KIBRIS SORUNU (devam)

Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Deniz Yetki Alanı Uyuşmazlıkları

  • Üyelik
Çarşamba, 18 Nisan 2018 07:25

KIBRIS SORUNU (devam)

Yazan
Ögeyi Oylayın
(1 Oylayın)

KIBRIS SORUNU
(devam)


1974 sonrası dönem, Türk - Yunan ilişkilerinde en yoğun olayların yaşanmış olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir yandan iki ülke arasında Kıbrıs konusundaki görüşmelerde belirgin bir sonuca ulaşabilecek ilerlemeler sağlanamazken, diğer yandan da iki ülke arasında artan güvensizliğe koşut olarak, Ege Denizi'nde yeni sorunlar ve bunların yaratmış olduğu gerginlikler yaşanmaya başlamıştır.

1974 sonrası dönemde, Kıbrıs sorunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin temel dayanağını oluşturmaya başlamıştır. Türkiye, Yunanistan ile ilişkilerini sorunsuz bir temel üzerinde dostluk ve işbirliği düzeyine yükseltmeye çalışırken, dış politikasını Kıbrıs sorununun etkisinden kurtarmaya çaba göstermiştir. Özellikle askeri ve ekonomik açıdan Türkiye'nin ABD ve diğer önde gelen NATO üyesi ülkelere olan bağımlılığı ve ABD yönetiminin Türkiye'ye uygulamaya başlamış olduğu ambargonun Kıbrıs şartına bağlanmış olması, Türkiye'yi, uluslararası bağlantılarını oldukça güç şartlar altında yürütmeye zorlamıştır.

Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunması adada yaşayan iki toplumun birbirlerinden kesin olarak ayrılması ile sonuçlanmış ve Türk toplumu kendi ulusal yönetimini kurarak, Türkiye'nin etkin garantisi olmadan tekrar Kıbrıs Rum toplumu ile bir arada yaşayamayacaklarını açıklamışlardır. 1974 sonrası Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs sorununa ilişkin olarak yapılan bütün görüşmeler sırasında Kıbrıs Türk toplumunun temel yaklaşımı iki toplumlu, iki kesimli, Türk ve Rum toplumunun eşit haklara sahip oldukları ve Türkiye'nin etkin garantisinin bulunduğu bir federasyonun kurulması yönünde olmuştur. Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu ise, görüşmeler sırasında Kıbrıs'ta Türklerin azınlık haklarının garanti altına alınmış olduğu bir üniter devletin kurulmasından yana politikalar izlemişlerdir.

1974 - 80 süreci içerisinde toplumlararası görüşmeler sırasında taraflar arasında sorunun esasından çözümlenmesini sağlayabilecek önemli bir gelişme sağlanamamıştır. Bununla birlikte, BM Genel Sekreteri'nin gözetiminde yürütülen  toplumlararası görüşmelere temel alınacak esasları belirlemek için biraraya gelen Denktaş ve Makarios 12 Şubat 1977'de dört maddelik bir taslak üzerinde anlaşarak toplumlararası görüşmelere başlamışlardır. Ancak, toplumlararası görüşmeler sürerken Ağustos ayında Makarios'un ani ölümü, bu görüşmelerin uzun süre aksamasına yol açmıştır. Kesilen toplumlararası görüşmeler, ancak Mayıs 1979'da Kipriyanu ve Denktaş arasında yapılan görüşmelerde, 1977'de Makarios ve Denktaş arasında üzerinde anlaşmaya varılan dört maddelik esasa dayanarak hazırlanan on maddelik memorandumun kabul edilmesiyle yeniden rayına oturtulmuştur. Ancak, taraflar arasında bu on maddelik esas üzerinde yapılan görüşmelerde özellikle Türk tarafının büyük önem verdiği güvenlik konusunda yorum farklılıkları çıkmış ve ilerleme sağlanamamıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak Kıbrıs konusunda tarafların yaklaşımları belirgin bir değişim göstermiştir. 1980'lere kadar Türkiye ve Yunanistan kendi aralarındaki ilişkilerde Kıbrıs konusunu ikincil planda tutarak, bu soruna BM Genel Sekreteri'nin gözetiminde bulunan toplumlararası görüşmelerle bir çözüm bulunması girişimlerini desteklemişlerdir. Türkiye, bu görüş üzerinde ısrarlı davranarak Kıbrıs konusunun iki ülke arasındaki diğer sorunlara çözüm bulunmasını güçleştiren etkisini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan Mart 1978 Montrö zirvesi, bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcını oluştururken, aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkilerde diğer devletlerin etki ve beklentilerini değiştirmek açısından oldukça önemli bir yakınlaşma sağlamıştır. Gerçekten de Karamanlis ve Ecevit arasında sürdürülen görüşmelerde taraflar karşılıklı olarak birbirleri hakkında görüşmelere olumlu katkılarda bulunacak bir güven havasını sağlayabilmişlerdir.

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki diğer sorunlarda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da çözüme yönelik bir ilerleme sağlanamamıştır. Bu çözümsüzlük, özellikle adadaki her iki toplumun ulusçu yaklaşımlar çerçevesinde karşılıklı güvensizliklerini ve geçmişte yaşanan acı deneyimleri korumakta oluşlarından büyük ölçüde etkilenmektedir. Kıbrıs konusunda ulusal ve uluslararası kamuoyunun duyarlılık göstermekte oluşu, her iki toplum temsilcilerinin olduğu kadar belki de daha fazla Türkiye ve Yunanistan'daki karar alıcıların çözüme yönelik cesaretli kararları almalarını güçleştirmektedir.

1980 sonrası dönemde, Türk - Yunan ilişkileri içerisinde Kıbrıs sorunu bir uzlaşmazlık noktası olarak, iki ülke arasındaki gündemdeki yerini korumakla birlikte, ilişkileri gerginleştirecek sıcak bir çatışma noktası olmaktan uzaktır. Bir yandan Türkiye ve Yunanistan arasındaki diğer uzlaşmazlıklar üzerinde taraflar arasındaki görüşmelere uzun süre ara verilmiş olması, diğer yandan da toplumlar arasında sürdürülen görüşmelerden somut bir sonucun çıkmamış olması, bu konuda geleceğe yönelik beklentileri belirsiz kılmaktadır. Özellikle Yunanistan'da Papandreu liderliğindeki PASOK partisinin iktidara gelmesiyle başlaya Yunan dış politikasındaki yaklaşım farklılığı, Türk - Yunan sorunları üzerinde çözümsüzlüğün sürmesinde ve gerginliğin artmasında etkili olmuştur. [49]

1974'de Karamanlis'in liderliğinde Yunanistan'ın yeniden demokrasiye geçmesinden sonra Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliği arasındaki ilişkilerde belirgin bir çekimserlik yaşanmıştır. Bu dönemde Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki temel yaklaşımı, "Kıbrıs karar verir Yunanistan destekler" [50] şeklinde özetlenebilir. Oysa, 1981 seçimlerinde Papandreu liderliğindeki PASOK'un iktidara gelmesiyle, Yunanistan'ın Kıbrıs sorununa ilişkin politikasında belirgin bir değişiklik gözlenmiştir. Eskisinden farklı olarak, yeni Yunan hükümeti, Türk - Yunan ilişkilerinde Kıbrıs konusunu Ege sorunundan öncelikli olarak ele alırken, sorunun toplumlararası görüşmeler yoluyla değil, uluslararası konferans yoluyla çözümlenebileceği görüşünü ortaya atmıştır. Bu bağlamda Papandreu hükümeti, Türkiye ile ilişkilerin düzeltilebilmesi ve Kıbrıs sorununa çözüm sağlanabilmesi için, Kıbrıs'ta "işgalci" olarak nitelendirdiği Türk askeri varlığının geri  çekilmesini, bütün mültecilerin yurtlarına geri dönmelerine izin verilmesini, adaya yerleştirilen göçmenlerin Türkiye'ye geri gönderilmelerini, bütün Kıbrıslıların serbestçe dolaşımının sağlanmasını ve Kıbrıs'ın toprak bütünlüğünün, egemenliğinin, üniterliğinin garanti altına alınmasını önkoşul olarak ileri sürmüştür. [51]

Bütün bunlara karşın, Türkiye ise, Kıbrıs sorununa ilişkin olarak BM Genel Sekreteri'nin gözetimi ve iyi niyet girişimleri çerçevesinde yürütülmekte olan toplumlararası görüşmeleri desteklemektedir. Buna göre Türkiye, Kıbrıs'ta kalıcı ve adil bir çözümün sağlanabilmesi için ada Türklerinin temel hak ve özgürlüklerinin etkin garantilere bağlandığı, iki toplumlu, iki kesimli, bağımsız bir anayasal federatif devlet sistemini zorunlu görmektedir. Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün yöntemi açısından çıkan görüş ayrılıkları aynı zamanda içerik açısından da söz konusudur. Yunanistan, özellikle Kıbrıs sorununa bulunacak olası bir çözümün Türkiye'nin etkin garantisini dışarıda bırakan, Kıbrıs Türk toplumuna ise azınlıklara tanınmış olan haklarla yetinmeyi öneren bir çözüm şeklinde ısrarlı bulunmaktadır.

Türk - Yunan ilişkilerinin genel yönelimi açısından Kıbrıs sorunu, artık bir egemenlik sorunu olarak algılanmaktan daha fazla, özellikle iki ülke arasındaki Ege Denizi'nde yaşanan diğer uzlaşmazlıklar göz önünde bulundurulduğunda, ulusal dış politika seçeneklerinin gerçekleşmesi açısından, stratejik ve taktik faktör olarak algılanmaktadır. Günümüz gerçekleri altında hem Türkiye hem de Yunanistan, Kıbrıs'ın bütününe sahip olmayı amaçlayan girişimleri gerçekleşebilir bulmamaktadırlar. Artık ne Türkiye ne de Yunanistan ada üzerinde kendi ulusal egemenliklerini kurabilmek gücü ve isteğinde değildir.

Türkiye, Yunanistan ile olan ilişkilerinde önceliği Ege Denizi'nde uzlaşmazlıklara neden olan konularda karşılıklı dengeyi kurma çabalarına vermektedir. Bu bağlamda, Türkiye için asıl sorun, Kıbrıs'ın Türkiye'ye ilhak edilmesi ve adada yaşayan Rum toplumunun baskı altında bulunması değil, Kıbrıs'ta süren gerginliğin diğer ikili sorunların çözümlenmesini güçleştirmekte oluşudur. Bu nedenle Türkiye, Kıbrıs sorununa adadaki Türk toplumunun çıkarları açısından bakmakta, onların istemleri doğrultusunda bir politika izlemektedir; Yunanistan açısından da benzer kaygıların yaşanmakta olduğu söylenebilir. Türkiye'nin aksine, Yunanistan için ilişkilerdeki öncelik, Kıbrıs'ta sağlanacak başarıya bağlıdır. Dolayısıyla, Kıbrıs sorununda sağlanacak ilerleme, aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan arasındaki diğer sorunların çözümlenmesi yolunu da açmış olacaktır. Bu görüş  ayrılığı, Kıbrıs'ta kurulacak yeni dengenin niteliği konusunda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda ortaya çıkan kuşkular özellikle adada kurulacak olan dengenin ileride, bağımsızlıktan Yunanistan'la birleşmeye doğru bir eğilim göstermesi durumunda yeniden Türkiye ile gerginliğe yol açıp açmayacağı, ya da Türkiye'nin günün birinde şartları olumlu bularak Kıbrıs'ı bütünüyle işgal edip etmeyeceği konusunda yoğunluk kazanmaktadır.

Benzer kaygılar taşıyan Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs sorununa kalıcı bir çözüm bulunabilmesi için yapılan görüşmeler sırasında, karşılıklı olarak birbirlerine olan güvensizlikleri nedeniyle ileride kendi çıkarlarını tehlikede bırakabileceği endişesini taşıyan noktalarda katı tutumlarını korumaktadırlar, bu ise, çözümsüzlüğü artırmaktadır.

Gerçekten de, BM Genel Sekreterinin gözlemciliğinde ve iyi niyet girişimleri çerçevesinde yapılan toplumlararası görüşmeler sırasında en önemli görüş ayrılıkları, adadaki Türk toplumunun Rum toplumu ile eşit haklara sahip olması, üç özgürlükler ve Türk toplumuna tanınacak statünün Türkiye'nin etkin garantisine sahip olması gereği üzerinde çıkmaktadır. Adadaki Türk toplumu geçmişte yaşanan kötü deneyimlerin etkisi ile Rum toplumu ve Türk toplumu arasındaki güvensizliğin etkisinde bulunmakta ve Rumların tekrar Türk toplumu üzerinde baskı ve asimilasyon politikaları izlememeleri için Türkiye'nin etkin garantisini şart koşmaktadırlar. Rum toplumu ise, Türkiye'ye tanınacak böylesi bir hakkın bu ülke tarafından işgal amaçlı olarak kullanılabileceğinden endişe duymaktadır.

Toplumlar arasında karşılıklı güvensizliğe koşut olarak Türkiye ve Yunanistan arasında da güvensizliğin sürmekte oluşu, çözüme yönelik her türden girişimin sonuçsuz kalmasına neden olmaktadır. Fiili olarak Kıbrıs'ta yaşanan iki kesimli ve iki toplumluluk durumunun göstermiş olduğu gibi artık gelecekte bu iki toplumun üniter bir devlet çatısı altında bir arada yaşamaları pek olası görülmemektedir. Bu nedenle, hem Türk hem de Rum tarafı kendilerini bağımsız ve toplumların eşitliğine dayalı federasyon yapısına hazırlamak zorunluluğunu duymaktadırlar. Gerçekte, BM Genel Sekreteri tarafından 1985 yılında hazırlanan çerçeve anlaşma taslağı da benzer kaygıları dikkate alarak hazırlanmıştır, ancak bu taslak Kıbrıs Türk toplumu tarafından bütünüyle kabul edilebilir nitelikte bulunurken Kıbrıs Rum liderliği,  biraz da Yunanistan'ın baskılarından etkilenerek bu taslağı reddetmiştir.

1985 çerçeve anlaşma taslağının Kıbrıs Rum liderliği tarafından reddedilmesiyle kesilen toplumlararası görüşmelere 1988 yılında Denktaş ve Vassiliu arasında yeniden başlanması kararlaştırılmış, ancak 1990'lara gelindiğinde hala BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet girişimleri ve gözlemciliği çerçevesinde yürütülen toplumlararası görüşmelerden somut bir çözüm elde edilememiştir. Bu durum, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan çözümsüzlüğe bağlı olarak sürmekte ve giderek kanıksanmaktadır.

1990'lı yılların ikinci yarısı Kıbrıs'a ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde Kıbrıs'ta artık bir federal yapının kurulmasının mümkün olmadığı tezini işlemeye başlayan KKTC, buna karşılık konfederasyon tezini ileri sürmüştür. Uluslararası toplumda tanınmamasına karşın KKTC'nin Kıbrıs'ın geleceğini belirlemede eşit hak ve statüye sahip olma mücadelesi sürmektedir. BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet çabaları çerçevesinde yürütülmeye çalışılan diyalog süreci Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Kıbrıs Türkleri'ne eşit statü tanımakta isteksiz davranmaları ve Kıbrıs'ın tek yasal temsilcisi oldukları iddialarıyla sıklıkla kesintiye uğramaktadır.

Bu bağlamda BM çerçevesinde yürütülmekte olan görüşmelerden bir sonuç almanın henüz mümkün olmadığı son yıllarda Kıbrıs Rum Yönetimi'nin adanın geleceğini AB şemsiyesi altında görmeye yönelik bir politika izlemeye başlamıştır. 3 Temmuz 1990 tarihinde Kıbrıs Rum Yönetimi, AB Konseyi'ne başvuruda bulunarak tam üyelik isteğini dile getirmiş, Avrupa Birliği Komisyonu, Rum Yönetimi'nin başvurusunu Haziran 1993 tarihinde görüşmüştür. 1994 Haziran ayında Korfu'daki toplantıda Avrupa Birliği Hükümet Başkanları, Kıbrıs'ın, Birliğin gelecekteki genişleme aşamasında yer almasının uygun olacağında uzlaştılar, bu uzlaşı 1994 Essen Zirvesi'nde de teyit edildi. 1995  Şubat'ında ise Avrupa Birliği Komisyonu Kıbrıs'ın AB'ne giriş şartlarını taşıyıp taşımadığını yeniden gözden geçirdi. 6 Mart 1995 Bakanlar Konseyi kararına göre Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 1996 yılı sonundaki hükümetler arası konferanstan 6 ay sonra başlayacaktı.

Diğer yandan, Luxemburg  Zirvesi ile Kıbrıs Rum Yönetimi'nin adanın tek temsilcisi olarak AB'ye tam üyeliğe aday ülke olarak kabul edilmesine koşut bir başka gelişmeden de söz etmek mümkündür. Bu da 1994 yılında Yunanistan'ın Kıbrıs Rum Yönetimi ile imzalamış oldukları Ortak Savunma Alanı Doktrini'dir. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan, adadaki Türk askeri varlığının 30.000'in üstüne çıkarılması halinde buna uygun önlemlerini arttırabilecek ve Kıbrıs Rum Toplumu'na yönelik herhangi bir müdahaleyi savaş nedeni olarak kabul edecektir. [52] Bu durum Türkiye'nin de Kıbrıs Türk Toplumu ile olan ilişkilerini arttırmasını gerektirmiştir.

Bu durum özellikle iki açıdan önemlidir; bunlardan ilki Kıbrıs'ın tek yasal temsilcisi ve meşru hükümeti olduğunun AB tarafından da kabul edilmesi ve dolayısıyla AB ile bütünleşecek bir Kıbrıs içerisinde fiili Enosis'e yol açabilecek bir sonuca ulaşmak, diğeri ise, bu şemsiye altında Kıbrıs'daki Türk toplumunu birliğin dışında tutarak azınlık statüsünü  ve AB güvenlik şemsiyesini kabule zorlamaktır [53]. Bu iki durumda da fili olarak Türkiye'nin Kıbrıs ile olan çıkar ve sorumluluklarını ortadan kaldırmak amaçlanmaktadır. Diğer  yandan, AB'nin Kıbrıs Rum Yönetimi ile üyelik görüşmelerini başlatma kararı KKTC'nin yeni bir yönelime girmesini gerektirmiştir. Denktaş'ın hazırlamış olduğu planda iki kesimli, iki toplumlu konfederasyon önerisi dile getirilmiş, böyle bir yapı içerisinde her iki toplumun da kendi anavatanlarıyla sıkı bağlar kurabilmelerinin mümkün olabileceği vurgulanmıştır. AB ile entegrasyon konusunda ise;

"Kıbrıs Konfederasyonu iki tarafın ortak mutabakatı olduğu taktirde, AB'ye katılım politikası izleyebilecektir. Türkiye'ye AB'ye tam üyeliği gerçekleşene kadar, özel bir düzenleme ile Kıbrıs Konfederasyonu'na ilişkin olarak AB üyesi ülkelere  tanınan tüm hak ve yükümlülükler aynen tanınacaktır." [54]
Kıbrıs'ın AB'ne tam üyelik başvurusunun değerlendirilmesi ve aday ülke hakkının tanınması, gerçekte Kıbrıs'ın statüsünü düzenleyen Zürih ve Londra Antlaşmaları'na bütünüyle aykırı bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi, bu antlaşmalara göre Kıbrıs Cumhuriyeti, garantör devletlerin üyesi bulunmadıkları ve onaylamadıkları herhangi bir ittifak ilişkisi içerisinde olamamaktadır. Bu bakımdan ele alındığında Türkiye'nin AB'ne tam üyeliği gerçekleşmeden Kıbrıs'ın AB'ne üyeliği söz konusu olamamaktadır. [55] Bununla birlikte, hukuki açıdan antlaşmalara aykırı olan bu durumdan doğan sakıncaları gidermek için Yunanistan'ın, Türkiye'nin AB'ne üyelik başvurusunu engellememek kararında olduğu 11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi'nde, Türkiye'nin aday ülke olarak davet edilmesine rıza göstermiştir. [56]Türkiye'nin AB'ye aday ülke olarak davet edilmesinin pazarlıklarının yürütüldüğü Helsinki Zirvesi'nde görüşmeler sürerken, eş zamanlı olarak, Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Klerides ile KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş arasında BM Genel Sekreteri tarafından organize edilen bir dolaylı görüşme süreci yaşanmıştır. Bu süreçte taraflar arasında sorunların görüşülmesini kolaylaştıracak ortak bir zemin arayışı söz konusu olmuş ve görüşmelerde konfederasyonun yanı sıra liderlerin ve halkların statülerinin eşitlenmesine yönelik nabız yoklamaları yapılmıştır. 
  
 

 

49- Karamanlis ve Papandreu Hükümetlerinin Türkiye'ye ilişkin dış politika davranışlarındaki farklılıklar konusunda bkz; V. Coufoudakis, "Greek-Turkish..," ; V. Coufoudakis, "Ideology and Pragmatism in Greek Foreign Policy," Current History, Vol. 81No. 479, December 1982, ss. 426-431; Jhon C. Loulis, "Papandreou's Foreign Policy," Foreign Affairs, Vol.63, No.2, Winter 1984/85, ss. 375-391; Marios Evriviades, "Greece After Dictatorship," Current History, November 1979, ss. 161-166; F. Stephen Larrabee, "Dateline Athens: Greece for Greeks," Foreign Policy, No.45, Winter 1981/82, ss. 158-175. 
50- V. Coufoudakis, "Greek-Turkish..," s. 206 
51- Bu konudaki tartışmalar için bkz; R. McDonald, The Problem..; A. J. Groom, "Cyprus: Back in Doldrums," (Fotokopi); A.J. Groom, "Cyprus, Greece and Turkey. A Treadmill for Diplomacy," (Fotokopi, Fransızcası için bkz; Ares, Vol.II 1984/85); A.J. Groom, "Cyprus: Light at the End of the Tunnel?" Millennium: Journal of İnternational Studies, Vol.9, No.3, 1981, ss. 245-257. 
52- Thanos Dokos, "Greek Security Doctrine in the Post-Cold War Era", Thesis, Summer 1998. 
 http://www.mfa.gr/thesis/summer98/security.htm B. Tarihi :02/03/1999. 
53- Erol Manisalı, Türkiye'nin Kıbrıs politikasındaki yaklaşımın artık konfederasyon olduğunu belirtirken bunun gerekçeleri üzerinde de durmakta ve şöyle demektedir; "İki devletli yapı içinde bir yakınlaşma, çözüm söz konusudur. Bunu kabul etmeyenler, adada barış değil, yeni ve büyük sorunların kışkırtıcılığını yapmaktadırlar. Bugüne kadar yürütülen federasyon çalışmaları, Avrupa Birliği-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üyelik görüşmeleri ile zaten anlamını tamamen kaybetmiştir. Öte yandan Rumlar, federasyonu görüşür 'görünürken', Türkiye'nin ve KKTC'nin altındaki zemini yavaş yavaş kaydırmaktaydılar. 1993'ten beri de Yunanistan ile GKRY arasında fiili bir askeri 'entegrasyon' uygulanmaktadır. Adada Yunan üsleri, ortak manevralar, adaya yığılan Yunan silahları herkesin gözü önündedir. 
 Adada bugün, A'dan Z'ye iki devlet, iki ayrı egemen yönetim bulunmaktadır. ... Varsayalım ki federasyon kuruldu ve federasyon AB'ye girdi. Türkiye'ye ve Kıbrıs Türklerine ne güvence verilirse verilsin bu federasyon AB içine girdikten sonra şunlar olacaktır: 1) AB hukuk düzenine göre artık AB Parlamentosu, AB Konseyi tek taraflı karar alıp, biz bu federasyonu Rumların talebi üzerine şöyle şöyle değiştirdik diyebilir. Çünkü artık, bu AB'nin, bir 'iç sorunudur', dışarıdaki Türkiye'nin bir şey söyleme, yapma hakkı yoktur. ... 2) AB içine girmiş bir Kıbrıs Federasyonu, artık, Türkiye ile bağları tamamen koparılmış bir devlettir. Türkiye adadan dışlanmış olacaktır. 3) Federasyonun bir ayağı olan Kıbrıs Türklerinin, AB içinde hiçbir hakları olamaz. Hakları olabilmesi için, KKTC'nin, bağımsız bir devlet olarak AB içinde yer alması gerekir. Olsa olsa, yalnızca 'azınlık hakları' olur, aynen Batı Trakya'daki Türkler gibi."Erol Manisalı, "Kıbrıs'ta Oynan Oyunlar", Cumhuriyet, 27 Ocak 1999, s. 10. 
54- Baçın Yinanç - Akay Cemal, "Konfederasyon Sürprizi", Milliyet, 1 Eylül 2000, s. 14; Sami Kohen, "Çözüm İçin Son Şans da Gitti", Milliyet, 1 Eylül 1998, s.16. Reşat Akar - Alper Ballı, "Kıbrıs'ta Konfederasyon",Cumhuriyet, 1 Eylül 1998, s. 8. 
55- Denktaş tarafından önerilen konfederasyon planı içerisinde yer alan "Kıbrıs konfederasyonu iki tarafın ortak mutabakatı olduğu takdirde AB'ye katılım politikası izleyebilecektir. Türkiye'ye AB'ye tam üyeliği gerçekleşinceye kadar özel bir düzenleme ile Kıbrıs federasyonuna ilişkin olarak AB üyesi ülkelere tanınan tüm hak ve yükümlülükler tanınacaktır" önerisi, Türkiye'nin izlemiş olduğu Kıbrıs'ın Türkiye'den önce AB'ye tam üye olamayacağına ilişkin politikasını değiştirdiğini göstermiştir. Türkiye, söz konusu öneride konfederal Kıbrıs'ın ancak belirli şartlarla kendisinden önce AB'ye tam üye olabileceğini bildirmiştir. "Entegrasyon Öncesi Son Adım", Cumhuriyet, 2 Eylül 1999, s. 9. 
56- Erol Manisalı'nın da belirttiği gibi, Türkiye, Ankara Antlaşması'ndan beri aday ülke statüsünde bulunmakta, bunun yanı sıra, 1995'den beri de Gümrük Birliği Antlaşması'nı kabul ederek Birlik ile bu anlamda sınırlarını kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye'nin yeniden "aday ülke" olarak kabul edilmesi sürece ve yapılan antlaşmalara aykırı, zorlama bir yorum olarak kabul edilmektedir.

Okunma 5813 kez
Yorum yapmak için oturum açın

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik