TARİHSEL NEDENLER
Günümüz Türk - Yunan ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini, iki ülkenin ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği oluşturmaktadır.
Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında oldukça uzun bir süre birlikte yaşamış olmalarına karşın, her iki ulusun birbirlerine karşı yaklaşımları, süreç içerisinde, dostluktan düşmanlığa yönelen bir gelişme çizgisi izlemiştir. 1830'dan itibaren, Osmanlı Devleti'nden kopmasına karşın, Yunanistan'ın, bu devletin sınırları içerisinde kalan diğer etnik/dinsel topluluklarla ve bu arada, Rumlarla olan bağlantıları devam etmiştir. Ortodoks Kilisesi'nin İstanbul'da ve Osmanlı Devleti'nin güvencesi altında bulunmasının yanı sıra, Fener Rumlarının bu ülkenin siyasi, ticari ve ekonomik yaşamında da etkin bir konumda bulunması, Yunanistan'ın uzun süre, Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde yaşamayı sürdüren Rumlarla ilişkilerini korumaya yöneltmiştir.
Osmanlı Devleti'nin 1453 yılında İstanbul'u sınırları içerisine katmasından sonra, bu devletin toplumsal ve siyasal görünümünde önemli bir değişiklik gündeme gelmiştir. Fetihlerle genişleyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan topluluklar arasında barış ve güvenin yanı sıra, her türden işbirliğinin sağlanabilmesi için, birbirlerinden farklı kültürel, dinsel/etnik kökenlere ve değerlere sahip toplulukların toplumsal statülerinin yeniden düzenlenmesi ve Devlet'in etkin garantisi, koruması altına alınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'nin Müslüman ve Müslüman olmayan halklarının aynı çatı altında yaşamaları için bu durum bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
1453 yılında İstanbul'un alınması ile birlikte, giderek büyüyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Müslüman olmayan halkları bir arada tutmak için, bu halkların dinsel konumları ön plana çıkarılarak bazı azınlık haklarının tanınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'ni oluşturan esas unsurların İslamiyet'i benimsemiş olması, bu niteliklerinden dolayı egemenlikleri altındaki topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında Müslüman olan ve olmayan ayrımının kesin bir şekilde yapılmasını gerektirmiştir. [192]
Tanilli'ye göre,
"Üç kıtanın kavşak noktasında, otuz milyonluk nüfusuna dayanan Osmanlı gücü, XVIII. yüzyılın başlarında, Orta-Asya'dan X. yüzyılda yola çıkan bir Oğuz kabilesinin çifte hareketinin bir sonucudur; Biri, yerleşik düzene geçmedir bu hareketlerin; öteki, İslamın genel yayılışı içinde yer alan ve -esas bakımdan- XVI. yüzyılda sona eren askeri ve dinsel fetih. Dinsel yayılışın mirası, Osmanlı egemenliğini, bütün açıklığıyla damgalıyor. Gerçekten, İmparatorluktaki bölünme, dünyanın da bölünmesini belirliyor: Anadolu ve Arap eyaletleriyle Müslüman çoğunluğun yaşadığı Dar el İslam ve, Rumeli'yle Dar el Harb, Müslümanlar ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar, Müslüman olmayanlardan ve yabancılardan ayrılırlar." [193]"Uygulamada, dinsel ayrım, bir idari ilkeye yol açmıştı. Medeni hukuka ve sosyal sürdürülmesindeki çoğu şeye ilişkin konular, Millet adı verilen dört büyük din topluluğuna bırakılmıştı; İmparatorluğun bütün halkı da bunlardan birine giriyordu. Devlet, her düzeyde toplulukların temsilcileriyle görüşüyordu; ve her biri, bir azınlığın sorumluluğunu yüklendiğinden, yararlı bir hakem rolü oynuyordu devlet." [194]
Osmanlı Devleti'nin bütün azınlıklara dinsel yönlerini ön plana çıkararak, bunlara kimi ayrıcalıklar tanımış olması ve Kilise yönetiminin almış olduğu kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanması, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar ve Avrupa'da sınırlarını genişletmeye başlamasına olanak tanırken, aynı zamanda Kiliselerin de etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki etkinliğini, saygınlığını artırmasına yardımcı olmuştur. Özellikle Ortodoks Fener Kilisesi'nin etkinliği giderek artmış, Kilise, azınlıklar açısından dinsel olduğu kadar belki de daha fazla, siyasal lider durumuna gelmiştir. Ortodoks Fener Kilisesi'nin yetki ve haklarının genişlemesi, bunların Osmanlı Devleti tarafından garanti altına alınmış olması, bir yandan Kilise'nin etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki denetimini güçlendirirken, diğer yandan da, ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak üzere azınlıkların Kilise ile işbirliğine yöneltmiştir. Bu durum, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, özellikle Fener Rumlarının, Osmanlı ekonomisi ve siyasi yaşamında önemli görevler üstlenmelerine ve ayrıcalıklara sahip olmalarına yol açmıştır.Svoronos'un da belirttiği gibi;
"Onsekizinci yüzyıl Hellen (Yunan) ulusu için bir dönüm noktasıdır. 1715'de, Peleponez'in işgali ile tüm Hellen dünyası Türk (Osmanlı) egemenliği altına girdi. Ekonomik yaşamı felce uğratan Balkan savaşları da sona ermişti. Barışla, Anadolu Avrupa ticaretinin merkezi oldu." [195]
Osmanlı Devleti içerisindeki azınlıkların, Avrupa ile kurmuş oldukları ticari bağlar, bu azınlıkların kısa sürede, Osmanlı ekonomik yaşamında etkin rol oynamalarına yol açmıştır. Bu bağlamda, Yunanlıların diğer azınlıklar arasında sivrildiklerini belirtmek gerek. Osmanlı Devleti'nde ticareti elinde bulunduran azınlıklar içinde Yunanlılar, giderek etkinliklerini artırmışlar, özellikle deniz ticareti ile uğraşmakta oluşları ve Avrupa'da yaşayan Yunanlıların sahip oldukları kapitülasyon haklarından faydalanabilmeleri, onlara önemli ayrıcalıklar kazandırmıştır. Fransa ve İngiltere arasında başlayan deniz savaşları sırasında Akdeniz ticaretini Yunanlıların eline geçmesi ve Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusların Ortodoks azınlıklar üzerinde bazı haklar elde etmesi ve Rum gemilerinin Karadeniz ticaretinde pay sahibi olmaları, Yunanlıların Osmanlı Devleti içerisindeki etkinliklerini artırmıştır. Avrupa ile kurulan ticari ve ekonomik bağlarla yaygınlaşan ilişkiler, giderek, siyasi alanda da Yunanlıların, özellikle Fener Rumlarının devlet yönetimi içerisinde bulunmalarını kolaylaştırmıştır.18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devletinin bir gerileme süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devriminin etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş yaşanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan kapısı Balkanlar, ulus bilincinin etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu özelliklerini kullanarak diğer yandan da, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanma başlatmışlardır.
Yunanlıların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks Kilisesi'nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer yandan da, Fransız Devrimi'nin ideolojik çatısına dayandırılmaya çalışılmıştır. [196]Özellikle, Avrupa ile bağlarını geliştiren Yunan ticaret burjuvazisi, sınıfsal etkinliğini ve gücünü kullanarak, kurulacak Yunanistan devletinin yönetiminde söz sahibi olmanın arayışı içinde olmuştur.
B. Oran'a göre;
"Osmanlıların 1715'te Mora Yarımadasını fethetmeleri ve böylece Yunanlıların yaşadıkları bölgelerin tümünü Osmanlı bayrağı altında toplamaları çok önemli bir sonuç yarattı: Helenizm'in (yani tüm Yunanlıların) siyasal birliği ilk kez kurulmuştu. Bizans İmparatorluğu'nun son zamanlarında uyanmaya başlayan Yunanlılık bilinci bölgeye ilk kez barış getiren işte bu siyasal birlik altında gelişti. Siyasal ve ekonomik karmaşadan kurtulan Yunanlı gemiciler... Yakındoğu'nun en önemli tüccarları haline geldiler. (...) İşte, bozulan Osmanlı toprak düzeni ve siyasal yapısının reaya yanında Yunan köylüsünü de ezmesinin yarattığı tepkiden ve 1763'ten başlayarak Balkanlarda başkaldırma tohumları eken Rus ajanlarının yaptığı etkiden çok daha ötede, 1821'de patlak verecek olan Yunan bağımsızlık savaşında bu ekonomik gelişme ve yarattığı yeni sınıf en belirleyici rolü oynadı." [197]"Yunan ihtilali, Osmanlı tarihi bakımından son derece önemli bir olgudur. Çünkü bu hareket hem diğer ulusal hareketlerin doğuşunu ve gelişmesini etkilemiş, hem de onlara başarılı bir örnek teşkil etmiştir. Ancak aynı hareket Osmanlı sınırları içinde kalan Rumların itibarını sarsmış ve yükseliş süreçlerini yavaşlatmış, hatta durdurmuştur. (...) Osmanlı Rumlarının önemli bir kısmı yeni kurulan küçük Yunan Devletine fazla bir güven duymamışlar, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluk kadrosu içinde daha iyi korunduğu inancı ile Osmanlı Devletine sadık kalmışlardır." [198]
Balkanlarda ulus bilincinin yaygınlaşmaya başlaması ve bunun Yunan ulusunun bağımsızlık mücadelesinde gündeme gelmesi, bölgesel üstünlük arayışı içerisinde olan Fransa ve İngiltere'nin yanı sıra, Avrupa'dan ve Balkanlardan Osmanlı egemenliğini silmeyi amaçlayan Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde de kendini göstermiştir. Özellikle Osmanlı-Rus çatışmasının, Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadığı söylenebilir; Osmanlı Devleti'nin yenilmesi ve Edirne Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmasıyla, Yunanistan, bağımsızlığını kazanabilmiştir.Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde azınlıkların dinsel kökenler dikkate alınarak değerlendirilmiş olması, Fener Ortodoks Rum Kilisesi'nin Balkanlardaki Hıristiyan halklar üzerindeki etkinliğini artıran bir etki yaratmıştır. Bu bağlamda, Balkanlardaki diğer ulusal ayaklanmaların, bu ayaklanmaların dinsel nitelikli olarak gündeme geldiği dikkate alınırsa, bir başka açıdan, başlangıçta, Fener Ortodoks Rum Kilisesine karşı yapıldığı söylenebilir. Gerçekten de, Balkanlarda din öğesi uluslaşma çabalarının ayrılmaz bir öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Balkanlardaki ulusçu ayaklanmalar sırasında Fener Rum Kilisesi ile Bulgar Kilisesi arasında süren yoğun güç mücadelesi, bu ulusların bağımsızlık süreci içerisinde dinsel açıdan da karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır.
Diğer bir açıdan, Yunan ayaklanmaları sırasında ve sonrasında Fransa, İngiltere ve Rusya'nın etkin bir rol oynadıkları ve Yunanistan üzerinde denetimlerini kurmaya çalıştıkları söylenebilir. Taner'e göre;
"(...) Kısa süren devrimci kesintiler dışında bu dönemde Avrupa devletlerinde hep tutucu iktidarlar işbaşında idiler. Milliyetçi akımlar bu imparatorluklara da bir tehdit arzediyordu. Fakat gerek kendi köktenci kamuoylarını tatmin etmek, gerek Osmanlı Devletinde nüfuzlarını artırmak için 'reformcu' ve 'kurtarıcı' görünüyorlardı. Bu tutumun samimiyetsizliği, bütün Avrupa kamuoyunu heyecanlandıran bir ihtilalin sonunda kurulan Yunan Devletinde somutlaşmıştır: Bu küçük devletin başına uluslararası bir himaye anlaşması ile, Bavyeralı genç bir prens getirilmiş ve bu prens senelerce Yunanistanı ve Yunanlıları hor gören Avusturyalı müşavirleri ile idare etmişti. Yeni devlette kurulan siyasal partileri ise, garip bir şekilde, Fransız, İngiliz ve Rus partileri adını alıyorlardı." [199]
Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte, gündeme yeni konular eklenmeye başlamıştır. Özellikle, Yunanistan sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürmeye karar veren Müslüman halk, bir anda azınlık durumuna düşmüş ve bunların hak ve statülerinin güvenceye alınması sorunu ortaya çıkmış ve bu durum, 1830 Londra Protokolü ile karara bağlanmıştır.Yunanistan'ın 1830'da bağımsızlığını kazanması ve Osmanlı Devleti'nin 1832 yılında bu durumu, baskılar sonucunda kabullenmesi sonrasında, kurulan yeni devlet ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler gerginliğini korumuştur. Gerginliğin kaynağını ise, Yunanistan'da kurulan monarşinin dış politika çizgisinde bulmak mümkündür.
N. Svoronos'a göre;
"Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde Hellen topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri yerine getirilmiş olamazdı. Böylece Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesi oldu. Ne ki Hellenizmin sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtü. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başladı. Bu, Yunanistan'ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan 'Megali İdea' dedikleri görüştü." [200]
Gerçekten de Yunanistan, 1830'dan Balkan Savaşlarına kadar geçen süre içerisinde Osmanlı egemenliğindeki bölgelerde yaşayan Yunan unsurları üzerinde hak iddiasında bulunarak bu bölgelerdeki ayaklanmalara destek sağlamıştır. Fransa, İngiltere ve Rusya arasındaki güç ilişkilerine koşut olarak Balkan savaşlarına kadar Osmanlı Devleti'nin hukuki egemenliği altında muhtariyet tanınan Girit, Balkan Savaşları sonucunda, bu devletin büyük oranda toprak kaybına uğraması sonunda Yunanistan'ın egemenliğine geçmiştir.Balkan Savaşları sonrasında yapılan düzenlemelerle bu savaştan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki toprakları büyük ölçüde paylaşılmış ve bunun sonucunda, Yunanlılar, Selanik ve Yanya'yı, Ege Denizi'nde ise Oniki Adalar dışında kalan adaları kendi topraklarına katarken, Osmanlı Devleti, Girit üzerindeki Yunan egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır.
Balkan Savaşları ile büyük toprak kaybedilmiş olması ve askeri yenilgilerin yanı sıra ekonomik ve siyasi dengesizliklerin yaratmış olduğu toplumsal huzursuzluklar, yeni yönetimsel düzenlemelere gidilmesini gerektirirken, kaybedilen topraklar üzerinde kalan Türk/Müslüman halklara ilişkin hakların garanti altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine, Osmanlı Devleti ve Yunanistan arasında 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması imzalanmış ve Yunanistan, sınırları içerisinde kalan Türk/Müslüman azınlıklar konusunda önemli yükümlülükler altına girmiştir.
Bir diğer açıdan bakıldığında, Balkanlardaki ulusçu yaklaşımların bağımsızlık tabanında gelişmeye başlaması ve Osmanlı toplumsal yapısının dağılmaya başlaması, gündeme, dağılan toplumsal sistemin yeniden nasıl düzenlenebileceğine ilişkin tartışmaları getirmiş; bu bağlamda, Osmanlı Devleti'ndeki asıl yönetici kesim olan Türklerin ulusal kimlik arayışları tartışılmaya başlanmıştır. Dağılan yapı içerisinde, Avrupa'daki gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, bu gelişmelerin etkisinden kurtulamamış ve ikili bir kimlik bunalımı içerisine girmiştir; bunlardan birincisi, uluslaşma bilinciyle birlikte ortaya çıkan ve tartışılmaya başlanan Osmanlı kimliği -giderek Türk kimliği arayışı, diğeri ise, Avrupa'da yaşanan teknolojik yeniliklerle desteklenen bir toplumsal yapının özlemi içerisinde tartışılmaya başlanan Batılılaşma -çağdaşlaşma çabalarıdır.
Gerçekten de,
"Osmanlı insanının kimliği yüzyıllar boyunca 'İslam kimliği' olarak yaşanmış ve uzun süre Batı'da doğan milliyetçi akımlardan etkilenmemişti. Bu akımların ilk etkilerini Müslüman olmayan ve bu yüzden yönetici zümrenin dünya görüşü ile özdeşleşmeyen Osmanlı ulusları arasında göstermesi son derece doğaldır. Bununla beraber Osmanlılar için de böyle bir akımın dışında kalmak söz konusu olamazdı. XIX. yüzyılın ulusal akımları 'ırk' ve 'etni' kavramları çerçevesinde bir araştırma başlatmışlardı. Bu araştırmalar, sinoloji ve Türkoloji çalışmaları çerçevesinde XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılara ulaşmıştı. Bununla beraber Osmanlıların İslamcı kimlikten ulusal kimliğe geçişleri, İmparatorluğun özel koşullarından doğan güçlüklerle doluydu. (...) Gerçekten Telhis'te Osmanlılar bir yandan Batı'yı yaratan Musevi-Hıristiyan kutsal tarihi oluşturan efsanelerle Yafes'e ve Hazreti Nuh'a bağlanırken; öte yandan da Moğollarla ve Doğu'lu ırklarla bağlanmaktadırlar." [201]
Geleneksel Osmanlı toplumsal yaşamı içerisinde Türkler, bir yandan İslam uygarlığını yaymalarından ötürü övgüye layık görülürken diğer taraftan, Türk kavramı, küçültücü anlamda, uygarlığın gerisinde kalmış, yerleşik olmayan, göçebe yaşayan toplulukları nitelemede kullanılmıştır."XIX. yüzyılın başlarından itibaren dini inanç temeline dayanan Osmanlı kurumları giderek işlevlerini ve saygınlıklarını kaybetmişler. Askeri yenilikler, iktisadi ve mali çöküntüler ve iç huzursuzluklar bu gelişimde başlıca rolü oynadı. (...) Batı'da geleneksel düzenden, modern toplumlara geçiş; evrim ya da devrim yoluyla burjuva sınıflarının aristokrasiyi tasfiyesi sayesinde mümkün olmuştur. Soylu sınıftan yeni iktidar yapısıyla uzlaşanlar, ancak eski ayrıcalıklarını kaybederek ve en iyi durumda 'burjuvalaşarak' bunu sağlayabilmişlerdir. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nda 'modernleşme' denilen değişikliklerin farklı niteliği burada kendini gösteriyor. Osmanlı düzenini başta sultan ve sadrazam olmak üzere geleneksel yönetici zümre 'değiştirmek' istemiştir." [202]
Gerçekten de Osmanlı Devleti içerisindeki modernleşme eğilimi yüzeysel kalmakla birlikte, asıl olarak, yönetici kesimin yoğun çıkar ilişkileriyle bağlı olduğu düzenin çöküşünü önlemek için tepeden gelen istekler sonucunda gündeme gelebilmiştir. Modernleşme eğiliminin Batı'da olduğundan farklı bir şekilde Osmanlı Devleti'nde ortaya çıkması, T. Timur'un da belirtmiş olduğu gibi, ulusal bir burjuvazinin oluşmamış olmasından çok Müslüman bir burjuvazinin kurulamamış olmasına dayandırılabilir. Osmanlı Devleti'nde ekonomik yaşamdaki etkinlikleri elinde bulunduranlar Hıristiyan ve Yahudi burjuvazi olmuştur. Yönetici kesimin Türklük kavramından çok Osmanlılık kavramına önem vermesi karşısında; "cemaatçilikten ulusçuluğa geçildiği ve modern ulusların kurulduğu bir dönemde reformcu kadrolar, Müslüman yönetici zümre ile Hıristiyan-Yahudi burjuvazinin sentezinden oluşmalıydı. Böyle bir sentez ise ister istemez Osmanlı kast ayrıcalıklarını ortadan kaldıran ve kanun karşısında eşit bir vatandaş statüsü yaratan laik bir hukuk düzeni gerektiriyordu. Ne var ki Şeriat düzeni Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar ciddi bir tehditle karşılaşmamış ve varlığını korumuştur." [203]
Bununla birlikte, XIX. yüzyılda dini inançlardaki eski katılığın giderek kaybolmaya başlaması, Müslüman olmayan burjuvazi ile Osmanlı yönetici sınıfı arasında bir statü değişikliğine gidilmesine olanak verecek bir ortam yaratabilmiş, ancak bu fırsat elden kaçırılmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisini Osmanlı Devleti'nde sürmekte olan "millet" sistemini destekleyerek kendi çıkarlarını korumaya çalışan Batılı devletlerin yoğun baskıları oluşturmuştur.
Çöküş süreci içerisinde Osmanlı Devleti'nde yönetici kesim ve aydınların değişim sorununa yaklaşımları, Müslümanlıkla yoğrulmuş bir kültürel yapı üzerinde kendini göstermeye başlamıştır. Bir yandan modernleşme çabaları diğer yandan da Türklük-Osmanlılık kimliğinin yeniden kazanılmaya çalışılması ve aynı zamanda, İslamiyetin köklü değerlerinin korunması. Böylesi bir seçenekler düzeni karşısında Osmanlının yönelimi, Batılı bir reform anlayışı ile çağdaş bir düzene ulaşmak oldu. Ancak, böylesi bir yönelim içerisinde yapılması gereken İslamcılık ve Türklük anlayışının uyum içerisinde birleştirilmesi gerçekleştirilememiştir. Giderek, Osmanlı kimliğinden kurtulmaya çalışan Türkler, uluslaşma çabaları sırasında Batı'da olduğu gibi kültürel değerlerden hareket edeceğine, ulusal kimliğini ırk ve etnik kavramlara dayandırmanın yollarını aramış ve bu arada kendi kültürünün bir parçası olan İslam dininin etkisini görmezden gelmeye başlamıştır.
192- Bernard Lewis bu ayrımı coğrafi ve iklim boyutunda değerlendirmektedir:"... Müslümanlar dünyayı nasıl ayırmaktaydı? Bunu, biri coğrafi öbürü aynı anda dini ve siyasi olmak üzere iki yoldan yapmaktaydılar. Arapça, Farsça, Türkçe ve öteki İslam dillerinde yazılmış coğrafya literatürü dünyayı ayırmada 'iklim'leri esas almaktaydı. Ama klasik Müslüman yazarlar, modern çağda bizim yaptığımız gibi, bu ayrımlara ırki, kültürel ve hatta tarihsel özellikler yükleme hatası işlememekteydi. Onların 'iklim'leri bütünüyle coğrafi niteliktedir ve herhangi bir biçimde dini, kültürel, etnik ya da siyasal çağrışımlar taşımamaktadır. Müslümanlara göre, dünyada önemli ve etkili olan ayrım çizgisi İslamiyetin hüküm sürdüğü topraklar ile henüz bu safa katılmamış olan yerler arasındaydı. Asya ve Afrika kıtalarındaki ilerleyişleri sırasında, Müslümanlar önemli askeri güçle ve ciddi bir dinsel rakiple karşılaşmadılar. Avrupa'da ise bunların her ikisiyle karşı karşıya geldiler; dolaysıyla, cihadın, hem kuram hem uygulama bakımından Hıristiyanlık alemiyle mücadelede temel ilgi alanının Avrupaya ait çeşitli sahalarda olması şaşırtıcı değildir." Bernard Lewis, Çatışan Kültürler- Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt yayınları, 1997, ss. 46-47.
193- S. Tanilli, Yüzyılların.., s. 362.
194- S. Tanilli, Yüzyılların.., s. 362.
195- N. Svoronos, Çağdaş Hellen.., s. 27.
196- Ulus devletin oluşum sürecine ilişkin olarak yapmış olduğu değerlendirmede Tekeli şu yorumu yapmaktadır; "Bir ülkeyi hayal etmenin sınırlarla birlikte başladığı söylenebilir... Ulus-devletin uluslararası camiada geçerli değerle açısından meşruiyetinin ayrıca kurulması gerekir. Bunun için ise hayal edilmiş ve buna bağlanmış kişilerin oluşturduğu bir topluluk bulunmalıdır. Bu topluluk ulus olma iradesini gösterebilmeli ve bu amaçla çatışmayı göze alabilmelidir.
Bir topluluğun hayal edilmiş olması beraberinde bir ülkenin hayal edilmesini gerektirmektedir. Ama hayal edilmiş olmak, bu ülke üzerinde hayal edilen ulus-devletin egemenliğini garanti etmez. Eğer hayal edilen topluluk ve onun ülkesi ile gerçekte egemenliğin sürdürüldüğü sınırlar tutarlı ise, bu ülkenin bu ülkenin ideolojisi saldırgan olmayacak, barışçı bir politika izleyebilecektir. Ama hayal edilen memleket, var olan sınırların ötesine uzanıyorsa, bu saldırgan bir ulusçuluk ideolojisine kaynaklık edecektir. Başına pan nitelemesini konduran tüm ulusçuluklarda olduğu gibi. Hayal edilen bir topluluk ve hayal edilen bir ülke olmasına karşın, bu topluluğun egemenliğinde olan bir ülke bulunmuyorsa, bu ülkeyi hayal edenler başka ülkelerde yaşayarak ulusçuluk ideolojisini taşıyorlarsa, onlar diyaspora ulusçuları olacaktır." İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1998, s. 113. Bu durumda Yunan ulusçuluğunun somutlaştığı "Megali İdea" ile Türk ulusçuluğunun somutlaştığı "Ulusal Ant"ı daha doğru değerlendirmek mümkün olabilecektir.
197- B. Oran, Türk-Yunan.., ss. 32-33.
198- Taner Timur, "Osmanlı Mirası," Geçiş Sürecinde Türkiye, Der. İ. C. Schick ve E. A. Tonak, İstanbul: Belge Yayınları, 1990, s.22.
199- T. Timur, "Osmanlı Mirası".., s. 27.
200- N. Svoronos, Çağdaş Hellen.., s. 52.
201- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., ss. 78-79.
202- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., ss. 160-161.
203- T. Timur, Osmanlı Kimliği.., s. 163.