bir başka deyişle Rumlar, 'kendilerini Yunanlı sayan Ortodoks Osmanlı tebaasıdır'. " [382]
Döneme ilişkin yaşamın gerçekleri anlatılırken dile getirilen Yunan ulusal duygusu,
"... bir bölümü Yunan Krallığı yönetimi altında bağımsız yaşamış, bir bölümü de Osmanlı İmparatorluğu'nda reaya olmaktan kurtulamamış olmanın ve bir zamanlar önemli olan bir ulusa mensup olduğunu düşünmenin verdiği bir duygudur. Her zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihsel ve meşru olarak Yunanlılara ait olan ve Türkler tarafından gayri meşru bir şekilde işgal edilen bir ülke olduğu düşünülmüştür... Yunan ulusal duygusu aile, kilise ve okul tarafından sözlü olarak gerçekleştirilen bir aktarmanın ürünüdür. Bu duygu, geçmişin görkemli ve kalıtımsal bir nefrete dayanan bir tarih öğretimi üzerine kurulmuştur. Bu tarih yaklaşımında özellikle Antik Çağ'ın ve Bizans'ın zaferleri üzerinde durulur, fetih mücadeleleri, büyük katliamlar hep tekrarlanır. Tüm güçlükler veya yoksulluklar Türk fetihleriyle, bazı Yunanlıların Türkçe konuşmakta olmaları, Türklerin şiddetiyle açıklanır. Çocukların Yunanca öğrenmelerinin engellenebilmesi için yetişkinlerin dili kesilmiştir... (Bununla beraber;) Avrupalılar, İyonya antik dönemine olan bağlılıkları ve verdikleri değerle Yunanlıların kendi tarihlerini yeniden öğrenmelerini sağlamış ve Yunan ulusal duygusunu canlandırmışlardır. Osmanlı Rumları'nın kıta Yunanlıları'na aldırdıkları yoktu. Onlar 'kendilerine okulda yarı tanrı gibi gösterilen Antik Çağ Yunanlıları'nın geri dönmesini' bekliyorlardı, onlar için Yunanistan bir düş, bir ütopyaydı." [383]
Diğer yandan, Yunan ulusçu duygusu, Yunanlıların Anadolu'ya yönelik askeri harekata girişmeleri ile ortaya çıkan gelişmeler sonucunda kıta Yunanlıları ile Anadolu Rumlarının gerçek isteklerinin pek de uyuşmadığını ortaya çıkarmış, kimi çelişkiler yaşanmaya başlamıştır.
"Anadolu'da yaşayan Rumlar bu askeri harekatın gerekçelerini pek kavrayamamışlardı ve bu harekata katılma konusunda acele etmiyorlardı. Bazı zengin tüccarlar, ulusçuluğun Türklerle Rumları biribirine düşürdüğünü, kendi işlerinin bu yüzden daha fazla zarar görmemesi gerektiğini düşünüyorlardı... Yunan Krallığının askerleriyle Anadolu'nun Rum halkı arasında kısa sürede bir mesafe ortaya çıktı. Yerli Rumlar Yunan askerlerini işgal ordusu gibi davranmakla suçluyorlardı... Yazın bu sırada ilk kez bir Türk ulusçuluğunun varlığını keşfetti. Rum yazarlar Türk ulusçuluğunun ortaya çıkışını Batılılar ve zulüm yapan, halkın yiyeceğini elinden alan, dinsizlerin karılarına saldıran Yunanlılar karşısında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan şoka bağlıyorlardı."[384]
Savaş sırasında sivil halkın uğramış olduğu katliam, baskı ve saldırganlıkların anlatıldığı kitaplarda bazı ortak noktalar şu şekilde sıralanmaktadır;
"Türklerin gerçekleştirdikleri şiddet olayları her zaman düzensiz çetelere atfedilmektedir. Bu çeteler yağmacı, katil, para hırsı içinde sıradan Türk insanının temsilcileri olarak gösterilmektedir.Her şeyi gören ama müdahale etmeyen Batılı devletlerin gemilerinin utanç veren tutumu vurgulanmaktadır. Bu gemiler kaçanları güverteye almayıp, tarafsızlık uğruna denize atmış ve yaralanmalarına yol açmıştır.
Yunan Krallığının yetkili makamları da yalnızca kendi yurttaşlarının kurtarılmasıyla ilgilendikleri için öteki Rumların akıbetinden sorumlu tutulmaktadır." [385]
Yunanlıların Anadolu'ya yönelik askeri harekatlarının Anadolulu Rumlarda bırakmış olduğu izlenimi yazarın aktarmış olduğu şu tümcede bulmak mümkündür; "Bu ülkeye yabancı gibi geldiler, yabancı gibi davrandılar ve yabancı gibi gittiler." [386]
Gerçekten de, Yunanlıların yenilgisiyle birlikte geri çekilmeye başlamaları, bir yandan Anadolu Rumlarının kıta Yunanlıları hakkındaki yargılarını olumsuz yönde etkilerken, diğer yandan da savaş sırasında Anadolu insanının uğramış olduğu yıkımın faturasının kalan Anadolulu Rumlara ödetilebileceği düşüncesi, Rumlar ile Türk halk arasındaki ilişkilerin yönelimini belirlemiştir.
"Kitaplarda, vahşetin yanında Rumlara karşı her zaman iyi, insanca, kardeşçe davranan Türklerin bulunduğu da sürekli vurgulanmaktadır. Katil Türklerin Yunan ordusunun yıkım, saldırı ve yağmalamalarının intikamını alan insanlar oldukları, buna karşılık kurtarılan bir köyün sakinlerinin Yunanlı esirlere yardım ettikleri de anlatılmaktadır. Bu 'iyi' Türkler genellikle yönetici sınıfından, doktor, subay, işçisinin çalışmasından memnun olan mülk sahipleri, aynı dili konuşan Rumlara kardeşçe davranan Giritli Türklerdir. Bu insanlar genellikle eski dostlarının ya da bir zamanlar iyiliklerini gördükleri kişilerin yardımına koşmaktadırlar. Bu yardım bir gülümseme, bir eski giysinin verilmesi olduğu gibi birinin ölümden kurtarılması da olabilir. Nitekim bu insanlık sayesinde 1922 sonunda Türk toprakları üzerinde hala Rumlar yaşıyordu ve bu insanlar Anadolu'da kalmaya kararlıydılar." [387]
Anadolu Rumlarının yaşadıkları çelişki, bu insanların zorunlu göçe tabi tutulmalarıyla bir kat daha artmıştır. Göç etmek zorunda bırakılan Anadolu Rumları, Yunanistan'daki siyasal/toplumsal yapılaşmaya ayak uydurmakta zorluk çektiklerinde,
"Anadolu'ya ait olmak, ideal Yunanlılığa yapılan bir ihanet gibi Rumların yüzüne vurulacaktı... Yunanistan'ın da simgesi olan Osmanlı Rum toplumu hem Batı Avrupa'ya hem de Asya'ya sıkı sıkıya bağlı gösterilmektedir. İzmir burjuvazisi, villaları, garden partileri, tenis maçlarıyla Yunanistan'daki herhangi bir sınıftan çok Batılı büyük burjuvaziye yakındır. Buna karşılık halkın çoğunluğu diliyle, mutfağıyla, gelenekleriyle Yunanistan'daki insanlara değil, Osmanlı dünyasına bağlıdır. Rumlar bunun farkına sürgünde yaşamanın gerçekleriyle karşılaştıkları zaman varacaklardır. İnsan kendi ülkesinde nasıl 'yabancı' olabilir?" [388]
Gerçekten de Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan nüfus değişimi sırasında her iki ülkeden de göçe tabi tutulan kitlelerin hangi kıstaslara göre belirlendiği; kimlerin "Türk" kimlerin "Yunan" kimliğinde olduğu eleştiri konusu yapılmıştır. Örneğin, bu çelişkiyi Türk Ortodoks Kilisesi Başkanı Papa Eftim şu şekilde dile getirmiştir;
"Atatürk büyük adamdır ama, Anadolu'nun Hırıstiyan Türklerini verip, Yunanistan'ın ve Adalar'ın Müslüman gayri Türklerini almıştır." [389]"Bu olgu bütün 1920'li yıllar boyu sürmüştür. Durum b kadarla kalmış olsa, bu nüfus değişiminin bir soy ölçütü izlediği ileri sürülebilecektir. Konya dolaylarında yaşayıp da mezar taşlarına varıncaya dek Türkçe yazıp konuşan Karamanlılar da Rum Ortodoks mezhebinden oldukları için değişime dahil edilmiş ve Yunanistan'a göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Bunun yorumu şudur: En azından 1920'lerde Türkiye'de 'ulus' uygulamada ırk değil, din ölçütü ile tanımlanmıştır."[390]
Diğer yandan, yazarın incelemesine konu edilen kitapların bir bütün olarak ele alındığında, Anadolu Rumları ve Türkler arasındaki ilişkileri ve bağları güçlendirmeyi amaçladığı söylenebilir. İncelenen yapıtların Yunan ders kitaplarına konu edilmesine değinen yazar, bu konuda şu yorumu yapmaktadır;
"Ders kitaplarını hazırlayan yetkililer, Anadolu Rumları'nın yaşamını anlatan yapıtları sanki yeniden okumuş ve yalnızca XIX. yüzyılın olaylarının doğrultusunda, anlatılanların geleneksel ve ulusçu yanlarını vurgulayan ögeleri almışlardır. Edebiyat derlemelerinde metinler... bir yanda İonya'nın neşeli kırlarındaki yaşamın güzel anıları; geçmişte kalan babaerkil mutlu yanları; öte yanda İzmir'in alınması ve daha sonra terkedilmesi sırasında yaşanan acı olaylar; Yunan Bağımsızlık Savaşı'nı izleyen dönemin edebiyat yapıtlarındakine benzer bir Türk görüntüsü (sergilemektedir)... İşlenen konular arasıda genellikle 'Kıbrıs'ın acıları' diye bir bölüme de yer verildiğinden Türklerle ilgili düşünceleri düzeltmek mümkün olmamıştır. Yapılan metin seçimi sonuçta özgün yapıtların anlamını saptırmış, bütün ayrıntıları silmiştir. Geriye kalan yalnızca Sakız katliamının yağmacı, saldırgan, katil, zalim Türkleri'dir." [391]
Lozan sonrası dönem ilişkileri çerçevesinde bakıldığında, halklar arasında olumsuz imaj ve algılamaların etkisinin daha yoğun olduğu ve ulusal dış politikaların biçimlenmesine etki edebileceği söylenebilir; ancak hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de ulusal liderlerin halklar arasındaki ayrımcılığın giderilmesinden yana bir politika izlemekte kararlı oluşları ve iki ülke arasında barışçıl ilişkilerin, dostluk ve işbirliğinin geliştirilmesine yönelmeleri, halkların birbirleri hakkındaki olumsuz yargıların etkisini hafifletmiş ve sürecin sarsıntısız atlatılmasına ortam sağlamıştır.
Bununla birlikte, özellikle 1950'li yılların başından itibaren Kıbrıs konusunun ilişkilerin yönünü belirlemeye başlaması ve giderek, iki ülke arasındaki stratejik çıkar dengesinin bozulmaya başlaması, halkların ulusçu duygularının gün ışığına çıkmasına yol açmış, liderler düzeyinde olduğu kadar kamuoyları düzeyinde de iletişimsizliğin en belirgin örnekleri yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle Kıbrıs'ın egemenliğinin tartışılmaya başlanması sırasında adada yaşayan toplumların ulusal/dinsel kimliklerinin tartışmalarda sıklıkla vurgulanması, çıkar çatışması ile beraber düşmanlık duygularını ortaya çıkarmış ve halklar arasındaki çatışmacı ilişkilerde yaşanan acı deneyimler ve duygusallık sağduyu ile hareket etmeyi engellemiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimine bağlı olarak sergilenen yaklaşımların hem Yunanistan hem de Türkiye'de ulusal basın ve kitle iletişim organları tarafından sansasyonel biçimde dile getirilmesi ulusal kamuoylarının kimi zaman oldukça sert tepki göstermesine yol açmıştır. 1955 yılı 6-7 Eylül olayları buna örnek oluşturmuştur. Kıbrıs sorunuyla ilgili gerçek tarafların, ulusal tezlerin yeni yeni belirginleşmeye başladığı dönemde hem Yunanistan hem de Türkiye'de hükümetlerin büyük ölçüde ulusal kamuoyu ve çeşitli baskı gruplarının etkisi altında kalarak konuyla ilgilenmek zorunda bırakıldıkları, dolayısıyla, iç politika açısından olduğu gibi dış politika açısından da bu konudaki tartışmaların basın önünde yoğun bir ilgi çekmekte oluşu, ulusçu ve ödün vermez bir yaklaşımın kolaylıkla propagandalara dönüşmesine neden olmuştur. 6-7 Eylül olaylarının nasıl başladığı, olayların gelişiminden kimlerin sorumlu olduğuna ilişkin çeşitli spekülasyonların hala tartışma konusu edilmekte oluşuna karşın asıl önemli olan bu olayın azınlıklar ve Türk halkı arasındaki güvene dayalı ilişkileri sarsmış olmasıdır. Nitekim, bu olay sırasında maddi ve manevi zarara uğramış olan azınlık mensupları daha sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin giderek sertleşmesi ve gerginliğin giderilememesi üzerine iki ülke arasında bir pazarlık unsuruna dönüşmüş ve olayların bedelini, İstanbul'daki Rumlar kadar Yunanistan'daki Türkler çekmiştir.
1960'lı yılların ilk yarısından itibaren Kıbrıs'ta Türk ve Rum toplumları arasındaki ilişkilerin çatışmacı bir nitelik kazanması ve toplumlararası şiddet olaylarının gündemde sıklıkla yer alması, ulusçu duyguların hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de halklar arasındaki imaj ve algılamaları biçimlendirmiştir. Şiddet hareketlerinin basın ve kitle iletişim araçlarında dile getirilmesi ulusçu duyguların kabarmasına yol açarken her iki ülkede de ulusal hükümetler bu konuda kamuoyunun artan baskısına göre hareket etmek zorunda kalmıştır. İç politika açısından bu konu iktidar ve muhalefet partileri arasında bir ortak prestij unsuru olarak algılanmaya başlanmış, bu da hükümet ve muhalefet partilerinin konu üzerinde birbirlerini desteklemelerine zemin hazırlamıştır; ayrım ise, dış politikada izlenecek yöntem açısından olmuştur.
Diğer yandan, 1974 yılında Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmak zorunda kalması hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de ulusçu duyguların etkisini en fazla hissettirdiği olay olmuş, bir prestij unsuru olarak ilişkilere yön vermiştir. Türk kamuoyu, olaya 1960'lardan beri devam etmekte olan Yunan zalimliğine ve yayılmacılığına verilen sert bir cevap olarak değerlendirirken, Yunan kamuoyunda Türkiye'nin adaya müdahalede bulunması, Türk barbarlığı ve saldırganlığının bir örneği olarak değerlendirilmiştir.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı'na neden olan "Enosis" yanlısı darbe sonrasında adadaki Rum ve Türk toplumuna yöneltilmiş olan toplu katliamlar ve şiddet olayları, hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de insancıl/ulusal duyguları canlandırmış ve bu duygular tepkiye dönüşmüştür. Özellikle Türk basınında bu dönemde adadaki Türk toplumuna karşı yöneltilen ve "Enosis" yanlısı Yunan subayları tarafından gerçekleştirilmiş olduğu belirtilen toplu katliamların, toplu mezarların fotoğrafları yayınlanmış ve bu tür hareketler "barbarlık", "Yunan zalimliği" olarak nitelendirilmiştir.
Diğer yandan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından Kıbrıs konusunun iki ülke arasındaki diğer sorunlardan farklı bir konuma sahip olduğu söylenebilir. Gerçekten de bu olay bir yandan hem liderler hem de ulusal kamuoyları açısından iki ülke arasında bir savaş olasılığının giderek artmakta olduğu gerçeğini ortaya çıkarmış; diğer yandan da, iki ülke arasındaki ilişkilerde ulusçu yaklaşımın dostluk ve işbirliğinin kurulmasını güçleştirdiğini ortaya çıkarmıştır. Bu gerçeği, Kıbrıs'ta toplumlar arasında kurulacak olan yeni statü arayışlarında da görmek mümkündür. Kıbrıs Rum toplumu kurulacak yeni devletin siyasal yapılaşmasının üniter olmasını, Türk askerlerinin adadan bütünüyle geri çekilmesini istemesine karşın Türk toplumu adada yaşayan her iki toplum arasında karşılıklı güven geliştirilmeden bunun mümkün olamayacağını ve iki kesimliliğin bir zorunluluk olduğunu düşünmektedir.
345- Bu ulus yaratma çabası beraberinde "biz" ve "öteki" sorununu ve bir tür grup/toplum önyargısını ortaya çıkarmıştır. Tekeli'nin de belirttiği gibi; " 'Biz' ve onun karşısında 'öteki'nin yaratılması bir toplumsal süreçtir... Grup önyargısı bir grubun üyelerinin bir başka grup ve üyeleri hakkındaki ortak önyargılarıdır diye tanımlanabilir. Genellikle de olumsuzluk yüklüdürler... Özellikle yeni gelişen mikro milliyetçilikler, varlıklarını, geçmişte kaybeden taraf olmaya dayandırdıklarından, yarattıkları yeni kimlikleriyle bir eşitlik talebinde bulunmuş oluyorlar, ama kendi ötekilerini yaratırken onu değiştirme olanağını da yitiriyorlar, onu belli bir biçimde korumuş oluyorlar." Buradan yola çıkıldığında ise, uluslaşma sürecinde çatışmanın yerini uzlaşma ve işbirliğinin almasını sağlayacak öge olarak "biz" ve "öteki" arasındaki birlikteliğin bir tür zorunluluk olduğunun anlaşılması gerekmekte. " 'Öteki'nin olmadığı bir toplum arayışı anlamsızdır. Anlamlı olan arayış bir toplumda çatışma yaratmayan, dışlayıcı olmayan 'öteki' anlayışlarının nasıl kurulacağıdır. Burada da anahtar kavram, ötekileri yaratan bizlerin bir üstünlük iddiası taşımamalarıdır. Bizler ve ötekiler hiçbir biçimde üstünlük ima etmeyen farklılıklar üzerinde kurulduğunda, ya da, içten ve dıştan sürekli olarak eleştirilerek üstünlük iddialarından arındırılarak sadece farklılıklara indirgendiğinde, bir sorun kalmayacaktır." İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara: Dost Kitapevi Yayınları, 1998, ss.87-88.
346- Tarih kitaplarında ulusal kimliğin yaratılış ve yansıtılış şeklini irdeleyen çalışmalar için bkz,; Etienne Copeaux, "Türk Kimlik Söyleminin Topografyası ve Kronografisi", Tarih Eğitimi ve Tarihte "Öteki" Sorunu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt yayınları, 1998, ss.70-84; Anna Frangoudaki, "Tarih Ders Kitaplarında Ulusal 'Ben' ve Ulusal 'Öteki'," Tarih Eğitimi ve Tarihte "Öteki" Sorunu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, ss. 96-105; Gerassimos Kouzelis, "Ulusal Kimliğin Yapısı: Yunan eğitim Sisteminde Öğretmenlerin Ulusal 'Ben' ve Ulusal 'Öteki'ni Temsilleri," Tarih Eğitimi ve Tarihte "Öteki" Sorunu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, ss. 106-112; Penelope Stathis, "Yunan [ve Türk] Tarih Ders Kitaplarında 'Ben' ve 'Öteki' İmgeleri," Tarih Eğitimi ve Tarihte "Öteki" Sorunu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, ss. 125-133.
347- H. Millas, Tencere Dibin.., ss. 36-37. Türkiye ve Yunanistan'daki tarih kitapları ele alınırken H. Millas'ın kitabına sıklıkla atıfta bulunulacaktır.
348- H. Millas, Tencere Dibin.., ss. 36-37.
349- Niyazi Akşit, Milli Tarih, s. 25'den aktaran H. Millas, Tencere Dibin.., s. 37.
350- V. N. Kremidas, Yunanlıların Zaman İçerisindeki Sürekliliği, ss. 7-9'dan aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., ss. 24-25.
351- Selahattin Selışık, Türk-Yunan İlişkileri Tarihi, İstanbul: Kitaş Yay. 1968, ss. 75; 299-300.
352- A. Büyükas, Roma ve Bizans Tarihi, s. 116'dan aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 38.
353- A. Büyükas, Roma ve Bizans Tarihi, s. 57'den aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 38.
354- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s. 19'dan aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 38.
355- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s. 19'dan aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 39.
356- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, ss. 151-152'den aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 39.
357- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, ss. 151-152'den aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 39
358- N. Diyamantopulo, A. Kiryazapulo, Yakın Zamanların Yunan Tarihi 6. Sınıf, ss. 8-9'dan aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 40.
359- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, ss. 64, 92, 99'dan aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 39
360- N. Diyamantopulo, A. Kiryazapulo, Yakın Zamanların Yunan Tarihi 6. Sınıf, ss. 11,91,168'den aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 40.
361- H. Millas, Tencere Dibin.., s. 41.
362- G. Kamateru, Glitsi, Eski Yunan Tarihi, s. 168'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 42.
363- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s. 19'dan aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 42.
364- G. Kamateru, Glitsi, Eski Yunan Tarihi, s. 43'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 42.
365- N. Diyamantopulo, A. Kiryazapulo, Yakın Zamanların Yunan Tarihi 6. Sınıf, ss. 167-168'den aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 40.
366- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s. 19'dan aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 42.
367- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s.27'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 42.
368- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s.28'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 42
369- H. Millas, Tencere Dibin.., s. 44.
370- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s.154'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 44
371- N. Diyamantopulo, A. Kiryazapulo, Yakın Zamanların Yunan Tarihi 6. Sınıf, ss. 167-168'den aktaran, H. Millas Tencere Dibin.., s. 45.
372- H. Millas Tencere Dibin.., s. 96.
* SIC- Latince, metinden aynen alınmıştır anlamında.
373- F. Sanır, T. Asal, N. Akşit, Sosyal Bilgiler 5, s.154'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 98.
374- Kostopulo, Avrupa Coğrafyası 5, s. 62'den aktaran, H. Millas, Tencere Dibin.., s. 99.
375- Bu tür nitelendirmelerin kullanılmakta oluşu, aslında, kamuoyu oluşturmada uygulanan propagandanın da koşullarına uygun düşmektedir; Nitekim, "Propaganda her şeyden önce konuyu basitleştirip, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek hale sokmaya çalışır... Dost ve düşman, iyi ve kötü bellidir." Diğer bir kurala göre ise, "Propaganda az sayıda düşünce ile sınırlandırılıp, o az sayıdaki düşünce bıkmaz usanmaz bir biçimde tekrarlanmalıdır... Sürekli duyulan şey, doğruymuş gibi bilinç altına yerleşebilir." Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, Ankara: İmge Yayınları, 1995, s.174.
376- Joelle Dalegre, "Yunan Düzyazı Edebiyatında Türkler ve Rumlar 1900-1925, Türk-Yunan Uyuşmazlığı, Der. Semih Vaner, İstanbul: Metis Yayınları, 1989 s. 241.
377- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 241.
378- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 241.
379- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 242.
380- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," ss. 242-243.
381- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," ss. 245.
382- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 246.
383- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 246-247.
384-.Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 250-252.
385- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 252.
386- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 252.
387- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," s. 252.
388- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," ss. 253-254.
389- Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, İst. Bilgi Yay. 1990, s. 158.
390- B. Oran, Atatürk.., ss. 158-159.
391- J. Dalegre, "Yunan Düzyazı..," ss. 255.
Yunanistan'ın AB'ne üyeliği ve Türkiye'nin bu birliğe tam üyelik başvurusunda bulunmuş olması iki ülke arasındaki ilişkilerde karşılıklı bir mücadeleyi beraberinde getirmiştir. AB'nin ortaya çıkış sürecinden başlayarak Türkiye'nin bu örgütlenme içerisinde yer almak isteğinin Yunanistan ile ilişkileri çerçevesinde değerlendirilmiş olduğunu görmekteyiz.
Kıbrıs sorunu ve ilerleyen dönemlerde iki ülke arasında ortaya çıkan diğer sorunlara bağlı olarak gerginleşen ilişkilerde Yunanistan'ın Türkiye'ye ilişkin politikalarını belirlerken uluslararası destek sağlama çabalarında ittifak ilişkilerinden yararlandığı görülmektedir. Bu arada dikkati çeken nokta ise bu ittifak ilişkileri çerçevesinde Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı oluşturmaya çalıştığı imaj ve dildir. Süreç izlendiğinde Yunanistan'ın bu çabalarında Türkiye'ye yönelik tepkileri büyük ölçüde Türkiye'nin yapısal özellikleriyle bağdaştırarak ele aldığı söylenebilir. Türkiye'nin iki ülke arasındaki sorunların siyasi ve hukuksal yönleri bulunduğunu söylemesine ve uzlaşmazlıkların barışçıl yöntemlerle iki ülke arasındaki görüşmelerle çözümlenebileceğini belirtmesine karşın Yunanistan'ın iki ülke arasındaki uzlaşmazlığı uygar / barbar, doğulu / batılı, masum / saldırgan ayrımına göre ele alarak Türkiye'nin her davranışının sıfır toplamlı bir çözüme yönelik olduğunu iddia etmiştir. Bu bakımdan ele alındığında, Yunanistan ve Türkiye arasında var olan kimi sosyokültürel farklılıkların da bu uzlaşmazlıkların çözümünde rol oynadığı görülmektedir. Yunanistan'ın büyük ölçüde Ortodoks Hıristiyan dinine Türkiye'nin ise İslamiyet dinine inanan insanlardan oluşması iki ülke arasındaki uzlaşmazlığa bir tür dinler çekişmesi boyutu kazandırmakta. Diğer yandan, etnik kimliğin de benzer bir boyutta ele alındığı görülmekte; Türklerin Balkanlar ve Avrupa'da uzun yıllar egemenlik kurmuş olmaları dolayısıyla Osmanlı/Türk kimliğine karşı buralarda var olan ve insanların bilinçlerine yer etmiş bulunan olumsuz imajların bu uyuşmazlıklar gündeme geldiğinde de Yunanistan tarafından kullanıldığı görülmüştür. Türklerin İslam dinine bağlı oldukları, Avrupalı değil aksine Asyalı oldukları dolayısıyla Avrupa uygarlığının bir parçası olarak kabul edilemeyecekleri kimi zaman açıkça kimi zaman örtülü olarak dile getirilmektedir. [342]
Bu durum, özellikle, bunalım dönemlerinde Türkiye'nin yoğun uğraşısını gerektirmekte; Yunanistan'ın oluşturmaya çalıştığı baskı ve kamuoyu yaptırımları ne yazık ki diğer Avrupa ülkelerinde destek bulabilmektedir. Askeri açıdan Türkiye'nin NATO çerçevesindeki yükümlülüklerine olan gereksinim bir yana bırakılırsa, Türkiye'nin Avrupa kimliği içerisindeki yeri sürekli bir sorgulamayı da beraberinde gündeme getirmektedir. [343]Dolayısıyla, Türkiye söz konusu olduğunda, Yunanistan bu kaygıları kolaylıkla kullanabilmektedir. Doğrusu, bir başka yönüyle Türkiye'nin Avrupa kimliği içerisinde yer alması konusunda çekimser davranan ülkelerin de Yunanistan'ın bu politikasını ileri sürerek Türkiye'nin çabalarını geciktirdiklerini de söyleyebiliriz.
Bu durum özellikle 1999-2000 sürecinde Türkiye'nin AB'ne tam üyelik girişimleri sırasında yaşanan pek çok olayda açıkça görülmektedir. Bu süreç içerisinde Türkiye'nin önüne çıkarılan engeller arasında Türkiye'deki rejimin demokratik ilke ve kurumlara Avrupa ölçülerinde sahip bulunmadığından, ekonomik yapılanmanın sorunlu olduğundan, nüfusun yapısından, azınlıklardan, dinsel özelliklerinden doğan pek çok farklılığı vurgulanmıştır.
Türk - Yunan ilişkilerinde AB'ye tam üyelik konusunun Yunanistan'ın Türkiye'ye ilişkin politikasında önemli bir değişikliğe yol açtığı görülmektedir. Dış politika çizgisinde esasa ilişkin konuların iki ülke arasındaki görüşmelerde ele alınmasına, egemenlik haklarının pazarlık konusu yapılamayacağını ileri sürerek karşı çıkan Yunanistan, Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin tam üyeliğe aday ülkeler arasında yer almasına karşı çıkmamak için ileri sürmüş olduğu koşulları sağlayarak, Türkiye karşısında açık bir avantaj sağlamıştır. Bu durum özellikle Türkiye'nin iki ülke arasındaki sorunların görüşmeler yoluyla ele alınması yönündeki politikasında değişiklik yaşandığını göstermesi bakımından da ilginçtir. Nitekim Türkiye'de dile getirilen görüşlere göre; Yunanistan, Türkiye ile olan sorunlarını AB çerçevesine taşıyarak hareket alanını genişletirken Türkiye'yi yükümlülük altına sokmayı başarmıştır. [344] Bu durum ise Türkiye'nin AB'ye tam üyelik karşılığında Ege Denizi'ndeki ve Kıbns'taki egemenlik ve çıkarlarından önemli ölçüde ödünler vermesine yol açabilecek bir süreci başlatmış, Türkiye'nin gerek AB gerekse Yunanistan'a karşı duyarlılığını arttırmıştır. Türkiye, GB ile düşmüş olduğu hatalı süreci yeniden yaşamamak konusunda duyarlı davranmaya başlamıştır.
342- Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa ve ABD eksenli güvenlik stratejisi belirlenirken bütünleştirici eğilimler olarak ileri sürülen demokratik barış, piyasa ekonomisi ve uygarlık paradigmaları çerçevesinde Türkiye'nin olduğu kadar Yunanistan'ın da yeri tartışılmaya başlanmıştır. Yunanistan'ın Ortodoks kimliği ve Türkiye'nin İslam kimliğinin Avrupa Birliği, Batı ittifak sistemi için bir tür ikilem yarattığı ileri sürülmüştür. Bu konuda bkz; Elizabet Prodromou, "Yunanistan'da Soğuk Savaş Sonrası Güvenliğinde Algılama Paradoksu", Yunan Paradoksu, Der. Graham T. Allison - Kalipso Nikolaydis, İstanbul: Doğan Kitap, 1999, ss.153-163.
343- Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından Avrupa'nın AB ve NATO'ya olan nükleer bağımlılığının azalmış olması, beraberinde AB çerçevesinde üye ülkeler arasında bir askeri güç oluşturulması düşüncesinin daha fazla yer etmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, geliştirilmeye çalışılan BAB ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği çerçevesinde Türkiye'ye biçilen rol edilgen bir roldür. Türkiye AB'ye tam üye yapılmaz iken, NATO çerçevesindeki yükümlülüklerinin AGSK çerçevesinde de sürdürülmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Türkiye ve ABD bu görüşe şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu konuda bkz; "Solana AGSK İçin İknaya Geldi", Cumhuriyet, 1 Haziran 2000, s. 8.; Erol Manisalı, "Askerler, Siviller ve AB", Cumhuriyet, 7 Haziran 2000, s.8.; Serkan Demirtaş, "Ankara 'BAB Modeli' İstiyor", Cumhuriyet, 10 Haziran 2000, s. 8.
344- Erol Manisalı, "Atina İşleri Brüksel'e Havale etti", Cumhuriyet, 5 Ocak 2000, s. 10; "... Yunanistan Türkiye2ye karşı kriz politikasında 'kayıplara' uğruyordu. Savunmaya çok para ayırıyordu. Ayrıca AB'nin parasal birliğine girmesi için zorlanacaktı. Kriz politikasını bırakırsa işleri kolaylaşacaktı. PKK desteği ise Atina'yı uluslararası alanda zora sokuyordu... Ancak Atina, çok ince ve takdir edilmesi gereken bir manevra ile kendi sırtına yüklemiş olduğu bu maliyet öğelerini bir kalemde Brüksel'e havale ediverdi. Çünkü Türkiye 'aday ülke' yapıldı. Atina bir taşla iki kuş vuruyordu: Hem bütün bu yükten kurtuluyordu. Hem de artık AB, Atina'nın Türkiye'den istediklerini, onun adına gerçekleştirecekti. Atina tek başına Türkiye'den alamadıklarını, koskocaman AB kanalı ile Türkiye'den koparabilecekti. Kıbrıs ve Ege konularında artık Türkiye'nin karşısında Atina yerine AB bulunacaktı. Atina kenara çekilip seyredecek, gerektiğinde ise AB içindeki bir tam üye olarak, gücünü devreye sokacaktı. Hele önümüzdeki yıllarda AB'nin 'bağımsız askeri gücünün de AB işleri ile görevlendirileceği' göz önüne alınırsa 'dışarıdaki Türkiye'ye karşı' Ege ve Kıbrıs'ta AB askeri gücü Yunan askerinin yerini alacaktır. PKK konusunda da artık Atina'nın eğitim kampları kurmasına gerek yoktu: Türkiye'nin koşullu adaylığı içindeki koşullardan biri de 'azınlık' konusunu içeriyordu."
Türkiye açısından ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğüne yönelik tehditlerin doğrudan komşu bir ülkeden kaynaklanması gerekmemektedir. PKK ayrılıkçı terör örgütüne yönelik mücadelesi sırasında ortaya çıkan bulgular ışığında değerlendirildiğinde komşu ülkelerden bu örgütlere önemli ölçüde lojistik ve siyasi destek verilmekte olduğu görülmüştür. Komşu ülkelerin sağlamış olduğu desteklerle gelişen ve uzun yıllar Türkiye'yi maddi ve manevi kayıplara uğratan terör örgütlerinin dış bağlantıları arasında Yunanistan'ın oynamış olduğu rol dikkat çekicidir.
Türkiye'nin elde etmiş olduğu bulgulara dayanarak Yunanistan'a yapmış olduğu uyarılara karşın bu desteğin sürdürülmek istenmesi ve uluslararası kamuoyunda meşrulaştırma çabalarına girişilmesi, Türkiye'nin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü, çıkarları açısından Yunanistan'ı açık bir tehdit kaynağı olarak kabul etmesine yol açmıştır. Türk siyasi ve askeri kadrolarının bu konudaki bilgilerinin kitle iletişim araçlarında yer alması Yunanistan'a ilişkin kamuoyu yargılarının pekiştirmiştir.
Yunanistan'ın ve Yunanlı politikacıların PKK terör örgütüne vermiş oldukları siyasi destek giderek uluslararası kamuoyu önünde açıktan yürütülmüştür. Yunanlı politikacılar ve askerler PKK örgütünün Suriye, Irak ve Lübnan'daki üslerini ziyaret ederek desteklerini ifade etmişlerdir.
Askeri bakımdan örgüte verilen destekler ise ayrı bir boyutta ele alınmalıdır. Terör örgütünün sürdürdüğü mücadele sırasında gereksinim duymuş olduğu silahları kısmen Irak'taki depolardan kısmen dağılan eski SSCB ülkelerinden ve Afganistan'dan satın almış olduğu biliniyor. Ancak, bu silahların ötesinde özellikle helikopterlere karşı etkili bir mücadele yapabilmek için elde etmeye çalıştıkları füze sistemlerini elde etmelerinde Yunanistan'ın rol oynadığı yakalanan teröristler tarafından doğrulanmıştır. [322]
Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerde doğrudan bir sorun olarak karşımıza çıkması terör örgütünün bu ülkede açıktan açığa örgütlenmeye başlaması ve Yunan askeri ve siyasi makamlarının örgütün faaliyetlerini kolaylaştırıcı hatta yönlendirici bir politika izlemesiyle olmuştur.
Türkiye'nin 1980'lerin ilk yarısından bugüne güneydoğuda sürdürmekte olduğu ayrılıkçı teröre karşı mücadelede göstermiş olduğu askeri başarının siyasi alanda da etkisini göstermesi 1998 yılında örgüt liderlerinden Şemdin Sakık'ın Irak'ta ve Abdullah Öcalan'ın da Kenya'da, Türk istihbarat timlerinin yürüttükleri birer operasyon sonucunda ele geçirilmesiyle olmuştur.[323]
Bu iki önemli ismin Türk istihbarat timlerince ele geçirilmesi süreci örgütün uluslararası bağlantılarının gün ışığına çıkmasını sağlamıştır. Sakık'ın yakalanmasının ardından Türkiye'nin örgütün lideri olarak kabul edilen A. Öcalan'ın yerleşmiş olduğu Suriye üzerinde uygulamış olduğu askeri ve siyasi baskı olumlu sonuç vermiş ve Öcalan Suriye'yi terk etmek zorunda kalmıştır. [324]Suriye dışında Öcalan'ın yerleşebileceği ülkeler arasında Rusya, Ermenistan, İran, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerin adları gündeme gelirken Türkiye bu ülkelerden Öcalan'a sığınma ve yerleşme hakkı vermemelerini istemiştir. Bu süreç, PKK'nın Türkiye'deki eylemlerinin uluslararası bir nitelik taşıdığının gerek ulusal gerekse uluslararası kamuoyunda açıktan tartışıldığı bir dönem olarak dikkatleri çekmektedir. Türkiye ulusal güvenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik fiili bir tehlike ile yoğun bir mücadele verirken zaman zaman uluslararası baskıları göğüslemek durumunda kalabilmiş ve bu mücadelesinde yalnız bırakılmıştır. Bu durum İran, Suriye, Irak, Ermenistan ve Rusya bakımından kısmen anlaşılır olmakla birlikte, özellikle İtalya, Yunanistan, Hollanda, Belçika ve Almanya gibi, Türkiye'nin ittifak ilişkileri içerisinde olduğu ülkelerin yaklaşımları bakımından daha önemlidir. Bu ülkeler, Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliği için yürütmüş olduğu mücadeleyi desteklemek yerine engellemişlerdir.
Özellikle Yunanistan ile sorunlar çerçevesinde, Türkiye'nin bu ülkeye yönelik tepkisi uzun süre sonuçsuz kalmış ve Yunanistan, PKK'yı bir terör örgütü olarak kabul etmediğini ve bu örgütün yürütmüş olduğu silahlı mücadeleyi de insan hakları ve demokrasi bakımından değerlendirmekte olduğunu ifade etmiştir. [325]Gerçekten de Yunanistan'da siyasiler Yunanistan'ın PKK ve Öcalan ile olan bağlarını gözlerden kaçırmaya çalışmışlardır. Örneğin Konstantin Stefanopoulos (Yunanistan Cumhurbaşkanı), Yunan Paradoksu adlı kitaba yazmış olduğu makalede şu görüşlere yer vermektedir;
"Yunanistan Türkiye'ye karşı hiçbir hasmane eylem içerisinde değildir. Ülkemizin Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) üyelerini aktif biçimde desteklediği ve eğittiği iddiası tümüyle yanlıştır ve bu nedenle de Türkiye iddiasını destekleyecek en ufak bir kanıt dahi bulamamıştır." [326]
Dolayısıyla, Yunanistan'ın terör örgütüne vermiş olduğu desteği protesto eden Türkiye'nin bu protestosu, uzun süre Yunanistan tarafından reddedilmiş, fakat Öcalan'ın Kenya'da Yunanistan Büyükelçiliği'nde saklandığının açığa çıkması ve yakalanmasının ardından Yunanistan, durumu kabullenmek zorunda kalmıştır. [327]
Cumhurbaşkanı Demirel, Öcalan'ın Yunanistan'ın Kenya Büyükelçiliği konutunda saklandığının ortaya çıkması ve Yunanistan'ın sorumluluğunun belli olmasının ardından, yapmış olduğu bir açıklamada Yunanistan'ı "haydut devlet" olarak nitelendirmiş ve uluslararası hukuka uymadığını, terörü destekleyen ülkeler arasında yer alarak dostluk ve müttefiklik kimliği ile bağdaşmayan bir davranış sergilediğini belirtmiştir. Ayrıca, Yunanistan'ın bu politikasından vazgeçmediği taktirde Türkiye'nin BM ilkeleri doğrultusunda meşru savunma hakkını kullanarak gerekli tepkiyi göstereceğini vurgulamıştır. Cumhurbaşkanı Demirel, Manila'da yapmış olduğu basın açıklamasında;
"PKK'nın en büyük destekçileri arasında yer alan ve son olaylarla 'suçüstü yakalanan' Yunanistan'ın 'terörü destekleyen ülkeler' listesine alınmasını" istemiş ve "Yunanistan'ın yasadışı davranışlarını sürdürmesi durumunda Türkiye'nin 'uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaa hakkını kullanacağını" vurgulamıştır. "Yunanistan, sığınacak yer arayan PKK teröristlerine melce sağlamakta, bunlara eğitim kolaylıkları ve lojistik destek vermektedir. Yunanistan PKK'nin terör eylemlerini hiçbir zaman kınamamıştır. Tersine Yunanistan, kısa bir süre önce bir kez daha PKK terör örgütünü ve onun elebaşı Öcalan'ı terörist olarak görmediğini açıklamıştır. Nihayet son olarak Kenya'da ele geçirilmesinden önce Yunanistan tarafından kendine sağlanan yardım ve bunun bizzat Yunanlı yetkililer tarafından itiraf edilmesi, her şeyi açıkça gözler önüne sermiştir. Bu gelişmeyle birlikte Yunanistan ve suç ortağı Kıbrıs Rumları, terörizmle ilişkilerinde suçüstü yakalanmışlardır.""Böyle bir ülke ancak 'yasadışı bir devlet' olarak tanımlanabilir. Yine de Yunanistan'a bir şans daha vermek istiyoruz. Bu çerçevede Yunanlı yetkilileri bir kez daha medeni ve hukuka saygılı her ülkenin yapması gerektiği gibi uluslararası hukuk çerçevesinde yükümlülüklerine uymaya davet ediyorum. Bununla birlikte, şayet yasadışı davranışlarını sürdürmeyi tercih ederlerse, uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaaya dönük gerekli tedbirleri alma hakkımızı saklı tutuyoruz." [328]
Demirel'in Yunanistan'a ilişkin konuşmasını değerlendiren Şükrü Elekdağ'a göre,
"Demirel'in Yunanistan'a yönelik sözleri ... mesajın sert bir uyarıdan daha fazla bir ağırlığa sahip olduğu ve bir nevi ültimatom niteliği taşıdığı anlaşılır. Türkiye bu şekilde konuşmakta haklıdır. Çünkü Birleşmiş Milletler'in (BM) terörle mücadele ve saldırının tarifine ilişkin kararları ve BM Yasası'nın 2/4. Maddesi ışığında, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü hedef alan bir terörist örgüte destek veren ve onu topraklarında barındıran Yunanistan, bu tutumuyla ülkemiz için bir tehdit oluşturmaktan da öteye fiilen ve hukuken saldırıda bulunmaktadır." [329]
Sami Kohen'in değerlendirmesine göre ise, Demirel'in konuşmasında dile getirmiş olduğu
"Yunanistan'ın terörizme destek veren, yataklık eden ülkeler listesine dahil edilmesi" ve "uluslararası hukuktan doğan meşru savunma hakkının saklı tutulduğu" ifadeleri "Yunanistan'ın aynı tavrı sürdürmesi halinde, Türkiye'nin bunu bir 'savaş nedeni' sayacağı anlamına geliyor." [330]
Öcalan'ın Yunanistan ile olan bağlantılarının ortaya çıkması, Türkiye'nin bu ülkeye yöneltmiş olduğu suçlamalarının temelsiz olmadığını göstermiştir. Nitekim Öcalan'ın basına yansıyan ifadelerinde ve yargılaması sırasında yapmış olduğu açıklamalarda Suriye'den ayrılmasının ardından sığınmak için ülke arayışlarında Yunanistan'daki örgüt elemanlarından ve Yunan istihbarat örgütü ve siyasilerinden nasıl yardım gördüklerini açıkça sergilenmiştir. Basında Yunanistan Hükümeti'nin olaydaki sorumluluğuna ilişkin değişik yorumların yer almasına karşın, Yunanistan'da hükümet olayın hükümetin inisiyatifi dışında gelişmiş olduğunu ileri sürerek sorumlular hakkında yargıya başvurmuş ve Dışişleri Bakanı T. Pangalos, İçişleri Bakanı Papadopulos ve Kamu Düzeni Bakanı Peçalnikos istifa etmiştir. [331] Atina Savcılığı'nın Öcalan'ın Yunanistan'a yasadışı biçimde getirilmesi olayını soruştururken hazırlamış olduğu raporda dile getirdiği şekliyle;
"Özellikle Öcalan'ın yasadışı biçimde Yunanistan'a getirilmesi ve misafir edilmesi, Türkiye'ye karşı düşmanca bir girişim olarak nitelendirilebilir. Türkiye'nin, bu tür girişimlerin savaş nedeni olacağı yolundaki tezi zaten biliniyor. Bu hareketler, hükümetin onayı ile yapılmamıştır ve hükümetin Öcalan'ın ülkeye gelmesinin milli açıdan zararlı olduğu ve kendisine sığınma hakkı tanınmayacağı yolundaki tezine de aykırıdır. Yunanistan'ın zor durumda kalmasına yol açan bu hareket, Türkiye'nin Yunanistan'a karşı düşmanca bir girişimde bulunmasına da yol açabilir. Türkiye'nin bu konudaki bilinen tezi çerçevesinde, Öcalan'ın ülkeye getirilmesinin, Türk halkının Yunanistan'a karşı düşmanlık duymasına ve iki ülke arasında gerginlik doğmasına yol açması doğaldır." [332]
Öcalan'ın yakalanmasının ardından Yunanistan'da meydana gelen gelişmelere bakıldığında olaya adları karışanların ifadeleri oldukça ilginçtir, örneğin emekli amiral A. Naksakis, savcılığa vermiş olduğu ifade sonrasında yaptığı açıklamada Simitis hükümetini suçlayarak, "Öcalan'ı ben getirdim ancak, vicdan azabı çekiyorum, tutuklanmasına istemeden neden oldum... Öcalan'ın tutuklanmasına neden olan operasyonu gerçekleştiren hükümet şimdi, sorumluluğu alt düzeyde yetkililere yüklemek istiyor" demiştir. [333] Bu açıklama Öcalan'a atfedilen ifadelerde dile getirilen görüşlere koşut çıkarsamalar yapılabilmesine olanak vermektedir. Öcalan ifadesinde 9 Ekim günü yanında Yunanca bilen ve Yunanistan temsilcisi olan Rozerin [Rozalin] kod adlı Ayfer Kaya ile Suriye'yi terk ederek Yunanistan'a gidişini şu şekilde anlatmaktadır; "... Yunanistan'a geldiğimizde o zamana kadar bana büyük ilgi gösteren, PKK'ya dost olduğunu ifade eden Yunanistan, son derece kötü yüzünü gösterdi. Bana 3 saat içinde 'ya geldiğin yere geri döneceksin veya istediğin yere gideceksin' dediler. Bu arada Rozerin [Rozalin], Yunan servisinden Dimitris ile görüştü.... 29 Ocak 1999 tarihinde Rusya'dan ayrıldık... Bana Badovas ve Nagazakis [Naksakis] büyük güvence verdiler. Yunanistan'a kabul edileceğimi söylediler. Yunanistan'a geldik,... ancak yetkili ve sorumlu durumda olan Dimitris beni görünce yeniden hırçınlaştı, derhal gönderileceğimi söyledi." [334] Uzun yıllar Türkiye'ye yönelik eylemlerine verdikleri her türden desteğin sonucu olarak Öcalan ve PKK'nın Yunanistan'ı doğal müttefik olarak algılamış olduğu görülmektedir. Ancak, PKK'ya verilen desteğin Türkiye ile sıcak bir çatışmaya yol açabilecek olması veya bu ilişkinin bir Türk - Yunan sorunu olarak algılanmaya başlanması tehlikesi, Yunanistan'ın politikasını değiştirmesine neden olmuştur. Bu politika değişikliği ise, doğal olarak, PKK ve Yunanistan'daki destekçileri tarafından davaya ihanet olarak değerlendirilmiştir. Örneğin, Öcalan'a Kenya'da refakat edenlerden Ş. Dilan Kılıç, Atina'da yapmış olduğu basın toplantısında Simitis'i eleştirerek "Öcalan'ın, Türkiye'ye 'uluslararası ortak bir komplo' ile teslim edildiğini ve komploya taraf olanların CIA, MOSSAD, Türkiye, Kenya, Rusya ve Yunanistan olduğunu iddia" etmiş... "Yunan tarafında komplonun kahramanlarının, Başbakan Simitis, istifa etmiş üç bakan ve görevden alınmış Yunan Gizli Haberalma Örgütü Şefi olduğunu" belirtmiştir. "Simitis'in ahlak düzeyinden şüpheliyiz, ahlaksız çabalarda bulundu. Simitis ve Pangalos bile bile Öcalan'ı teslim ettiler". [335]
Bir başka değerlendirmeye göre ise, "Herkes, Öcalan'ı Türkiye'ye teslim ettiğimize ve olayın fiyasko ile sonuçlandığına inanıyor. Ama sakin kafa ile düşünebilenler, hükümetin gizli servisler ve iktidar partisi içindeki 'aşırı milliyetçi' gruplara teslim olduğunu ve Öcalan'ın bunlar tarafından emrivaki ile Yunanistan'a getirildiğini biliyor. PASOK, kuruluş yıllarındaki günahlarının etkisinde hareket etti".... "1997'de Öcalan'ı Atina'ya davet eden mektubu, 75 Yeni Demokrasi Partisi (YDP) üyesi de imzalamıştı. Ama artık YDP, sırf Türklere karşı diye Kürtlere destek vermekten yana değil. Öcalan'a sığınma sağlanmasının faturasının da çok ağır olacağını biliyorlar." [336]
Yunanistan'ın Washington Büyükelçisi Aleksandros Filon'un ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı M. Grossman ile yapmış olduğu görüşmeyi aktaran Y. Çongar'ın dile getirdiğine göre; "...Filon'un söylediği başka bir şey daha vardı; o da, Yunanistan'da 'Kürt davasına yaygın sempati beslendiği'dir. Yunan Büyükelçisi, bu sempati nedeniyledir ki, Öcalan operasyonunun 'gizli' yürütüldüğünü savunuyor. Ona göre, Atina'nın niyeti Öcalan'dan kurtulmak, onu üçüncü bir ülkeye göndermekti; Türkiye'ye iadesi 'idam cezasının varlığı nedeniyle' mümkün değildi. Ancak eğer Öcalan'ın Yunanistan'a sığınmaya çalıştığı ilan edilseydi, hem Ankara - Atina arasında çok büyük bir gerginlik doğabilirdi, hem de Filon'un sözleriyle, 'Yunanistan'da bir çok kişi ona sığınma hakkı tanınması yönünde baskı yapardı. Oysa biz bu, hakkı vermemeye kararlıydık". [337]
Türkiye'de ise, PKK / Öcalan - Yunanistan bağlantısı gelişmelerle gözler önüne serildiğinde kamuoyu Yunanistan'ın ilişkilerde samimi ve inandırıcı olmadığının uluslararası kamuoyuna anlatılması gerektiğini dile getirmiştir. Bu doğrultuda Yunanistan'ın izlemiş olduğu bu politikanın ilişkilere vermiş olduğu zararı ABD, NATO, Avrupa Konseyi gibi uluslararası platformlarda dile getirmiştir. Yunanistan'ın terörizme destek veren bir ülke olduğu ve bunun sakıncaları anlatılmıştır.
Türkiye'de onbinlerce can kayıbına neden olan terör hareketine Yunanistan'ın vermiş olduğu desteğin uluslararası kamuoyunun gözü önünde ortaya çıkarılmış olması Türk kamuoyunda Yunanistan'a olan bakışı da etkilemiştir. Yunanistan, özellikle terörden zarar görmüş insanlar bakımından terör örgütü ile özdeş görülmüştür. Dost ve düşman kavramları ülkeler için kullanıldığında Yunanistan'ın düşman olarak görüldüğünü söylemek -bu dönem için en azından- daha kolay ve gerekçelendirilebilir olmuştur.
Yunanistan'da ise, hükümet uluslararası kamuoyu önünde ayrılıkçı terör örgütünü destekleyen bir ülke olarak en az terör örgütü kadar suçlu olma suçlamalarından kurtulabilmek için bunun bir hükümet politikası olmadığını ve olaya karışanların cezalandırılacağını göstermeye çalışmıştır. [338] Ancak hükümetin/devletin kimi birimlerinin bu işin içinde olduğuna dair kanıları değiştirmek mümkün olmamıştır; en azından Türkiye için.
Bununla birlikte, Türkiye, Yunanistan ile diyalog sürecini başlatacak bir adım atmış ve diyaloga açık olduğunu göstermiştir. Başbakan Ecevit, Yunanistan'da yayın yapan Mega TV'de yayınlanan Kara Kutu adlı programda yapmış olduğu konuşmada
"Yunanistan, Türkiye'nin hem toprak bütünlüğüne, hem de içişlerine karışmak amacı ile birtakım girişimlerde bulunduğu için bölgede durum gerilmektedir. Agathenisi olayında olduğu gibi sorunlara çözüm gazeteciler tarafından değil politikacılar tarafından bulunabilir. Yunanistan ülkemiz karşıtı terör gruplarını desteklemeyip diyaloğa başlarsa ilişkiler en kısa zamanda düzelebilir. Ancak diyaloğun hemen her konuda olması gerekir. Yunan yetkililer bize anlaşamadığımız konularda Lahey'e gitmemiz konusunda telkinlerde bulunuyorlar. Lahey'e gitmek istesek bile gidemeyiz, çünkü Lahey'den önce oturup sorunlarımızı masada kararlaştırmalıyız," [339]
demiştir. Dışişleri Bakanı İ. Cem 24 Mayıs 1999 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu'ya göndermiş olduğu bir mektupta ikili ilişkilerin iyileştirilmesine ilişkin görüşlerini açıklamış ve"ilk adımımız terörist örgütlerle ve bu örgütlerin sistematik olarak korunmasıyla Yunanistan arasındaki bağa ilişkin olarak Türkiye'de var olan anlayışa neyin yol açtığını belirlemek olmalıdır. Bu bizim için yaşamsal derecede önemli bir konudur ve yakın zamanlardaki olaylar bu konunun kesin bir şekilde ve ülkelerimiz arasında ikili düzeyde ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle, ben, Türkiye ve Yunanistan'ın terörizme mücadele konusunda bir anlaşmaya varmalarını öneriyorum. Bu konunun çözümlenmesi aramızdaki varolan anlaşmazlıklara daha büyük bir güvenle yaklaşmamıza olanak sağlayacaktır. Bu anlaşmanın içeriği, halen diğer komşu ülkelerle imzalamış bulunduğumuz anlaşmalardan esinlenebilir, ancak spesifik olarak, ilişkilerimizi etkileyen sorunların doğasına da uygun olmalıdır." [340]
G. Papandreu, 25 Haziran 1999 tarihinde yazmış olduğu cevabi mektubunda, ikili ilişkilerin geliştirilmesine ilişkin isteğin Türkiye tarafından dile getirilmiş olmasından duyulan memnuniyet ve bunun Yunanistan'ın da samimi isteği olduğu vurgulanmıştır. Papandreou cevabında Yunanistan'ın uluslararası hukuk ve anlaşmalar çerçevesinde ilişkilerdeki sorunları belirlemek istediğini, bu doğrultuda ortak çıkarların bulunduğu kültür, turizm, çevre, suç, ekonomik işbirliği ve ekolojik sorunlar gibi çeşitli alanlarda işbirliğinin görüşme konuları içerinde yer alabileceğini belirtmiştir. [341]
322- Güneydoğu'da PKK tarafından düşürülen iki helikopterin teröristlerin elde etmiş oldukları bu füzelerle gerçekleştirilmiş olduğuna ilişkin haberler için bkz; Şemdin Sakık'ın ifadeleri ve basın; Metehan Demir_Uğur Ergen, "İhanet Dosyası", Hürriyet, 1 Mart 1999, http://hurweb01.hurriyet.com.tr/hur/turk/99/03/01/gundem/02gun.htm
Yunanistan'ın PKK'ya vermiş olduğu desteğe ilişkin olarak Öcalan'ın yargılanması sırasındaki ifadeleri ilginçtir; PKK tarafından kullanılan Strella füzelerinin nasıl temin edildiği sorulduğunda Öcalan, "Yunanistan'da bulunan temsilcimiz Rozalin kod Ayfer Kaya Yunanistan'da bir yardım kampanyası oluşturduğu kiliselerden ve bize yardımcı olan halktan toplanan paralarla alınacak füzelerin finansmanını sağlandı ve Sırbistan bölgesinden tanesi 18.000 dolara alınan 20 adet Strella füzesi tüccar vasıtasıyla yerinde yani Kuzey Irak'ta örgüte teslim edildi. Yine kullanmış olduğumuz SAM6 ve SAM 7 füzeleri ilk etapta Kuzey Irak'taki boşluktan yararlanılarak temin olunduğu, daha sonra bu füzeler Rusya'dan Kafkaslar üzerinden Ermenistan ve Bakü hattıyla Kuzey Irak'a geçirildi. Hatta füzelerin bir kısmı İran servisinin eline geçti. Bu füzeler konusunda Yunan Gizli Servisi'nin yol göstermiş olması mümkündür. Bu füzelerin eğitiminin Kosova bölgesinde yapıldığını zannediyorum." Tuncay Özkan, Operasyon, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2000, s.224.
323- Şemdin Sakık, yakalanmasının ardından ifadeleri sırasında Yunanistan'dan almış oldukları desteklerden örnekler de vermiştir. "Biz PKK'ya yardım edenler olarak, Yunanistan'ı biliriz. G. Kıbrıs ayrıntıdır. Yunanistan'dan 80 füze gelmişti...Yunanistan'dan parlamenterler de geldi. Yunanistan'dan bir de general geldi. Görüntüleri, İran ve Yunanistan TV'lerinden verildi". Güneri Civaoğlu, "PKK'ya 80 Füze", Milliyet, 11 Mart 1999, s. 17.
324- Suriye üzerinde uygulanan askeri güç kullanma tehditinin başarıya ulaşmasını, Türkiye'nin yeni bir aktif dış politika anlayışı içerinde olmasına bağlayan bir değerlendirme için bkz; Alan Makovsky, "The New Activism in Turkish Foreign Policy", SAIS Review, Winter-Spring 1999, s.94.
325- Örneğin 1995 yılında basında çıkan yazılarda Yunanistan ile PKK arasındaki ilişkilere dikkat çekilmiş ve Türkiye'nin göstereceği tepkiler vurgulanmıştır. "Çiller Atina'ya Rest Çekti", Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s. 10; Lale Sarıibrahimoğlu, "Ankara, Yunanistan'ı Teşhir Edecek" Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s. 10; İsmail Soysal, "Atina'nın Tutumuna Seyirci Kalınamaz", Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s. 10.
326- Konstantin Stefanopoulos, "Yunan Dış Politika Meseleleri", Yunan Paradoksu, Der. Graham T. Allison-Kalipso Nikolaydis, İstanbul, Doğan Kitap, 1999, s. 175.
327- Yunanistan'da Simitis Hükümeti, Öcalan'a verilen desteğin hükümet dışı örgütlenmeler tarafından yapıldığı görüşünü ortaya atarak sorumluların yargılanması için harekete geçmiş, bu arada Dışişleri Bakanı T. Pangalos istifa etmek zorunda kalmıştır.
328- Mustafa Balbay, "Atina Terör Destekçisi", Cumhuriyet, 23 Şubat 1999, ss.1-17. "Atinaya Savaş Uyarısı," Milliyet, 23 Şubat 1999, s.16. Demirel bu açıklamasında Yunanistan için "rogue state" sıfatını kullanmıştır. "Yasadışı devlet" veya "haydut devlet" olarak Türkçeye çevrilebilir. Genellikle terörü siyasi amaçlı olarak kullanan ve uluslararası hukuka uygun davranışlar sergilemeyen devletler için kullanılmaya başlanmıştır.
329- Şükrü Elekdağ, "Yunanistan, Ayağını Denk Al," Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 16.
330- Sami Kohen, "Dış Politikada Sertleşme," Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 16. Ayrıca bkz; Hasan Cemal, "Demirel'den Yunanistan'a Ağır, Hatta Son Uyarı," Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 17.; Güneri Civaoğlu, "Suç Ortaklığı," ," Milliyet, 23 Şubat 1999, s. 17.
331- 9 Nisan 2000 seçimlerinin ertesinde yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilen Simitis, T. Pangalos'u Kültür Bakanı yaparak kabineye dahil etmiştir.
332- "Türkiye'ye Düşmanca Davranıldı", , Cumhuriyet, 13 Mart 1999, s. 11.
Sözkonusu raporda ayrıca, emekli amiral Naksakis'in Öcalan'ın Yunanistan'a getirilmesi sırasında oyanış olduğu role de değinilmiş ve "Kalenderidis, bu yardım talebini derhal EYP Başkanı Haralambos Stavrakakis'e bildirdi, Stavrakakis de derhal gerekli önlemlerin alınması için Kamu Düzeni Bakanlığı ve polise haber verdi. Ama bundan sonra gerek EYP gerekse polisin, Öcalan'ın ülkeye getirilmesi olasılığından haberdar olmalarına rağmen, gerekli tedbirleri almadıkları anlaşıldı. Bu nedenle ülke açısından olumsuz sonuçlar veren gelişmeler yaşandı" denilmekte.
333- Taki Berberakis, "Soruşturma Başladı", Milliyet, 24 Şubat 1999, s. 16.
334- Tolga Şardan, "Nairobi'de Çatışabilirdik", Milliyet, 28 Şubat 1999, s. 21.
335- Taki Berberakis, "Simitis'e Ağır Hakaretler", Milliyet, 28 Şubat 1999, s. 23.
336- Zafer Arapkirli, "Apo'ya Destek Atina'yı Böldü", Milliyet, 28 Şubat 1999, s. 23.
337- Yasemin Çongar, "ABD Gidişattan Rahatsız", Milliyet, 8 Mart 1999, s. 17. Vurgular yazara aittir.
338- Papandreu'nun 20 Ocak 2000 tarihinde Türkiye'ye yapmış olduğu ziyaret sırasında Öcalan krizi ile Kürt sorunu arasında bir bağ kurmamaya çalıştığı gözlenmiştir; "Kürt sorununu Türkiye ve Yunanistan arasında bir konu haline getirmek istemezdik ve bunun Yunanistan'ın politikası olduğuna inanmıyorum. Olaylar bizi zor duruma soktu. Bunu Türkiye ve Yunanistan meselesi yapmıyoruz. AB'nin teröre karşı, insan hakları ve azınlık haklarının korunması konusundaki politikası biliniyor. Bunlar, Türkiye'nin AB adaylığı sürecinde üzerinde durması gereken konular" demiştir. "Papandreu: Tabuları Yıkalım", ..., s. 9.
339- Murat İlem, "Ecevit'ten Atina'ya 'Dostça' Uyarı", Cumhuriyet, 18 Haziran 1999, s. 8.
340- Mektubun tam metni için bkz; http://www.turinfonet.org.tr/frame/documents/lettercem.html B. Tarihi: 19.02.2000.
341- Mektubun tam metni için bkz; http://www.turinfonet.org.tr/frame/documents/letterpapan.html B. Tarihi: 19.02.2000.
Ayrıca bkz; "Atina'dan Olumlu Yanıt", Cumhuriyet, 27 Haziran 1999, s. 11.; Serpil Çevikcan, "Atina'dan Barış Paketi", Milliyet, 29 Haziran 1999, s. 16.
1996-97 yıllarından bu yana Kıbrıs'ta, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi arasında Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde hayata geçirilmeye çalışılan iki önemli projeden söz etmek mümkün. Bunlardan ilki, adada Yunan hava kuvvetlerinin kullanacağı bir hava üssü kurmak, diğer bir gelişme ise, Rusya'dan satın alınarak adada konuşlandırılması planlanan S-300PMU-1 TMD [311] füze sistemleri olmuştur. Kıbrıs Rum Kesimi füze sistemlerinin Ağustos 1998'de Rus teknisyenlerin yardımlarıyla adaya gelebileceğini ve Ekim, Kasım 1998 tarihleri arasında da konuşlandırılabileceklerini umduklarını belirtmişlerdir. Rusya'dan satın alınacağına ilişkin açıklamaların ardından Türkiye, bu füzelerin Kıbrıs'a yerleştirilmelerine adadaki güç dengesini bozacağı gerekçesiyle karşı çıkmış ve askeri yöntemler de dahil olmak üzere gerekli tepkiyi göstermekten kaçınmayacağını açıklamıştır.
Türkiye'nin görüşüne göre, S-300 füze sistemlerinin Kıbrıs'a konuşlandırılması sadece KKTC'nin değil, aynı zamanda, Türkiye'nin de güvenliğini yakından ilgilendirmektedir. Giderek, batı savunma sistemleri çerçevesinde ele alındığında bu füze sistemlerini kullanmak üzere adaya gelerek Kıbrıs Rum kesiminde eğitim ve teknik destek sağlayacak olan Rus teknisyenlerin adadaki varlığı, adaya yerleştirilmesi planlanan radar sistemleri NATO kodlarını kullanan Türk, İngiliz ve Yunan silahlı kuvvetlerinin hareket yetenekleri üzerinde olumsuz etkiler yaratacaktır. [312]Adadaki ve giderek Akdeniz'deki Rus etkinliğinin artmasına zemin hazırlayabilecek böylesi bir girişim, Türkiye bakımından olduğu denli ABD ve diğer NATO üyesi ülkelerinin de tepkisini çekmiştir. Sonuçta, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, bu füzelerin Yunanistan ile imzalamış oldukları Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde Kıbrıs adasının dışında, bir Yunan adasında -Girit'te- konuşlandırılabileceğini belirtmesi ile tartışmanın odak noktası Kıbrıs'tan Ege Denizi'ne kaymıştır. Yunanistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Yiannos Kranidiotis yapmış olduğu açıklamada, S-300 füze sistemlerinin Kıbrıs'a yerleştirilmesinden vazgeçilmiş olmasının, 1993 yılında iki hükümet arasında imzalanmış olan Yunanistan-Kıbrıs Ortak Savunma Doktrini'ni baltalamayacağını belirtmiştir. Kranidiotis, Kıbrıs Haberler Ajansı'na yaptığı açıklamada, Yunanistan'ın, Kıbrıs Helenizminin çıkarlarını yansıtan Kıbrıs'ın savunmasını garanti ve güvence altında tutmaya devam edeceğini, ayrıca Türkiye'nin Kıbrıs'a yönelik herhangi bir saldırgan hareketinin Yunanistan tarafından savaş nedeni/casus belli sayılacağını belirtmiştir. [313]
Bu bağlamda, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti'nin Kıbrıs'a S-300 füze sistemleri yerleştireceğini açıklamasının Türkiye ile olan pazarlık gücünü arttırmaya yönelik bir taktik amaç taşıdığı da söylenebilir. Kranidiotis'in belirttiğine göre;
"...Bizim öncelikli hedefimiz son günlerde BM Güvenlik Konseyi tarafından hazırlanmış olan çözüm önerilerinin içermiş olduğu olumlu yönlerinin yerine getirilmesini sağlamaktır... ikinci hedefimiz Kıbrıs'da Türk işgal kuvvetlerinin ABD kanunlarını ihlal ederek kullanmakta oldukları ABD yapımı silahların geri çekilmesini sağlamak olmalıdır....Yunanistan ABD yapımı silahların adadan geri çekilmesi için baskılar uygulamaya devam edecektir.... Üçüncü hedef ise, Kıbrıs sorunun çözümünü kolaylaştıracak gelişmelere yol açacak olan Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne tam üyeliğini sağlamaktır." [314]
Nitekim, bu füzelerin öncelikle Türkiye'nin, ardından ABD ve NATO üyesi ülkelerin tepkisini çekmesi sonucunda Yunanistan, bu füzelerin Kıbrıs dışında bir bölgeye taşınması için adadaki tüm silahlı güçlerin ada dışına çıkarılması gerektiği şartını ileri sürmeye çalışmıştır.[315]
Bu füzelerin Kıbrıs'a yerleştirilmesi çabasını aslında Yunanistan ve GKRY arasında daha önce imzalanmış bulunan Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde değerlendirmek gerek. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan'a ait askeri kuvvetlerin adada konuşlandırılmak istenmesi ve buna uygun alt yapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi özünde Kıbrıs Rum Yönetimi'nin güvenlik kaygılarını giderme çabasından farklı bir nitelik taşımaktadır. Son 25 yıldır Kıbrıs'ta fiili bir barışın sürmekte oluşu dikkate alınırsa, iki toplum arasında sıcak bir çatışma olasılığının az olduğundan söz edilebilir. Diğer yandan, toplumlar arasında barışa ilişkin görüşmeler sürerken açıktan bir silahlanma çabasına girişilmesi görüşmelerdeki samimiyeti gölgelemektedir.
S-300 füze sistemlerinin Kıbrıs'a yerleştirilmek istenmesi karşısında Türkiye'nin göstermiş olduğu tepki, daha çok bölgedeki stratejik dengenin değiştirilmek istenmesi karşısında Türkiye'nin de karşıt önlemler almak zorunda olacağı ve bu durumun yeni bir silahlanma dalgası oluşturarak gerginliği daha da tırmandıracağı yönünde olmuştur.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Ocak 1997'de siparişini verdiği S-300 füzelerinin Kıbrıs'a yerleştirileceğinin açıklanması, Türkiye ve Yunanistan arasında yeni bir güvenlik tartışmasını gündeme getirmiştir. Bilindiği gibi, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzalamış olduğu Ortak Savunma Doktrini'ne uygun olarak Kıbrıs'ın güneyinde Baf'da bir hava üssü inşa etmektedir. Bu üssün S-300 füzeleriyle donatılması durumunda yapılan hazırlıkların savunma değil saldırı amaçlı bir nitelik taşıyacağı ve "güneyden olası bir tecavüzde Güney Kıbrıs'ın bir sıçrama tahtası olacağının açık göstergesi" olarak değerlendirilebileceği açıktır. [316]
Elekdağ'a göre;
"Atina, Doğu Akdeniz'deki stratejik dengeleri Türkiye aleyhine çevirmeyi öngören kapsamlı bir planı gerçekleştirme çabasında...Bu planın bir köşe taşı olan Baf'daki hava üssü, 12 savaş uçağının konuşlanabileceği modern bir askeri tesis... Ancak, etkili bir hava savunma örtüsünden yararlanmadan Yunanistan savaş uçaklarını burada konuşlandıramaz. Zira, böyle bir tutum, bu uçakları Türk Hava Kuvvetleri'nin eline rehin bırakma anlamına gelir.
Bu üs etkili bir hava savunma silahı olan S-300 füzeleriyle donatıldığı andan itibaren ise, Türkiye'ye karşı direkt bir askeri tehdit oluşturacaktır. Bu durumda, Türkiye'nin Kıbrıs bölgesinde bugüne kadar mutlak hava harekat üstünlüğü ile KKTC'ye ve adadaki Türk kolordusuna sağladığı hava örtüsü olumsuz şekilde etkilenecektir. İncirlik üssü ve bölgedeki diğer askeri hedefler, Baf'da konuşlanacak veya buradan yakıt ikmali yapacak Yunan uçaklarının menzili içine girecektir.
Yunanistan'ın, Girit'te bir deniz üssü ile uzun menzilli A-7 uçaklarının konuşlandığı bir hava üssü, Rodos'ta bir askeri havaalanı mevcuttur. Bunlara ilaveten, Güney Kıbrıs'ta da hava ve deniz üsleri kurması halinde (hala Terazi-Limasol mevkiinde bir deniz üssü inşa ediliyor), Yunanistan, 'Girit-Rodos-Kıbrıs' adalar zinciriyle Türkiye'yi İyon Denizi'nden İskenderun Körfezi'ne kadar uzanan stratejik bir kontrol kuşağıyla çevreleyecek ve Anadolu'nun tüm deniz ulaşım yollarını kapatma olanağına sahip olacaktır. Atina'nın bu şekilde , bir süre sonra İskenderun'a akacak Orta Asya petrolünün dünya pazarlarına ihraç yollarını da kontrol edebileceğini hesapladığı muhakkaktır." [317]
Cumhuriyet Gazetesi'nde "üst düzey Dışişleri Bakanlığı yetkililerine dayanılarak" verilen bir habere göre; "... Geçen haftalarda Yunanistan'ın düzenlediği Toksotis tatbikatı sırasında 4 adet yunan savaş uçağının üsse inmesinin engellendiği" belirtilmiş; 'Bu üssün Yunanistan tarafından operasyonel hale dönüştürülmesine izin verilmeyecektir' denilmiştir. "Yetkililer, Baf üssünün kullanılması durumunda... ihbar süresinin 2 dakikaya ineceğini kaydederek bu durumda güney bölgelerdeki 'rafineri, enerji santralleri gibi askeri ve sivil stratejik noktaların' savunmasız hedef olarak kalacaklarını", belirterek; "Bu durumda yapılması gereken, o üssün kullandırılmasını önlemektir", demiştir.[318]
S-300 Füzelerinin Kıbrıs yerine Girit'te konuşlandırılmasına karar verilmesinin ardından Kıbrıs Rum Yönetimi Savunma Bakanı Yannakis Omiru istifa etmiş ve yaptığı açıklamada,
"Savunma Bakanlığı'nı üstlenirken, Ortak savunma Doktrini'nin gerektirdiği silah sistemleriyle donatmak, egemenlik haklarımızın gereği olduğu görüşünü yerleştirmiştik. Doktrinin daha da güçlenmesi için çalıştık. Yunanistan'la ortak tatbikatlar gerçekleştirdik. S-300'lerin siparişi ile Kıbrıs Silahlı Kuvvetleri'ni genel güce ulaştırıp, Yunan savaş uçakları yardımımıza gelinceye kadar tek başına Türk Hava Kuvvetleri'ni göğüslemeyi hedefliyorduk.Maalesef, başka uçaksavar sistemlerinin hiçbir şekilde S-300'lerin yerini alacağını sanmıyorum.
S-300'lerin iptalinde Yunanistan'ın sorumluluğu vardır ve bu iptal kararından sonra Kıbrıs ve Yunanistan halkı arasında bir güven krizi yaşandığı da doğrudur. Ancak buna müsaade edilmemelidir. Kıbrıs Helenizmi, Yunanistan'la birlikte yürümesinden başka yol olmadığını anlıyor"
demiştir. [319]S-300 füzelerinin Kıbrıs yerine Girit'te konuşlandırılmasına karar verilmesini ardından ABD yönetiminin Kıbrıs'ta bulunan askeri güçlerin kullanmakta olduğu Amerikan silahlarını geri çekmesine ilişkin bir planın uygulanacağı ileri sürülmüş; [320] Türkiye, eş zamanlı olması gereken ABD'nin iç mevzuatına uygun olmayan silahları geri çekmeyi öngörülen sürede tamamlamasına karşın Yunanistan'ın bu işlemi zamanında gerçekleştirmemiştir. Türkiye bu durumdan duymuş olduğu endişeyi ABD'ye iletmiş ve ABD'nin bu konuda vermiş olduğu teminat hatırlatılmıştır. [321]
311- S-300PMU-1 TMD sistemleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz; "The Russian S-300PMU-1 TMD System," http://www. cns.edu/research/cyprus/s300tdms.htm.
312- Ergun Balcı, "S-300 Oyunu", Cumhuriyet, 5 Ocak 1999, s.9.
313- http://mfa.gr/ykran/1998/s300981231.htm
314- http://mfa.gr/ykran/1998/s300981231.htm
315- Bu konuda bkz; "Missiles off to Crete, is Peace any Nearer?", http:www.turinfonet.org.tr/frame/articles/missiles.html, B. Tarihi: 27/07/1999. Beyaz Saray Sözcüsü tarafından yapılan açıklamada S-300 füzeleri konusnda ABD'nin duymuş olduğu kaygılar dile getirilmiş ve "Kaygılarımızı Rusya ve Rum liderliğinin yanı sıra diğerleri nezdinde de gündeme getirdik. Bu füzeler, başkalarının karşı önlemler almalarına yol açabilir. Bütün bu nedenlerden füzelerin transferinden vazgeçilmesi çok önemlidir. Kıbrıs'ta barış ve sorunun çözümü için çaba sarf edilirken S-300 füzelerinin adaya getirilmesi yanlış adımdır" denilmiştir. Fuat Kozluklu, "S-300'ler Karşılıksız Kalmaz", Cumhuriyet, 1 Mayıs 1998, s. 9.
316- Şükrü Elekdağ, "Atina Neyin Peşinde?" Milliyet, 22 Haziran 1998, s. 19.
317- Ş. Elekdağ, "Atina Neyin Peşinde..." s. 19.
318- Serkan Demirtaş, "Ankara Baf Üssün Konusunda Kararlı", Cumhuriyet, 16 mayıs 1999, ss.1-8.
319- Reşat Akar, "Rum Hükümeti Sallantıda", Cumhuriyet, 4 Ocak 1999, s. 8.
320- Reşat Akar, "Kıbrıs'tan Silahlar Çekilsin", Cumhuriyet, 5 Ocak 1999, s. 9.
321- "Atina Kıbrıs'tan Silah Çekmiyor", Cumhuriyet, 1 Temmuz 1999, s. 11.
1996 yılında meydana gelen Kardak Kayalıkları'na ilişkin bunalım Ege Denizi'nde iki ülkeyi doğrudan bir sıcak çatışmaya sürükleyebilecek bir nitelik taşımıştır. Ege Denizi'nde kıyıdar iki ülke arasında deniz sınırlarını saptayan ve haritalandıran herhangi bir antlaşmanın bulunmaması, Ege Denizi'ndeki ada, adacık ve kayalıkların dağılımı ve egemenlikleri göz önüne alındığında, bu türden gerginliklere yol açabilecek uygun zemin yaratmaktadır.
Kardak Gerginliğinin Tırmanışı
1996 yılında Kardak kayalıklarına ilişkin bunalım sırasında iki ülke arasında diplomatik görüş alış verişi sürerken egemenlik iddialarının fiili olarak sergilenmesi, konunun bir anda iki ülke medyası, kamuoyu ve siyasileri arasında "ulusal dava" olarak algılanmasına yol açmıştır. Bu süreci başlatan ise, Yunanistan'a ait Kalimnos Adası belediye başkanının yanında adanın papazı, aileleri ve Antenna adlı Yunan televizyon kanalı çekim ekibini alarak 26 Ocak 1996 tarihinde Kardak kayalıklarına çıkarak şenlik havasında kayalıklara Yunan bayrağını dikmesi olmuştur. [300] Bayrak dikme girişiminin televizyonda yayınlanmasının ardından, ertesi gün Türk medyası konuya ilgi göstermiş ve Hürriyet Gazetesi'nin iki muhabiri helikopter ile Kardak kayalıklarına giderek Yunanlıların dikmiş oldukları bayrağı indirmiş, yerine Türk bayrağını dikmiştir. Bu bayrak mücadelesinin Türk televizyonlarında yayınlanmasının ardından iki ülke arasında kamuoylarının siyasiler üzerindeki baskıları yoğunlaşmış ve diplomatik alanda sürdürülen mücadelenin giderek sertleştiği görülmüştür.
28 Ocak 1996 tarihinde Yunanistan'da hükümet baskılara dayanamayarak Kardak kayalıklarına askeri bir birliği göndererek Türk bayrağını indirtmiş ve ağır silahlarla takviye edilen birlik kayalıklardan büyük olanına konuşlanmıştır. Aynı gün Atina'daki Türk Büyükelçisi Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'na çağrılarak kayalıkların Yunanistan'a ait olduğu ve yaklaşanlara ateşle karşılık verileceği uyarısında bulunmuştur.
Bu durum Türkiye'de tepkinin hangi düzeyde ve nasıl gösterileceği tartışmalarını başlatırken siyasilerin ve askeri kadronun üzerinde oydaştığı nokta, Yunan askeri varlığının ve bayrağının kayalıklardan uzaklaştırılması olmuştur. Gösterilecek tepkinin iki ülke arasında silahlı bir çatışmaya dönüşmemesi için duyarlılıkla hareket etmek ve çok yönlü düşünmek gerekmiştir. Sonuçta, İnal Batu'nun önerisi [301] dikkate alınarak Kardak kayalıklarından üzerinde Yunan bayrağı dikilmiş olmakla birlikte asker bulunmayan küçük olanına Türk komandolarının çıkmasına karar verilmiş ve bu plan 31 Ocak 1996 tarihinde başarıyla uygulanarak Türk SAT komandoları ikinci kayalığa çıkmışlardır.
Türkiye'nin bu müdahalesi, esasta iki ülkenin soruna ilişkin inisiyatifinin eşitlenmesi anlamını taşımakla birlikte, beraberinde sıcak bir çatışma riskini ve sorumluluğunu da taşımaktadır. Nitekim, kriz sırasında devreye giren ABD, iki ülke arasında yürütmüş olduğu diplomatik arabuluculuk ile sorunun yumuşatılmasını, en azından, statüko öncesi duruma (status que ante) dönülmesini sağlamaya çalışmış ve bu çabaları başarılı olmuştur. 31 Ocak 1996 tarihinde her iki ülke silahlı güçleri aynı anda Kardak kayalıklarından çekilerek statüko öncesi duruma dönülmüştür. [302] Statüko öncesi duruma dönüşü sağlayan girişimlerde Türkiye'nin Kardak Kayalıkları'ndan küçük olanına asker çıkarması ve "Türk askerlerine herhangi bir saldırıda bulunulmadığı takdirde Yunan birliklerine ateş açılmaması talimatı verdiği ve Yunanistan'ın bayraklarını, askerlerini ve deniz ve hava kuvvetlerini kayalıklardan çekmesi durumunda Türkiye'nin de çekileceğini" açıklamış olmasının yanı sıra, ABD'nin "ilk kurşunu atanın karşısında ABD'yi bulacağı"nı açıklamış olması da etkili olmuştur.
Kardak Bunalımı Sırasında Ulusal Kamuoyları ve Hükümetlerin Yaklaşımları
Bunalım sırasında Yunanistan'da C. Simitis hükümeti seçimden yeni çıkmış, iktidara henüz gelmiş durumdadır. Türkiye'de ise T. Çiller'in başbakanlığını, D. Baykal'ın dışişleri bakanlığını yaptığı DYP-SHP koalisyon hükümeti iktidarda bulunmaktadır. Gerek Yunanistan'da gerekse Türkiye'de ulusal hükümetler bunalım sırasında ulusal tezlerini oluşturmada hazırlıksız yakalanmışlardır. Öyle ki, Kardak kayalıklarının hangi ülkenin egemenlik sınırları içerisinde yer aldığı ve/veya egemenliğinin belirsiz olup olmadığı konularında tartışmalar sürerken, her iki ülkede de hükümetler iddialarını Kardak kayalıklarının kendi ulusal egemenlik sınırları içerisinde olduğu görüşüne dayandırmış, dolayısıyla bunalım sırasında gösterilecek tepki de en üst düzeyde olmuştur. Örneğin Yunanistan'da 19 Ocak 1996'da güvenoyu olarak hükümeti kuran Simitis [303], daha bir hafta geçmeden siyasi rakibi Arsenis'e yakın basın tarafından "Yunan toprağını Türklere peşkeş çekmek"le suçlanmış ve hükümet üzerinde yoğun bir baskı oluşmuştur. Bunalım sırasında Başbakan Simitis ile Savunma Bakanı Arsenis, Dışişleri Bakanı Pangalos ve Genelkurmay Başkanı Amiral Lymberis arasında yaklaşım farklılığı görülmektedir. Arsenis'in belirttiğine göre, Yunan Dışişleri Bakanı (Pangalos), Savunma Bakanlığı'ndan Yunan Genelkurmayı ve Amiral Lymberis'in yönetimi altında kayalıkların bulunduğu bölgedeki faaliyetlere ilgi ve gözlemlerin arttırılmasını istemiş [304], ardından Kalimnos Belediye Başkanı tarafından kayalıklara Yunan bayrağı çekilmiştir. 26 Ocak 1996 tarihinde yapmış olduğu bir radyo konuşması sırasında Pangalos, Kardak kayalıklarına ilişkin olarak Türkiye'nin ilk kez bur tür iddialar ortaya koyduğunu belirterek; Türkiye'nin Yunan toprağını istemediğini, haddi zatında iç politika konularıyla bağlantılı olarak, Kardak üzerinde egemenliğin belirsiz olduğunu öne sürmekte olduğunu tekrarlamıştır. 28 Ocak 1996 tarihinde bir radyo yayınında "Türkiye'nin Yunanistan'a karşı yeni bir provokasyon sürdürmekte olduğu" dile getirilmiştir.
30 Ocak 1996 tarihinde yapmış olduğu basın toplantısı sırasında Başbakan Çiller, Türkiye'nin konuya ilişkin görüşlerini dile getirmiş ve daha önce Kardak kayalıklarının egemenlik hakları konusunda belirsizlik olduğuna ilişkin yaklaşımı tersine çevirerek, kayalıkların Türkiye'ye ait olduğunu açıklayarak, Dışişleri Bakanlığı kayıtlarının Türkiye'nin bu iddialarını doğrular nitelikte olduğunu belirtmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, Kardak olayı sırasında hükümetler, Figen Akat'ın Kardak Kayalıkları'nda karaya oturmasını başlangıçta basit bir deniz kazası olarak algılarken, giderek egemenlik sınırlarının ihlali ve toprak talebi iddialarına dönüşmüştür. Deniz kazası ile her iki ülkenin de kayalıklara asker çıkarmalarına kadar geçen sürede bir yandan diplomatik girişimler sürdürülürken, diğer yandan da, ulusal tezlerin meşruluk kazanmasına yarayacak fiili durumlar yaratılmaya çalışılmış; medya da bu çabaları kolaylaştırmıştır. Normalde ulusal deniz sınırlarının ihlali olarak düşünülebilecek bir teknik olayı -bu bakımdan kayalıkların hangi ülkenin egemenlik sınırları içinde olduğunun önemi yoktur- iki ülke uzmanlarından oluşturulacak bir komisyon aracılığı ile inceleyip siyasi karar alıcıların önüne getirebilecek iken, bu olayda tepki en üst düzeyde askeri yöntemler kullanılarak dile getirilmiştir. Dolayısıyla, bu olayda yapılması gereken, egemenlik iddialarını araştıracak bir görüşme sürecine girilmesidir ki, bu durumun Türkiye'nin aksine Yunanistan tarafından benimsenmemiş olduğu görülmektedir. Yunanistan bu konudaki bir görüşme sürecine karşı çıkmaktadır çünkü, Ege Denizi'nde Kardak Kayalıkları'na benzer pek çok kayalığın da statülerinin tartışılabileceği ve bu görüşme sürecinde bu bölgeleri Türkiye'nin egemenlik sınırları içerisine bırakabileceği endişesini taşımaktadır. Bu da en azından Yunanistan bakımından anlaşılabilir bir durumdur.
Bir başka açıdan ele alındığında, Kardak Kayalıkları bunalımı, algılamaların ve karar alma sürecinin etkinliği bakımından da ilginçtir. İlk nota değişimlerinden sonra iki ülkede de güvenliğe ilişkin kuruluşlar yapmış oldukları toplantılarda olayın ciddiyeti üzerinde durmuşlardır. Örneğin Türkiye'de o sırada Genel Kurmay Başkanlığı'nda yapılmakta olan Milli Güvenlik Kurulu ön toplantısında Deniz Kuvvetleri Komutanı G. Erkaya konuyu dile getirerek
"bir geminin karaya oturduğunu ve Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'nın notası ile burada bir egemenlik sorununun olduğunu, eğer diplomatik yolla halledilemezse kuvvet kullanımına sebep olacak bir hadise olabileceğini"
anlatmıştır. [305] 28 Ocak'ta Türkiye'nin Atina Büyükelçisi'nin Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'na çağrılarak Kardak Kayalıklarının Yunanistan'a ait olduğunun ve bu kayalıklara yaklaşanlara ateş açılacağının bildirilmesinden sonra 29 Ocak'ta Türkiye'de konuyu görüşmek üzere üst düzeyde toplantılar yapılmıştır. Bu toplantıda Türkiye'nin olayı algılayış şekli ve gösterilecek tepkinin düzeyi belirlenmeye çalışılmıştır.Erkaya'nın belirttiğine göre;
"Toplantıda gerilim vardı. Çünkü artık o kadar tırmanmıştı ki hadise, bir veya iki gün içinde muhakkak suretle halli gereken bir konu haline gelmişti İster diplomatik yoldan halledilsin ister silah kullanılsın ki sayın Başbakan Çiller ve Deniz Baykal diplomatik yoldan halledilmez ise kuvvet kullanmakta kararlı görünüyorlardı Tabi kuvvet kullanmak söz konusu olduğunda bunun neticelerinin ne olabileceği düşünüldüğü için silah kullanma ihtimalinin verdiği gerilim orda oturanların hepsinde hakimdi.... Bir helikopter Kardak Kayalıklarında keşif yaptı. Gelen haberler Yunan askerlerinin adadaki varlığını doğruluyordu. Toplantıda ilk olarak Başbakan Tansu Çiller, Onur Öymen'e döndü ve sordu 'Dosyamız sağlam mı, Kardak Kayalıkları hukuki olarak bize ait gözüküyor mu?' cevap 'evet sağlam' idi....Daha sonra 'Kardak Kayalıkları'nın Türkiye için önemi nedir?' diye soruldu. Diplomatlar Kayalıkların Ege'deki diğer 150 kayalık için örnek teşkil ettiğini söylediler. Tartışmalar bir anda iki kayalık parçasından, Ege'deki tüm kayacıklara, kıta sahanlığına, hatta adaların kime ait olduğuna kadar uzanıyordu. Kayalıkların kime ait olduğunun altında ise 12 mil sorunu yatıyordu... Yani iki kayalığa sahip olan Ege'de sınırların belirlenmesinde söz sahibi olacaktı. " [306]
Gösterilecek tepkiye ilişkin senaryolar üretilirken, askeri bir müdahalenin çatışmaya yol açacağı ve bu çatışmanın tırmanacağına ilişkin öngörüler dile getirilmiştir. Bu olasılığın tercih edilmesi durumunda ise, siyasi ve askeri sorumluluğun ağırlığı açıktır. Bu toplantı sırasında İnal Batu'nun dile getirmiş olduğu kayalıklardan üzerinde Yunan askeri bulunmayanına Türk askerinin çıkarılması önerisi dikkate değerdir. Gerçekten de kayalıkların iki tane olması ve Yunan askerlerinin bu kayalıklardan sadece birinde konuşlanmış olmaları Türkiye'nin göstereceği tepkide önemli bir seçenek kazandırmıştır. İnal Batu'ya göre, "Bu görüşün güçlü yanı şuydu, yani bir savaş riski asgariye iniyordu. Durum ve inisiyatif eşitliği sağlanıyordu."Başlangıçta ilgi görmese de, 30 Ocak'ta Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan ikinci toplantıda senaryolar üzerinde düşünülürken bu görüşün Türkiye'ye kazandırmış olduğu avantajlar anlaşılabilmiştir. "...Önce askersiz kayalıklara çıkılır, ertesi gün, diplomatik bir gelişme sağlanamazsa Yunan askerlerinin olduğu kayalığa çıkartma yapılırdı. Bu son olasılık, Türkiye'ye büyük avantajlar sağlıyordu. En önemlisi, zaman kazanılıyor, uluslararası arenada eşitlik sağlıyordu." [307]
Bu plana uygun olarak hazırlıklar sürerken Yunanistan'ın Türkiye'nin gösterebileceği tepkiye ilişkin olarak hazırlık yapmış olduğu göz ardı edilmemeli; nitekim Türk askerlerinin ikinci kayalığa çıktığının anlaşılması üzerine gösterilecek tepki tartışılırken açıkça inisiyatif Türklerden yana olmuştur. Bu kez Yunan siyasi ve askeri liderler gösterilecek tepkinin diplomatik mi yoksa askeri mi olmasını tartışmaya başlamışlardır. [308]
Kardak bunalımı, Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri de olumsuz etkileyecek bir gelişmeye yol açmıştır; Yunanistan'ın konuyu AB organlarına taşımasının ardından AB Konseyi ve Parlamentosu almış oldukları kararlarla Türkiye'yi bunalımdan sorumlu taraf olarak kabul ettiklerini göstermişlerdir.
Kardak bunalımının Türkiye'nin Ege Denizi'ne ilişkin politikasında önemli bir değişikliği yansıttığı da söylenebilir; "Kardak krizi önemlidir, çünkü Kardak vesilesiyle Türkiye tüm Ege'de adasal statükoyu Lozan'dan bu yana ilk kez açıkça sorgulamış ve gene ilk kez bu krizin ardından Türkiye üçüncü taraflı çözümleri dışlamayacağını ilan etmiştir." [309] Bu bağlamda, gerek Kardak gerekse ardından Gavdos adası konusunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, Yunanistan tarafından Türkiye'nin Yunanistan'a ilişkin toprak talepleri ve yayılmacı emellerinin göstergesi olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. [310] Oysa Türkiye'nin gerçekleştirmeye çalıştığı, Ege Denizi'nde Türkiye ve Yunanistan arasındaki tüm sorunları ortadan kaldırabilecek bir hukuki, siyasi çözüm yolunun sağlanabilmesi için gereken diyalog sürecinin oluşturulması ve tarafları memnun edecek bir sonuca ulaştırılabilmesidir. Bu bakımdan ele alındığında Lozan Antlaşması'nın yapıldığı dönemde henüz gündemde bulunmayan pek çok konu ve kavramın bugün birer egemenlik iddiası olarak algılanmakta oluşu göz ardı edilmemelidir. Bu zorunluluk Ege'de Lozan ve diğer antlaşmalarla ele alınmamış ve karara bağlanmamış konularda tarafları görüşmelere başlamaya yöneltmektedir.
300- Michael Robert Hickok, Kalimnos Belediye Başkanı'nın Kardak kayalıklarına çıkış tarihini 20 Ocak 1996, bu durumun basında ve kamuoyunda yankı bulmasını ise 26 Ocak olarak göstermektedir. Bkz; M. R. Hickok, "Falling Toward War in the Aegean: A Case Study of the Imia/Kardak Affair", http://dodccrp.org/proceedings/DOCS/wcd00000/wcd00044.htm B.Tarihi: 23.09.1999.
301- Kardak kayalıklarına yapılacak müdahaleye ilişkin olarak siyasi, askeri, bürokratik kadroların birlikte yapmış olduğu toplantılardaki görüşler ve değerlendirmeler için bkz; "Kardak Krizi", http://www.softdesign.com.tr/32gun/97-98-dosya/dosya21.html, B. Tarihi: 02/ 10/1999.
302- 31 Ocak sabahında Amerika'nın yürüttüğü arabuluculuk çabaları doğrudan ABD Başkanı Clinton ile Yunanistan Başbakanı Simitis, ABD Dışişleri Bakanı W. Christopher ve yardımcısı Holbrooke ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Pangalos, ABD Savunma Bakanı Perry ile Yunanistan Savunma Bakanı Arsenis arasında yürütülmüş, Yunanistan Milli Güvenlik Konseyi'nin özel bir toplantısında yapılan değerlendirme sonucunda yürütülen arabuluculuk çabalarının sonuç vermiş olduğu ve her iki ülkenin de aynı anda silahlı güçlerini kayalıklardan geri çekerek statüko öncesi duruma dönmeyi kabul ettiği belirtilmiştir. Bkz; Krateros Ioannou, "A Tale of Two Islets", Thesis, Atina: Hellenic Ministry of Foreign Affairs, Spring 97, Vol I, Issue 1. ; "Turkish Foreign Policy and Practice As Evidenced By The Recent Turkish Claims To The Imia Rocks", http://mfa.gr/foreign/bilateral/imiaen.htm B. Tarihi: 02/11/1999.
303- Andreas Papandreu'nun 15 Ocak 1996 tarihinde çekilmesinin ardından eski ticaret ve Sanayi Bakanı Costas Simitis PASOK Parlamento Grubu'nda yapılan oylamada Akis Tsochatzopoulos'a karşı çoğunluğu kazanarak Başbakan olmuş, ancak, henüz PASOK'un liderliğine gelememiştir. Dolayısıyla bu durum gerek hükümet gerekse PASOK içerisinde siyasi çekişmelere yol açan bir gelişme olmuştur. Savunma Bakanlığı''ı elinde bulunduran Arsenis, Simitis'in Türkiye'ye ilişkin yaklaşımını eleştirirken bu dengeleri lehine çevirmeye çalışmıştır.
304- Hickok, "Falling Toward War in the..,"
305- "Kardak Krizi", http://www.softdesign.com.tr/32gun/97-98-dosya/dosya21.html, B. Tarihi: 02/ 10/1999.
306- "Kardak Krizi...".
307- "Kardak Krizi...".
308- Bu konuda bkz; Hickok, "Falling Toward War in the...,"; Kardak Krizi....
309- Şule Kut, "Türk Dış Politikasında Ege Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998, ss. 256.
310- Bu bakımdan Kut'un da vurguladığı gibi, Türkiye'nin yaklaşımı, Yunanistan'ın Ege Denizi'ndeki egemenliğini değil egemenlik iddialarını tanımamak yönündedir. Dolayısıyla Türkiye'nin bu yaklaşımını Yunanistan'ın egemenliğine değil ama Yunan çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak yorumlamak olasıdır. Ş. Kut, "Türk Dış Politikasında Ege Sorunu",..., s.268.
NATO savunma sistemi içerisinde yer almalarına karşın her iki ülkenin de taraf oldukları uluslararası bağlantıların, sorunları çözüme vardırma çabalarında yetersiz kalması, hem Türkiye'nin hem de Yunanistan'ın taraf oldukları bölgesel-uluslararası örgütlerde AB, NATO gibi, kendi ulusal yaklaşımları doğrultusunda destek arayışları içerisinde olmalarına etkide bulunmaktadır. Uyuşmazlıklara çözüm bulunamaması, iki ülke arasında hızlı bir silahlanma yarışının gündeme gelmesi, NATO çerçevesinde ulusal ve bölgesel güvenliği sağlamaya yönelik çabalarda aksaklıklara yol açabilmektedir. NATO ittifak ve savunma sisteminin güneydoğu kanadını oluşturan Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların, özellikle adaların silahlandırılmasına ilişkin olanı, 1980'lerin ikinci yarısından itibaren, hem NATO savunma planlarının hazırlanmasında, hem askeri tatbikatların planlanması ve uygulanması sırasında, hem de her iki ülkede yapılması planlanan askeri ve ekonomik yatırımlar sırasında karşılıklı vetolaşmalar yüzünden, ittifak içerisinde yeni sorunlar doğurmaktadır. (Limni adasının NATO savunma planlarına dahil edilmesi ve burada Yunanistan tarafından konuşlandırılmış bulunan kuvvetlerin, NATO planlarına katılması için ileri sürülen Yunan istekleri ve Türkiye'nin tepkileri, buna iyi bir örnektir.) Bu çerçevede iki ülke arasında sürdürülen sert siyasi ve hukuksal tartışmalar, ittifak sistemi içerisinde görüş ayrılıklarına yol açmakta, ittifak sisteminin güneydoğu kanadında fiili bir iletişimsizlik ve kopukluk yaşanmaktadır.
Bir başka açıdan bakıldığında, iki ülke arasında sürdürülen tartışmalar, bu konuda bir kısır döngünün yaşanmakta olduğunu göstermektedir. Yunanistan, adaları silahlandırma çabalarına gerekçe olarak, Türkiye'nin, Yunan adaları karşısında büyük bir amfibi harekat yapabilme yeteneğine sahip ve bu amaçla donatılmış bulunan Ege Ordusu'nu kurmasını göstermekte ve Türkiye'nin koşulları kendince uygun olan bir zamanda, Yunan egemenliğinde olan ve Anadolu kıyılarının açığında yer alan adaları, Kıbrıs'ta olduğu gibi, ani bir harekatla işgal edeceğini iddia etmektedir. Bu nedenle, böyle bir tehdit altında bulunan Yunanistan için adaların silahsızlandırılacağına ilişkin hükümler, Yunanistan'ın toprak bütünlüğü açısından bir önem taşımamaktadır. Buna karşılık, Türkiye, 1960'ların başından itibaren adaları antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmaya başlayan Yunanistan'ın, aksine, Ege Ordusu'nu 1975 yılında kurmuş olduğunu açıklayarak, Türkiye'nin, Yunanistan'ın egemenliğinde olan hiçbir toprak parçası üzerinde isteği bulunmadığını, aksine, Yunanistan'ın söz konusu adaları, bu adaların statülerini karara bağlayan uluslararası bağıtlara aykırı olarak, iki ülke arasında kurulmuş olan dengeyi kendisi lehine değiştirmeye çalışmakla suçlamıştır. Olası bir Türk - Yunan savaşı sırasında savaşın niteliğinin genel olarak hızlı ve kara savaşından daha fazla, kesin sonuç almaya yönelik, hava kuvvetlerinin ağırlıklı olarak kullanılacağı ve füze sistemlerinin büyük önem taşıyacağı açıktır; bu noktada Yunan Silahlı Kuvvetleri'nin kara kuvvetlerini kullanarak Türkiye'ye yönelik bir saldırıda bulunmayacağı -en azından Ege kıyılarında- düşünülebilir. Buna karşılık, Türkiye kıyılarına yakın adalarda oluşturulacak savunma ya da saldırı amaçlı askeri yığınaklar büyük ölçüde füze sistemleri ve hava kuvvetlerine ilişkin olacaktır. Bu nedenle, Türkiye'nin gücü ne oranda büyük olursa olsun kimi dışsal nedenlerden dolayı kısa süreli olması büyük bir ihtimal olan ve istenmeyen bir Türk - Yunan savaşı sırasında karşı tarafa en kısa süre içerisinde en fazla kaybı verdirebilecek olan taraf savaşın olası galibi olarak çıkacaktır. Böylesi bir durumda, Ege Denizi'ndeki Yunan adalarının çokluğu ve dağınıklığı, Türk kıyılarına yakınlığı, bu adalara stratejik bir önem kazandırmakta ve Türkiye açısından ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğü yönünden sürekli olarak göz önünde bulundurulması gereken bir faktör olarak değerlendirilmektedir.
Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki adaların silahlandırılması konusu, gerçekte, iki ülke arasındaki güvensizliği oldukça iyi yansıtan, stratejik güç dengesinde üstünlük elde etme çabası olarak ve/veya en azından, gücün dengelenmesi çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. İki ülkenin de aralarındaki güç dengesini sürdürebilecek olanaklara ve araçlara sahip oldukları sürece, bu yöndeki çabalarını sürdürecekleri düşünülebilir.
Dolayısıyla Yunanistan'ın Türkiye'den kaynaklandığını düşündüğü tehdit algılamalarını gidermek için göstermiş olduğu çabalar çerçevesinde oluşturduğu yeni savunma politikasına göre, Yunanistan'a yönelik tehdit artık eskiden olduğu gibi kuzeyden -SSCB/Varşova Paktı - değil doğudan - Türkiye'den - kaynaklanmaktadır.[297]
Yunanistan Savunma Bakanlığı'nın hazırlamış olduğu White Paper for the Armed Forces'da Yunanistan'ın ulusal güvenlik kaygıları ve Yunan Silahlı Kuvvetleri'nin izlemesi gereken stratejiler ve gerekçeleri şu şekilde sıralanmaktadır:
"Yunanistan maalesef değişmekte olan bir uluslararası çevrenin belirsizliklerine karşı koymak ve aynı zamanda Türkiye'nin Yunanistan ve Kıbrıs'a yönelik politikalarına göğüs germek zorundadır.Ege'de Kıbrıs'da ve Trakya'da sergilendiği gibi Türkiye'nin Yunanistan'a yönelik revizyonist politikası ciddi sorun yaratmakta ve Yunan güvenliğine karşı en önemli tehdit olarak düşünülmektedir.
Türkiye, doğrudan görüşmeler yoluyla bölgedeki statükoyu Yunanistan'ın aleyhine değiştirmek amacıyla Yunanistan'ın yasal egemenlik haklarını tartışma konusu yaparak, neredeyse hemen her gün, ulusal bütünlüğünü tehdit ederek ve uluslararası hukuk ilkelerinin anlamlarını saptırarak uluslararası topluluğu iki ülke arasında ciddi farklılıklar olduğuna inandırmayı amaçlamaktadır. Türkiye'nin istekleri arasında NATO çerçevesi içerisinde Ege Denizi'nde operasyonel sorumluluk sınırlarının genişletilmesi, FIR sorumluluk bölgesinin batıya doğru genişletilmesi, arama ve kurtarma sınırlarının genişletilmesi, Ege'de egemenlik bölgelerinde mevcut statükonun değiştirilmesi (ilk adım 'gri bölgeler' yaratmak çabasıdır) ve kıta sahanlığının ortak işletilmesidir. Aynı zamanda, son olarak Yunanistan'ın karasularını 6 milden 12 mile genişletme hakkını (yeni Deniz Hukuku'nun 3. Maddesine göre) uygulamaya karar vermesi durumunda açıkça Yunanistan'ı savaşla tehdit etmektedir. Türkiye açıkça iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren Imia kayalıklarıyla ilgili iddialarında ve provokasyonlarında, 1996 Ağustosunda Kıbrıs'da sivillerin soğuk kanlı katilleri olarak, Gavdos ve diğer ada ve adacıklar üzerindeki Yunan egemenliğinin eşi görülmemiş bir şekilde tartışmaya konu edilmesinde (Türkiye, Yunan[istan] ve uluslararası tepkilerden dolayı geri çekilmek zorunda kaldı) görüldüğü gibi, bir tür gerginlik stratejisi sürdürmektedir"
Bu çerçevede Yunan ulusal stratejisi aşağıdaki temel ilkeleri içermektedir;
"Her türlü dış tehditin caydırılması,Ülkenin Avrupalı yöneliminin desteklenmesi,
Avrupa Birliği'nin Balkan kapısı olmasına yönelik olarak Ülkenin Balkanlardaki konumunun desteklenmesi,
Karadeniz ve Doğu Akdeniz'de Yunanistan'ın aktif olarak var olması,
Balkanlar, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde sivil güvenlik, barış ve işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan aktif ve dinamik bir savunma diplomasisi geliştirmek,
Tüm uluslararası örgütlenmelere aktif katılım,
Dünyanın her yanına yayılmış Hellenlerin yönlendirilmelerinde gereken inisiyatifi üstlenebilmek için Hellenizmin metropolitan merkezi olarak Yunanistan'ın hazırlıklı olması."
Yunan ulusal savunma politikasının ilkeleri arasında yer alan; "Yunanistan Kıbrıs Hellenizminin varlığını sürdürmesini, güvenliğinin garanti altına alınmasını yaşamsal bir çıkar ve ulusal bir görev olarak düşünmektedir" görüşü çerçevesinde "Kıbrıs Hellenizminin güvenliğini garanti altına almak ve yurtdışındaki Hellen azınlıkların güvenliği ile yakından ilgilenmek," bu ülkenin ulusal savunma politikasının amaçları arasında sayılmaktadır. Yunan Ulusal Askeri Stratejisi'ne göre, "Yunanistan'ın askeri stratejisinin merkez ekseni, gerginliklerin azaltılması politikasına uygun olarak, diğer yönlerden gelebilecek risk ve tehlikeler gibi, Türk tehdidinin caydırılmasıdır." Tehditin caydırılması bakımından da, "Sonuç olarak, Yunanistan'ın ulusal stratejisi üç faktörden oluşmaktadır; savunma yeterliliği, esnek karşılık ve ülkenin 'Yunanistan-Kıbrıs Ortak Savunma Alanı'nı etkin olarak koruyabilme yeteneği." [298]Tehdit algılamaları çerçevesinde düşünüldüğünde, Yunanistan'ın Arnavutluk ile olan sorunlarını Türkiye ve Arnavutluk arasındaki dayanışma çerçevesinde değerlendirmiş olduğu görülmektedir. Bu bakımdan 12 Eylül 1994 tarihinde A. Papandreu'nun yapmış olduğu değerlendirmede,
"Türkiye, hiç şüphesiz orta ve uzun vadede Yunanistan için çok büyük bir sorundur. Doğu'dan bir tehdit hissetmekteyiz. Türklerin liderleri, cumhurbaşkanları, silahlı kuvvet komutanları ve siyaset adamları ülkemiz için son derece saldırgan konuşmaktadırlar. Türkiye'de olanlar için ülkemizde şeytani güçlerden söz ediyorlar, yani Türkiye'de olanlardan biz sorumluymuşuz ve bizim parmağımız varmış gibi konuşuyorlar. Aslında bir rekabet söz konusudur. Burada, Türk - Yunan meseleleri diye adlandırılan ve çözümlenmek istenen temel bir konu vardır. Bu meseleler, Türkiye'nin milli sahamız aleyhine bir talep listesinden ibarettir. Bu liste, bizim için bir diyalog konusu değildir. Yabancılar ve büyük güçler bize 'bakın, Türk - Yunan anlaşmazlıkları mevcuttur ve siz, diyalog yoluyla durumu yumuşatmaya gayret edin' diyorlar. BU, basit bir dille, Türkiye ile dostluk olsun diye, egemenlik haklarımızdan tavizler vermeye hazır olmamız anlamına gelir. Elbette Türkiye ile dostça ilişkiler istiyoruz. Ancak herkes memnun olsun diye ne vereceğimizi görüşmeyiz. Bu olamaz. Türkiye ile ülkemiz egemenlik hakları ile ilgisi olmayan konularda diyalog imkanları vardır.Türkiye, Balkanlar'da varlığını hissettiren bir güçtür. Berişa'nın izlediği politikanın unsurlarından birinin, Türkiye - Arnavutluk arasındaki sıkı ilişkiler olduğundan kim şüphe edebilir? Arnavutluk, Türkiye'nin Batı'ya doğru gerçek bir uzantısıdır. Bu konuda elimizde kanıtlar mevcuttur. Dolayısıyla Kuzey'deki problem, Doğu'daki problemle bağlantılıdır." [299]
297- Bu konuda bkz; White Paper for the Armed Forces; http.//www.mod.gr/english/index.htm
Yunanistan'ın güvenlik doktrini hakkında bkz; Thanos Dokos, "Greek Security Doctrine in the Post-Cold War Era", Thesis, Summer 1998; http://www.mfa.gr/thesis/summer98/security.htm B. Tarihi :02/03/1999.
298- Yunanistan ve Kıbrıs arasındaki Ortak Savunma Alanı Doktrini anlaşması 1994 yılında imzalanmıştır. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi Türkiye'nin adadaki askeri varlığına karşılık olarak işbirliği düzeyini arttıracaktır. Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yönelik herhangi bir saldırı Yunanistan tarafından "casus belli" savaş nedeni sayılacaktır. Bu çerçevede, savunma amaçlı olarak Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi silahlı kuvvetleri arasında işbirliği ve ortak eğitimin geliştirilmesi sağlanacaktır. Bkz; T. Dokos, "Greek Security Doctrine...,"
299- "Papandreu: Tek Adım Bile Geri Atmayız", Cumhuriyet, 12 Eylül 1994, s.9.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki diyalog konusunda çekişmeler sürerken iki ülke arasında egemenlik iddialarının yoğunlaşmış olduğu bir konu olan Ege Denizi kıta sahanlığı konusunda yeni bir gerginlik yaşanmaya başlamış ve iki ülke arasında ilişkiler bir anda tırmanma göstermiştir. Gerilim, iki ülke arasında Bern Anlaşması'nın geçerliliği konusunda bir tartışmanın ortaya çıkmasına yol açarken, taraflar gerginlik konusunda birbirlerini suçlamaya başlamışlardır. İlişkilerin savaşa giden bir tırmanmaya geçmesiyle Yunanistan, "Bern Anlaşması'nın artık geçersiz olduğunu" iddia etmiş [294] ve "Yunan kıta sahanlığında nerede, ne zaman araştırma ve sondaj faaliyetleri yapılacağına Yunan Hükümeti karar verir" demiştir. [295]
Olay karşısında Türkiye sessiz kalamayacağını açıklamış ve Piri Reis Araştırma Gemisini bölgeye göndererek, "Yunanistan'ın tartışmalı sularda petrol araştırma faaliyetine girmesi halinde kendisinin de benzer faaliyetlere başlayacağını " açıklamıştır. Türkiye'nin göstermiş olduğu kararlılık, Papandreu'nun Türkiye'yi, "Yunanistan'a karşı saldırgan emeller beslemekle" suçlamasına yol açmış; Türkiye ise, Yunanistan'ı, "Ege Denizi'ni bir Yunan Gölüne dönüştürmek istemekle" suçlamıştır. İki ülke arasındaki gerginlik ise, Yunanistan'ın tartışmalı bölgelerde petrol arama faaliyetlerine girişmeyeceğini açıklaması ve Türkiye'nin de, Yunanistan kendi karasularının dışına çıkmadığı sürece tartışmalı bölgelerde araştırma faaliyetlerine girişmeyeceğini açıklamasıyla giderilmiştir.
Gerçekten de, gerginlik sırasında hem Türkiye'nin hem de Yunanistan'ın davranışlarından çıkarılacak sonuç, her iki ülkenin de gerçek niyetlerini diğer tarafa tam olarak anlatamamış olmasıdır. Tırmanma süreci içerisinde, basında yer alan açıklamalar dikkate alındığında, Yunanistan'ın, bölgede 28 Mart tarihinde petrol arama faaliyetlerine girişeceğini açıklayan NAPC/(Kuzey Ege Petrol Şirketi) şirketine karşı izlemiş olduğu yaklaşımın yeterince belirgin olmadığı söylenebilir. Diğer bir deyişle, Yunanistan'ın NAPC'yi kamulaştıracağını açıklamış olmasının asıl amacının bu şirketi bir Türk-Yunan krizine sürükleme olasılığını taşıyan petrol arama ve sondaj faaliyetlerine girişmekten alıkoymak için mi, yoksa, şirketin yapacağı petrol araştırmalarını devlet eliyle gerçekleştirmek için mi olduğu yeterince belirgin değildir. Bu belirgin olmayan ortam içerisinde, Türkiye'nin, Yunanistan'dan Bern Anlaşması'nın iki ülke arasındaki ilişkileri düzenlemekte olduğunu gösteren bir açıklamada bulunmasını istemesi, gerçekte, Yunanistan'ı bir ikilem içerisinde bırakmış ve bir yandan iç politikada Türkiye karşısında ödün verilmesine ilişkin tartışmalar yaşanırken, diğer yandan da, Türk-Yunan ilişkileri ve uluslararası bağlantılar bakımından, Yunanistan'ın, Bern Anlaşması'nı geçerli bulup bulmadığı konusu gündeme gelmiştir. Yunanistan'ın, Bern Anlaşması'nın geçerliliği konusunda benimseyeceği tercih, Türk-Yunan ilişkilerindeki tansiyonun şekillenmesine etki etmiştir.
Nitekim, başlangıçta Yunanistan'da Bern Anlaşması'nın geçerli olmadığına ilişkin açıklamalar yapılmış olmasına karşın gerginliğin tırmanması ve giderilmesi aşamasında bu görüş, yerini Yunanistan'ın üstü kapalı bir şekilde, Bern Anlaşması'nın geçerli olduğunu kabullenmiş olduğunu gösteren açıklamalara bırakmıştır. Diplomatik kulislerde, Yunanlı diplomatlar, Yunanistan'ın bölgede araştırma yapmaya niyeti olmadığını, NAPC şirketini satın almaya karar verilmiş olmasının gerçek nedeninin şirketin kendi başına petrol aramaya kalkışarak her iki ülkeyi de zor durumda bırakacak bir girişimde bulunmasını engellemek olduğunu belirtmişlerdir. [296]
Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu bunalım, iki ülke arasındaki ilişkilerin kolaylıkla savaşa yönelik tırmanışa geçebileceğini gösteren ilginç bir deneyim olmuştur; tarafların izledikleri dış politika ve yaklaşımlar bakımından, karşı tarafa yeterli ve doğru bilgi akışını verememeleri ya da, bu bilgilerin karşı tarafça, gerektiği şekilde algılanamaması, yanlış algılanması durumu, iki ülkeyi bir savaş riski ile karşı karşıya getirmiştir. Bu durumun doğal bir sonucu olarak gerginliğin giderilmesine yol açan gelişmeler hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de "karşı tarafın gerilediği" şeklinde spekülasyonlara konu olmuştur.
1987 Mart ayındaki bunalım, iki ülke arasındaki ilişkilerin diyalog süreci içerisinde ele alınmasının zorunlu olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla, iki ülke arasında bir diyalog sürecine girilmiş, sonuçta DAVOS süreci ile ilişkilerde bir yumuşamaya doğru gidiş gözlenmiştir. Bu süreç içerisinde iki ülke arasında diyalog çabaları gerginliğin azaltılması açısından olumlu etki yaratmakla birlikte, sorunların özüne ilişkin çözümlerin sağlanabilmesi açısından yeterli olmamıştır.
Gerçekte, DAVOS süreci, iki ülke arasında bir diyalog kurulmasına yaramış olmakla birlikte hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de karşılıklı güvensizlikleri ortadan kaldırması bakımından eksik olarak görülmüş ve eleştirilmiştir. Buna karşın, özellikle Türkiye'nin AET çerçevesindeki ilişkilerini güçlendirmesi bakımından Yunanistan'la oluşturmaya çalıştığı diyalogun, olumlu bir ortamın doğmasında yararlı olduğu söylenebilir. Diğer yandan, iki ülke arasında gerçekleştirilen diyalogun, yumuşamaya yol açarak olası savaş riskini azalttığı da söylenebilir. Nitekim, Davos toplantısı sonrasında yapmış oldukları açıklamalarda hem Özal hem de Papandreu, iki ülke arasında olası bir savaş riskinin en aza indirgenmiş olduğundan söz etmişlerdir.
Diyalog sürecine rağmen, iki ülke de karşılıklı olarak diğer tarafın çıkarlarına sonuçlanacak girişimleri desteklememek konusundaki kararlılıklarını korumuşlardır. Özellikle Türkiye'nin AET'e tam üyelik başvurusu ve Konvansiyonel Silah İndirimi Görüşmeleri çerçevesinde Mersin'i kapsam dışı olarak bırakmak istemesi, Yunanistan'ın karşı çıkması ile engellenmiştir. Diğer yandan, özellikle 1990'ların başından itibaren Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı konusunda Yunanistan'da bir dizi baskı ve şiddetin gündeme gelmesi iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan diyalog sürecini aksatmış ve gerginliği yeniden tırmandırmıştır. Türkiye'nin Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın antlaşmalardan doğan haklarını korumada duyarlı davranması ve Yunanistan'ı bu konuda hem ikili diplomatik ilişkilerinde hem de uluslararası kamuoyu önünde uyarması, Yunanistan'da Türkiye'ye yönelik kuşkuların yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Türkiye'nin bu konudaki duyarlılığının bütünüyle Yunanistan'ın iç politikasına karışmak arzusundan kaynaklandığı Yunan basın ve resmi çevreleri tarafından sıklıkla vurgulanmaya başlanmıştır.
Özellikle Balkanlarda azınlıklar konusunun yeniden gündeme gelmesi ve tartışılmaya başlanması, Yunanistan'ın bu konudaki duyarlılığını ortaya çıkarmış ve Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın etnik değil dinsel bir azınlık olduğu ve Yunan vatandaşı olarak bu azınlıkların diğer Yunan yurttaşları ile eşit haklara sahip oldukları ileri sürülmüş, ancak Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın resmi çevrelerin uygulamış oldukları politikaları eleştiren tutumlar ve kararlılıkları konunun uzun süre gündemde kalmasına neden olmuştur. Yunanistan'ın ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü açısından göstermiş olduğu duyarlılık giderek Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı ile Türkiye arasındaki ilişkileri kuşkulu hale getirmiştir. Uygun bir ortam sağlandığı takdirde, Türkiye'nin bu azınlıkları kullanarak Yunanistan'ın toprak bütünlüğü ve ulusal egemenliğini parçalamaya çalışacağı kuşkusu, Yunanistan'ı bu konuda sertlik yanlısı ve azınlıkların etnik kimliğini yadsıyan bir politika izlemeye yöneltmiştir. Buna karşın, hem Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı hem de Türkiye, Yunanistan'ın ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygılı olduklarını, azınlıklar konusundaki istemlerinin sadece, bu konuda imzalanmış bulunan uluslararası antlaşmaların yürürlüğe konulmasını sağlamak ve uygulanan ayrımcı politikalara son verilmesini istemek olduğunu sıklıkla dile getirmişlerdir.
Bir başka açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkileyen, Irak'ın Kuveyt'i işgali ve ABD liderliğindeki çok uluslu güçlerin Irak'a müdahalede bulunması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki stratejik dengeyi, Türkiye lehine çeviren bir olay olarak değerlendirildiğinden, Yunanistan, bu durumdan bazı kaygılara kapılmıştır. Özellikle, Kıbrıs ile Kuveyt'in işgali ve ilhakı arasında bağ kurarak Türkiye'ye baskı uygulanması konusunu gündeme getiren Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliği, Türkiye'nin Batı ve ABD çıkarları açısından stratejik öneminin artmış olmasından kaygı duymuşlardır. Türk-Yunan dengesi içerisinde Batı ve ABD'nin Türkiye yararına bir politika izleyerek Yunanistan karşısında Türkiye'yi destekleyecekleri endişesini taşıyan Yunan Hükümetleri, Türkiye'ye yönelik politikalarını sertleştirme yoluna gitmiştir.
Yunanistan, özellikle iki açıdan endişe duymuştur; bunlardan ilki, ABD ve Batı çıkarları açısından Türkiye'nin stratejik öneminin artmış olmasının bu ülkeye Yunanistan karşısında pazarlık olanağı verecek bazı avantajlar sağlayabileceği konusudur. Özellikle Türkiye'nin AET'e tam üyeliğinin Yunanistan'ın vetosu ile engellenmekte oluşu ve Yunanistan'ın bu vetoyu kullanarak Türkiye ile görüşmelerinde pazarlık unsuru olarak kullanmakta oluşu, Yunanistan'da bu avantajın yitirilebileceği endişesi yaratmıştır. Diğeri ise, kriz dönemi boyunca bölgedeki stratejik konumunun gereği olarak ABD ve Batı çıkarları açısından önemli roller üstlenecek olan Türkiye'ye yapılacak olan ekonomik ve askeri yardımların, bu arada Türkiye ve Yunanistan arasındaki stratejik dengeyi bozabileceğinden endişe duyan Yunanistan, bu konudaki endişelerini sıklıkla dile getirmiştir.
Yunanistan'ın Türkiye'den duymuş olduğu ulusal güvenlik kaygısı, Körfez krizi daha gündemde yer almadan kısa bir süre önce imzalanmış bulunan ABD-Yunanistan Savunma ve İşbirliği Anlaşması çerçevesinde de tartışmalara konu edilmiştir. Yunanistan, Türkiye'yi ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından birincil derecede tehdit kaynağı olarak görmüş olması ve Papandreu Hükümeti'nin 1981 yılından beri dile getirmiş olduğu Yunanistan'a asıl tehditin kuzeyden değil doğudan, yani Türkiye'den gelmekte olduğu savı bu ülkenin ABD ile imzalamış olduğu söz konusu anlaşmada da yer almıştır. Türkiye'nin bu konuda tepki göstermesi üzerine ABD yönetimi, imzalanan anlaşmanın hiçbir NATO üyesi ülkeye karşı hüküm içermediğini ve bu arada Türkiye'ye karşı hiçbir hüküm bulunmadığını açıklamış, ancak Türkiye, bu açıklamaları yeterli görmeyerek yazılı bir metin hazırlanmasını istemiştir.
Diğer bir açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki demografik farklılıkların da iki ülke arasındaki algılamaları etkilediğinden söz edilebilir. Türkiye'nin yüzyılın sonunda 70 milyonluk bir nüfusa sahip olacağı dikkate alındığında Yunanistan, kendi ülkesinin nüfus artış hız ve oranını göz önünde tutarak, Türkiye'nin gelecekte bölgede büyük bir güç olmasından ve bu gücü kullanarak, Yunanistan üzerindeki emelini gerçekleştirebileceğinden endişe duymaktadır. Sonuç olarak, ikili ilişkilerin yönelimi bakımından, hem Yunanistan'ın hem de Türkiye'nin, karşılıklı olarak ulusal çıkar, güvenlik, toprak bütünlüğü vb açılardan diğer ülkenin niyetlerini algılarken çeşitli yanılgıların etkisinde kaldığı söylenebilir. Gerçekten bu iki ülkenin birbirleri hakkında edindiği olumsuz imajlar, güncel ilişkilerinde olayları yorumlarken karşı tarafın herhangi bir durum alışını önyargılarla yorumlamasına neden olmakta, sonuçta algılamaların yanlış tabana dayanması, tarafların dış politikada yanlış seçenekler üzerinde karar vermelerine, yanlış dış politika kararlarının uygulanmasına neden olabilmektedir. Türk-Yunan ilişkileri bu bakımdan sayısız örneklerle doludur. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve uzlaşmazlık noktalarının giderilebilmesi açısından bu ülkeler arasındaki güvensizliğin, kaygı, kuşku, korku ve tehdit algılamalarının giderilmesi gerekmektedir.
294- Yunanistan'ın Sesi, 6 Mart 1987.
295- Cumhuriyet, 27 Mart 1987; ayrıca bkz; dönemin Yunan basını.
296- Cumhuriyet, 29 Mart 1987.