İÇ VE DIŞ POLİTİKA KAYGILARININ ETKİSİ
1974 ve Sonrası Dönem
1963-64 ve 1967 bunalımları sırasında olduğu gibi 1974 bunalımı sırasında da kamuoyu kadar belki de daha fazla Silahlı Kuvvetler, Türkiye'nin askeri müdahalede bulunma kararlılığını kuşku ile karşılamış ve hükümetin askeri müdahale kararından her an geri dönebileceği kuşkusunu taşımıştır. [426]
1967 bunalımı sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve bu arada da Kıbrıs konusundaki uzlaşmazlığın toplumlar arası görüşmelerde ele alınması söz konusu olmuş ve göreli bir durgunluk yaşanmaya başlanmıştır. Bu durgunluk, gerek Yunanistan'daki askeri cuntanın Yunan kamuoyu ve Kıbrıs Rum toplumunda giderek daha fazla saygınlığını kaybetmesi ve tepki ile karşılanmasına koşut olarak, uluslararası kamuoyunda da eleştirilmeye başlanması ve hem Yunanistan hem de Kıbrıs Rumlarının Enosis yönündeki çabalarının başarıya ulaşmasında en önemli engelin Türkiye olduğunun anlaşılmış olmasındandır. Gerek Türkiye'nin Kıbrıs'ta sınırlı kalmayacak bir savaş riskini ciddi olarak göze alabildiğinin anlaşılmış olması gerekse, Kıbrıs Rum yönetiminin Yunanistan'ın desteği olmadan Enosis yönünde bir girişimi başarı ile sonuçlandırmasının olanaksız olduğunun anlaşılması, Makarios'u Yunanistan'dan daha bağımsız bir politika izlemeye yöneltmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs'da Türk toplumuna yönelik davranışlarda daha ılımlı bir yaklaşım görülmeye başlanmış, Makarios yönetimi, Türkiye'nin sert tepkisine ve askeri müdahalede bulunmasına olanak tanıyacak girişimlerden kaçınmayı tercih etmiştir.
Bu durum, Türkiye'nin 1974 yılına kadar Kıbrıs'a ilişkin politikasını daha çok diplomatik alanda yürütmesine olanak sağlarken, iç politikada hükümete ekonomik ve siyasi sorunları çözümlemek için gereken serbestiyi sağlamıştır. Özellikle ideolojik sağ ve sol görüşler arasındaki karşıtlığın yoğunluk kazandığı, hükümetin ekonomik açıdan izlediği politikaların yol açmış olduğu istikrarsızlığın eleştirildiği bir ortamda dış politika bakımından da hükümete sert eleştiriler yöneltilmeye başlamıştır. NATO ve ABD ile olan ilişkiler ve Türkiye'nin bağımsız bir politika izlemekte kararlılık göstermediği, suçlamalar arasında sıklıkla vurgulanmış, hükümetin bağımsız, kararlı, tutarlı, çok yönlü bir dış politika izlemesi gerektiği ileri sürülmüştür. Bunun için de, her şeyden önce, hükümetin, ülkeyi ekonomik açıdan dışa bağımlılıktan kurtarmasını sağlayacak yapılanmayı gerçekleştirmede kararlılık göstermesi gerektiği ileri sürülmüştür.
1974 Kıbrıs olayları ise, Türkiye'de iç ve dış politikada yeni bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur. Yunan askeri cuntasının düzenlemiş olduğu Makarios karşıtı darbe sonrasında, adadaki Türk toplumunun hak ve çıkarlarının, yaşamlarının doğrudan tehlike altına girmesi ve Enosis'in fiilen gündeme gelmiş olması karşısında Türkiye'nin, antlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak adaya askeri müdahalede bulunma kararını almasında hükümet ve muhalefet partileri, görüş birlikteliği içerisinde olmuşlardır.
Ancak, gerçekte bu görüş birliği yüzeysel ve ulusal kamuoyunun dış tehlikeler karşısında görmek istediği bir zoraki birliktelik şeklinde gelişmiştir. Gerek hükümeti oluşturan koalisyon ortağı CHP ve MSP arasındaki ilişkiler bakımından, gerekse muhalefet partileriyle olan ilişkiler bakımından sürekli bir çekişme yaşanmıştır bu dönemde. Kıbrıs konusundaki gelişmeler iç politikadaki tartışmaları bir süre için önlemekle beraber, gelişmelerin askeri alandan diplomatik alana kaymasıyla birlikte, hükümet ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye'de siyasi iktidara oldukça büyük bir saygınlık kazandırmıştır. Gerek muhalefet partileri ve gerekse kamuoyu, basın Ecevit'in şahsında somutlaşan CHP-MSP koalisyon hükümetinin göstermiş olduğu başarıyı büyük bir coşku ile karşılamıştır. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmelerin diplomatik alana kaymasından sonra kamuoyunun ilgi odağı yeniden iç politika konularına yönelmiştir. Özellikle siyasi açıdan, iktidarı oluşturan CHP ve MSP arasındaki görüş ayrılıklarının giderek daha fazla gündeme geldiği görülmüştür.
Askeri girişimlerin yerini diplomasiye bırakması ve konunun bu aşamasında da CHP-MSP koalisyon hükümetinin tutarlı ve kararlı bir yaklaşım sergilemesi, ulusal/uluslararası ortamda özellikle Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan bir popülarite/saygınlık yaratmıştır. Bu arada, koalisyon ortakları arasında görüş ayrılıklarının hükümet görevlerini aksatacak bir nitelik kazanması, ayrılığın kaçınılmaz olduğunun görülmesi ile birlikte, yeni bir hükümetin kurulması arayışları ortaya çıkmıştır. Türkiye'deki siyasi partilerin Meclis aritmetiği içerisindeki dağılımının tek partiye dayalı bir hükümetin kurulmasına olanak vermemesi, sonunda, azınlık hükümetleri, koalisyon arayışları ve erken seçime gidilmesi gibi yöntemleri tartışma sahnesine getirmiştir. Böylesi bir ortamda, ilk iki seçeneğin partiler arası görüş ayrılıklarının giderilememesi nedeniyle geçersiz kalması, bir erken seçime gidilmesini daha uygun hale getirmiş, ancak, Ecevit liderliğindeki CHP dışında diğer tüm partiler yapılacak bir erken seçimde önemli oranda oy kaybına uğrayabilecekleri endişesi ile seçim önerisine soğuk bakmışlardır.
Gerçekten de, 1973 seçimleri sonrasında hiç bir siyasi partinin tek başına hükümeti oluşturabilecek sayıda parlamento üyesine sahip olmaması, partiler arasında zoraki birlikteliği gerekli kılmıştır. Bu bakımda, CHP ve MSP arasındaki koalisyon ortaklığı, iki parti arasındaki temel görüş farklılıklarına rağmen, büyük umutlarla kurulmuştur.
CHP-MSP koalisyon hükümetinin iktidara gelmesinden sonra koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları ve devlet anlayışlarındaki görüş ayrılıklarının çatışmaya dönüşmesi ve hükümetin uygulamaya çalıştığı programın işleyişine aykırı bir alması, gündeme CHP-MSP koalisyonunun dağılmaya başladığı tartışmalarını getirmiştir. Kıbrıs olayları ise, bu ortamda CHP-MSP koalisyonunun dağılmasını geciktiren bir etken olmuştur.
İç politikada CHP ve iktidar ortağı durumundaki MSP arasındaki görüş ayrılıkları genellikle şu noktalar üzerinde toplanmıştır. CHP-MSP koalisyon ortaklığını düzenleyen protokol hükümlerinin hükümetin MSP kanadı üyeleri tarafından sık sık farklı uygulamalara konu edilmesi, Bakanlar Kurulu'nda MSP'li bakanların ilgi alanına giren konularda fiili durumlar yaratarak hükümeti güç duruma düşürmeleri, MSP'li bakanların yurt içi gezilerde koalisyon protokolüne aykırı vaatlerde bulunurken CHP karşıtı açıklamalar yapmaları, MSP lideri Erbakan'ın yetkilerini aşarak yabancı devlet temsilcileriyle çeşitli alanlarda ön anlaşmalarda bulunması ve bunları açıklayarak hükümeti habersiz olduğu bir olayla karşı karşıya bırakması, MSP'li bakanların bakanlıklarında yoğun bir partizanlık gütmeleri, sanayileşme ve yatırım öncelikleri konusunda yaşanan görüş ayrılıkları, ağır sanayi hamlesi adı altında propagandaya yönelik hayali fabrika temellerinin atılması vd.
Ancak, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nın sağlamış olduğu saygınlık ve ulusal kamuoyunda oluşan dayanışma, bir süre için iktidar ve muhalefet partileri arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırırken, koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarını da ikincil kılmıştır. Buna karşın, Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın ve Kıbrıs sorununun uluslararası diplomasi alanına kaymasından sonra yeniden iç politika tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Bir yandan kamuoyu ve basında büyük bir popülarite/saygınlık kazanmış bir Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun artık yürümeyeceğini gösteren davranışlar, diğer taraftan, koalisyonun dağılmasıyla birlikte gündeme gelecek olan güçlü bir hükümet arayışı. Böylesi bir ortamda Başbakan Ecevit'in İskandinavya ülkelerine yapacağı gezinin kararnamesinin MSP kanadı tarafından onaylanmaması ve bu gezi sırasında Başbakanlığa Erbakan'ın yerine CHP'li Devlet Bakanı Eyüpoğlu'nun vekalet etmesinin kararlaştırılması, koalisyon hükümetinin dağılmasında etkili olmuştur.
16 Eylül 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonunun dağılması ile birlikte, Türkiye'de, iç politikada yoğun bir partiler arası hükümet oluşturma girişimi yaşanmıştır. CHP lideri Ecevit'in güçlü bir hükümet oluşturmak için en kısa zamanda bir erken seçime gidilmesini açıklamasından sonra, muhalefet partileri bu öneriyi benimsememiştir.
Ecevit'in erken seçime gitme kararını benimsemeyen diğer siyasi partiler, büyük ölçüde, Kıbrıs olaylarının Ecevit ve CHP'ye kazandırmış olduğu saygınlığın oya dönüşebileceğinden çekinmiştir. CHP açısından ise, kamuoyunda CHP sempatisinin oya dönüşmesi halinde ortaya seçmen ve parlamento desteğine sahip bir güçlü hükümetin iktidara gelebileceği inancı erken seçime gidilmesi önerisinin yapılmasında etkili olmuştur.
Diğer yandan, CHP ve Ecevit'in erken seçime gidilmesi ve seçimler sonrasında güçlü bir hükümetin oluşturulması önerisinin Türkiye açısından iç politikada olduğu kadar dış politikada da önemli sonuçlar doğuracak bir yaklaşım tarzı olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Ecevit ve CHP erken seçime gidilmesi önerisiyle ortaya çıktığında, bunu ayrıca Türkiye'nin dış politikasında yaşanan olaylara bağlamışlardır. Özellikle Kıbrıs konusunun diplomatik alana kaymış olması, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi için en uygun ortamın sağlanmış olduğu gerçeği dile getirilmiş ve bu arada da, Kıbrıs sorununa adada yaşayan Türk toplumunun çıkarlarını güvence altına alan ve Türkiye'nin etkin garantisini hükme bağlayan bir çözümün bulunabilmesi için gereken görüşmeleri yürütebilecek bir hükümetin parlamento desteğine sahip olması gerektiği ileri sürülmüştür. Bu dönemde Yunanistan'da da Karamanlis'in kendine verilen desteği yeterli görmeyerek seçmenlerin desteğini aramış olması ve arkasına parlamento desteğini alarak görüşme masasına oturmak istemesi, Türkiye'de de Ecevit/CHP açısından benzer bir sürecin yaşanması için gerekli görülmüştür.
Bu açıdan düşünüldüğünde, Ecevit ve CHP'nin özellikle dış politika açısından kendini parlamentoda güçlü bir desteğe sahip bir hükümet olarak görmek istemesini yadırgamamak gerek. Gerçekten de, bir yandan süreçsel koşulların iki ülke arasındaki sorunların ve bu arada da Kıbrıs sorununun çözümlenmesine uygun olması ve her iki ülkenin de ortak ve kalıcı olduğuna karar verdikleri ve üzerinde anlaştıkları bir çözüm şeklini kendi ulusal kamuoylarına kabul ettirebilecek saygınlık ve olanaklara sahip olmaları söz konusudur. Ancak, bu ortamda hükümetin üzerinde uzlaşacağı çözüm şeklini karşılıklı bazı ödünler sonunda sağlaması gerektiğinden, bunun beraberinde bazı riskleri de taşıdığı söylenebilir. Ulusçu duyguların en üst düzeyde olduğu ve üstelik, hükümetin MSP kanadının fetihçi bir anlayış sergilemekte olduğu ve Kıbrıs'ın bütünüyle alınması gerektiğini, kendilerinin bunu yapmak için çaba göstermelerine karşın iktidar ortağı CHP'li bakanların buna karşı çıktıklarını iddia ettiği bir ortam içerisinde Ecevit ve CHP-MSP koalisyonunun görüşmelerden bazı ödünler vermeden başarılı sonuçlar elde etmesi olanaksızdır.
Diğer taraftan, Türkiye'de hükümeti hangi siyasi partilerin ve nasıl kuracakları tartışılırken, dış politika açısından ABD'de Türkiye'ye silah ambargosu uygulanması kararı alınmış; ancak bu karar 10 Aralık'a kadar "Ankara'nın ateşkese uyarak barışçı çabaları sürdürmesi, Ada'ya yeni asker ve silah yollamaması ve toplumlararası görüşmelerin sürdürülmesini sağlamak koşuluyla" ertelenmiştir. [427]
ABD Kongresi'nin almış olduğu ambargo kararı ve bu kararın olası sonuçlarının henüz Türkiye'de yeterince değerlendirilemediği böylesi bir ortam içerisinde, ABD yönetimi, özellikle Kissinger aracılığıyla, Türkiye'ye uygulanması düşünülen ambargo kararının alınması sonucunda Kongre karşısında azalan saygınlığını kurtarmak için Kıbrıs sorununda toplumlararası görüşmelerin yapıcı bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik ciddi çabalar sergilemeye başlamıştır.
"Kissinger'in hazırladığı senaryo, Türkiye'nin sonradan gerçekleştirebilmek için iki yıl çabaladığı 'ikili federasyon' ilkesinin Rum ve Yunanlılarca kabul edilmesini içeriyordu. Daha da önemlisi, müzakerelerin başlamasıydı. Başlayınca, Kıbrıs konusu uluslararası kamuoyunun gözü önünden çelinebilecek ve Lefkoşa'da Denktaş ve Klerides yıllarca tartışabilecekti. Hiçbir uluslararası kuruluş da 'müzakeresi yapılan' bir konu için baskı kampanyası sürdüremezdi. Kongre'de kararı alınan ambargo, altışar aylık aralarla ertelenerek etkisizleştirilebilir ve sorun kendi kendine erirdi.Klerides, Kissinger'in girişimini hemen kabul etmişti. Bu şekilde Makarios'un geri dönüşü kolaylıkla engellenebilecek ve kendisi Cumhurbaşkanlığı koltuğunda rahatça oturabilecekti.
Karamanlis de Türkiye'nin yapacağı 'jest'leri kamuoyunda kolaylıkla 'onurumuzu kurtardık' diye sunabilecek, Makarios'un dışarıda kalmasıyla yeni bir karşıt durumdan kurtulacaktı.
Böylesine sıcağı sıcağına bir girişimle, Kıbrıs'daki ikinci harekat sonrası bozulan denge nedeniyle ayaklanan uluslararası kamuoyu yatıştırılabileceği gibi, siyasal çözüme doğru da en temelli adım atılmış olacaktı." [428]
Böylesi bir ortam içerisinde, Türkiye'de hükümet kurma çabaları, bir an için, dış politika sorunlarının önüne geçmiştir. Nitekim bir yandan hükümeti kurma çabaları, diğer yandan ekonomik açıdan karşılaşılan sorunlar, geçici olarak işbaşında bulunan CHP-MSP koalisyon hükümetinin yeni hükümet kurulana kadar devletin rutin işlerinden başka işlerle uğraşmasına olanak vermemiştir.
Diğer yandan; sağduyunun gereği olarak vurgulanmaya başlanan CHP-AP koalisyonu da gerçekleşemediğinden durum daha da karmaşık bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Parlamento desteğine sahip bir hükümetin oluşturulamadığı bir ortam içerisinde, Ecevit in liderliğinde CHP azınlık hükümeti kurulması önerisi tartışılmaya başlanmıştır.
"Kıbrıs'a ilişkin gelişmelerin en önemli aşamasına gelindiği ve dönüm noktası sayılabilecek olanağın kaçırılmaması için, CHP lideri son derece cesur bir girişimde bulundu. Korutürk'e (Cumhurbaşkanı) hiçbir koalisyon olanağının bulunmaması durumunda 'azınlık hükümeti' önerisini getirdi. 'Eğer bugün bu olanağı hükümetsizlik nedeniyle kaçırırsak, Türkiye ileride çok acı çekebilir. Ben tüm sorumluluğu alıp gereken adımları atmaya hazırım,' dedi." [429]Ancak, Korutürk başlangıçta sıcak baktığı bu öneriye, diğer partilerin baskıları üzerine, işlerlik kazandırmaktan çekinmiş olsa gerek.
Bununla birlikte; Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılan görüşmelerde çözüme yönelik girişimler içerisinde Türkiye'nin ne gibi adımlar atabileceğinin belirlenmesi gerekmiştir. Ecevit in başkanlığında Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin katılmış olduğu bir toplantıda ortak bir görüş saptanmaya çalışılmış; ancak geçici hükümetin koalisyon ortağı Erbakan, alınan kararlara muhalif kalmıştır. Kararlarda Türkiye'nin uzlaşmayı sağlamak için önemli sayılabilecek bir ödünde bulunamamasına karşın, Erbakan'ın kararlara katılmaması ve ikna olmaması, Türkiye'nin tarihsel bir olanağı kaçırmasına yol açmıştır. Hükümetin ortak bir karara varamaması sonucunda Kissinger'in girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunun sonucunda da, kısa bir süre sonra Makarios Kıbrıs'a geri döneceğini açıklamış, Klerides'in benimsemiş olduğu federasyon tezinden üniter devlet tezine dönülmüştür.
Bu bağlamda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin ve Kıbrıs sorununa ilişkin gelişmelerin Türkiye'deki 1973-74 dönemi iç politika gündeminden belirgin ölçüde etkilendiğini söylemek olasıdır. Her ne kadar siyasi partiler arasındaki çekişmeler Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesinin gündeme gelmesi ile geçici olarak durgunlaşmışsa da, askeri müdahalenin yerini diplomasiye bırakmasından sonra iktidar ve muhalefet partileri arasındaki çekişmeler yeniden gündeme gelmiştir ve bun da en büyük etken de, koalisyon ortakları arasındaki derin görüş ayrılıkları olmuştur. Bir hükümet bunalımının yaşanması ve bu bunalımın koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmış olması düşüncesi aslında, Kıbrıs'ta hükümetin elde etmiş olduğu başarının ulusal kamuoyunda seçmen desteğine dönüştürülmesi çabası ile birlikte ele alınabilir. Bu bağlamda; Ecevit liderliğindeki CHP'nin MSP ile olan koalisyon ortaklığından kurtulmak için ortaya çıkan bunalımdan yararlandığı da söylenebilir. Bir yandan koalisyon ortakları arasındaki görüş ayrılıkları, diğer yandan da, Kıbrıs olaylarının Türk seçmen kitlesi önünde Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan saygınlık kazandırıcı rolü, CHP-MSP koalisyonunun daha kolay dağılmasına ortam hazırlamıştır.
Ancak, dönemin koşulları dikkate alındığında, hiç bir siyasi partinin kendi oy oranının açıkça düşeceğini gördüğü bir erken seçime evet demesi mümkün olamamıştır. Aksine, Ecevit ve CHP'nin popülaritesinin artmış olduğu koşullarda ne AP ne de diğer küçük partiler erken bir seçime olumlu bakmışlardır. Diğer yandan, Ecevit'in azınlık hükümeti kurarak Kıbrıs sorununa görüşmeler yoluyla bir çözüm getirmesi durumunda elde edeceği siyasi başarının iç politikada saygınlığını daha da artıracağı kuşkusu, diğer partilerin azınlık hükümetine karşıt tavır almalarında etkin olduğu kadar, geçici hükümetin MSP kanadının da Türkiye'nin görüşmeler sırasında izleyeceği yaklaşımlar saptanırken Genelkurmay'ın da desteklediği önerilere aynı gerekçe ile karşı çıktığı söylenebilir. [430]
Erken seçim beklentisinin gerçekleşememesi üzerine, Kıbrıs olaylarının hükümete kazandırmış olduğu saygınlığın CHP'ye tek başına iktidar olma olanağı vermediği anlaşılmıştır. Diğer yandan, doğan hükümet bunalımı ile birlikte, Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerinde gündeme gelen ve Türkiye'nin çıkarları açısından büyük önem taşıyan görüşme sürecinin ortaya çıkması, izlenecek politikaların inandırıcılığı ve tutarlılığı bakımından güçlü bir hükümeti gerektirdiğinden bunalım daha da derinleştirmiştir. Böylesi bir ortam içerisinde ne MSP dışındaki küçük partilerle ne de AP-CHP arasında bir koalisyon ortaklığı kurmak mümkün olmamıştır. Oysa; 1961 yılında benzeri yaşanan AP-CHP koalisyon ortaklığının bu dönemde de Türkiye'nin çıkarlarına en uygun çözüm şekli olduğu sıklıkla vurgulanmıştır.[431]
Sonuçta, 1974 Kıbrıs olayları sırasında izlenen politikanın hükümete sağlamış olduğu saygınlığın bir iç politika avantajı olarak diğer siyasi partilere karşı kullanılmak istenmesinin hükümete belirgin bir yarar sağlamadığı gibi, Türkiye'nin genel ve özel çıkarları bakımından da zararlı sonuçları olduğu söylenebilir.
İç politika açısından, Kıbrıs olayları, siyasi partiler arasında kısır çekişmeleri sona erdirmek, yaşanan siyasi ve ekonomik bunalımın kolaylıkla aşılmasını sağlayacak toplumsal dayanışma ve bütünlüğü sağlamak yerine tam tersi sonuçlanmış, ortaya daha büyük bunalımlar çıkarmıştır. Dış politikaya ilişkin yaklaşımlar, siyasi partiler arasında bir karşılıklı suçlama aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Elde edilen başarı ya da başarısızlık, seçmen kitle önünde siyasi partiye verilecek olan desteğin ölçüsü olarak görülmeye başlanmıştır.
Gerçekten de, Türk siyasi yaşamında uzun süre Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun neden dağılmış olduğu tartışılmış ve bunda Kıbrıs olayları sırasında Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan popülaritenin oya dönüştürülmek istenmiş olmasının ne denli etkili olduğu sorulmuştur.
Diğer yandan, özellikle seçim çalışmaları sırasında MSP'nin Kıbrıs olaylarını bir propaganda aracı olarak kullandığı da görülmüştür. Öylesine ki, bu propaganda çabası içerisinde Ecevit ve CHP'li bakanların Kıbrıs'a askeri müdahale yapılmasına karşı çıktıkları, müdahalenin MSP'li bakanların zoruyla yapıldığı, barış görüşmeleri sırasında CHP'nin büyük ölçüde toprak tavizi verme yanlısı olduğu ileri sürülmüştür.432 Erbakan, 1990'larda da aynı yaklaşım içerisinde, Kıbrıs olayları sırasında Türkiye'nin göstermiş olduğu kararlılığı, kendi partisine mal etme çabası içerisinde koalisyon ortağı CHP'ye karşı suçlamalarını sürdürmüştür.
Bu bağlamda, Türkiye'de iç politika tartışmalarının ve ard arda gelen koalisyonların Türk-Yunan ilişkilerine yönelik politikalarındaki dalgalanmaların, sorunların çözümünü güçleştirdiğini söylemek olasıdır. Gerçekten de Kıbrıs olaylarından sonraki dönemde, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginlik yönünde tırmandıran en önemli olaylar Ege Denizi'ndeki sorunlar üzerinde yaşanmış ve gerek Yunanistan'ın gerekse Türkiye'deki hükümetlerin konuya yaklaşımları, barışçıl çözüm arayışlarını engellemiştir. Dönemin ilişkilerinde Kıbrıs'tan sonra en fazla sözü edilen sorun, Ege Denizi'ndeki kıta sahanlığının saptanması sorunu olmuştur. Kıta sahanlığı sorunu, ilk kez 1973 seçimleri sırasında CHP'nin programlarında yer almış ve seçim sonrasında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti sırasında da Türkiye, TPAO'ya petrol arama ruhsatları vererek konuyu iki ülke arasında gündeme getirmiş ve Ege Denizi'nde, Türkiye ve Yunanistan arasında bir kıta sahanlığı sınırlandırmasının gereğini dile getirmiştir. Ancak, Kıbrıs konusundaki gelişmeler bir süre bu sorunu ikincil planda tutmuştur.
CHP-MSP koalisyonun dağılması sonrasında Sadi Irmak azınlık hükümeti döneminde yapılan açıklamalar, daha Yunanistan ile resmi görüşmelere başlanmadan, Türkiye'nin resmi görüşlerinde değişiklik yapıldığı şeklinde yorumlanabilecek nitelikte olmuştur. Sadi Irmak'ın iki ülke arasındaki kıta sahanlığı sorununun Lahey Adalet Divanı'na gidilerek de çözümlenebileceğini dile getirmesi, daha önce sorunun çözümlenmesi için öncelikle görüşmeler yolunun denenmesini isteyen Türk tarafının görüşlerini değiştirdiği şeklinde yorumlanmıştır. Irmak'ın bu açıklaması, iç politikada sert eleştirilere hedef olmuştur.
Diğer yandan, azınlık hükümeti sonrasında kurulan Demirel'in Başbakanlığındaki MC hükümeti sırasında, Türkiye ve Yunanistan arasında sürdürülen görüşmelerde Irmak hükümetinin yaptığı bu açıklamalar Türk tarafını güç durumda bırakmıştır.
Bu durum, özellikle Mayıs 1975 tarihli Roma ve Brüksel toplantıları sırasında taraflar arasında yapılan görüşmelerde ortaya çıkmış ve Brüksel toplantısı sonrasında hazırlanan bildirgede Türkiye; Lahey Adalet Divanı'na gidilmesini benimsemiş olduğunu, ancak, ikili görüşmelerin de sürdürülmesi gerektiğini karara bağlayarak bir esneklik yaratmaya çalışmıştır. Bir süre sonra da, Türkiye'de yoğun eleştirilere yol açan bu yaklaşım, hükümetin yeni bir açıklama yapmasını gerektirmiş ve yapılan açıklamada, Ege kıta sahanlığı sorununun iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmeler yoluyla çözümlenebileceği görüşünü dile getirmiştir.
"... Zirveden kısa bir süre sonra, yapılan hata anlaşılmış ve Türk bürokrasi çarkları, Demirel'in verdiği sözü değiştiren bir şekilde adımını geri aldırmış ve anlaşma olmadığını ileri sürmüştür. Bu örnek, Türk diplomasisinin tüm aksaklıklara rağmen 'temel çizgiyi' koruması, hatta saptıran siyasi lideri bile yeniden eski politikaya döndürmesinin en açık belgesidir." [433]
Ancak, CHP-MSP koalisyon hükümeti sonrasında iktidara gelen hükümetlerin hazırlıksız oldukları bir konuda yaptıkları açıklamalar iki ülke arasında yaratılmaya çalışılan güven ortamını zedelerken, gerek liderlerin gerekse Türkiye'nin inandırıcılığına gölge düşürmüştür.
Benzer bir durum, 1976 yılında, Türkiye'nin Ege Denizi'nde kıta sahanlığı üzerinde sismik araştırmalar yapmak istediğini açıklamasıyla gündeme gelmiştir. Demirel hükümetinin, Türk-Yunan ikili görüşmeleri sürerken Ege Denizi'nde MTA Sismik I Araştırma gemisinin kıta sahanlığına ilişkin sismik araştırma yapacağını açıklaması ve bunu bir propagandaya dönüştürmesi, bir anda Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri savaşa sürükleyen bir yönelim izlemeye başlamıştır.
Dönemin gelişmelerini Birand şu şekilde anlatmaktadır;
"Hükümet içi sorun, kısa bir süre sonra iç politika sorununa dönüverince, kamuoyu gelişmeleri yakından izlemeye başladı ve birden, Demirel önde olmak üzere tüm Bakanlıklar Hora'ya sahip çıkmaya başladılar.Yunanistan çalkalanadursun, Temmuz ayının ortasına gelinmiş; Hora hala denize indirilecek duruma gelmemişti. Oysa demeçler birbirini izliyor ve çıkış gününü TRT'ye açıklamak bir Bakanı kahraman yapmaya yetiyordu. Demirel de artık 'Ege fatihi' olmanın daha karlı bir iç politika yatırımı sayılacağını anlamış, veryansın ediyordu: 'Hora'ya dokunana karşılık veririz. Yakında araştırma başlayacak. Bunu kimse engelleyemez.'
Demirel bir yandan demeçleriyle sertlik gösterirken, öte yandan da açıklamalarında yeni bir tema işlemeye başlamıştı: 'Hora'nın araştırmalarıyla kıta sahanlığı sorunu arasında bir ilgi yoktur. Buna müdahale korsanlık olur'du.
Ecevit, işte 21 Temmuz günü bu konuda sert bir tepki gösterince sorun ciddileşiverdi. Ecevit, Hora'nın Ege'ye çıkışını bir balıkçı teknesine benzetmek akıl almaz bir çelişkidir. Hora ile kıta sahanlığı sorununu ayıran Demirel, böylece başka ülkelere de aynı sularda araştırma yapabilme hakkı tanımakta ve Hora'nın görevini yozlaştırmaktadır. 'Bu durumda Yunanlılar Hora'ya çiçek yollarlar!' diyerek MC'yi sıkıştırıyordu." [434]
HORA-MTA Sismik I araştırma gemisinin 6 Ağustos'ta Ege Denizi'nde önceden belirlenmiş bölgelerde sismik araştırma yapmaya başlaması ile birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler gerginleşmiş ve iki ülke arasında bir savaş olasılığı ortaya çıkmıştır. Her iki ülkede de kamuoyunun gerginliği büyük bir ilgi ile izlemesi ve ulusçu duyguların genel havaya hakim olması, hükümetlerin hareket serbestisini kısıtlarken savaş olasılığı daha da artmıştır.
Buna karşın, Türkiye'de hükümet, ulusal kamuoyu önünde yapmış olduğu sert açıklamaları Yunanistan ile yapmış olduğu resmi görüşmeler sırasında kullanmaktan özenle kaçınmıştır. Kriz öncesinde olduğu gibi kriz sırasında ve sonrasında da Türkiye'de Demirel hükümeti, HORA'nın Ege Denizi'nde yapmış olduğu araştırmaların uluslararası sularda yapılan bilimsel nitelikte araştırmalar olduğunu, herhangi bir siyasal içerik taşımadığını savunmuştur. Kriz öncesinde, 23 Temmuz'da, Çağlayangil ve Kozmadopulos arasında yapılan görüşmeler sırasında krizin önlenmesi için esnek bir formül üzerinde anlaşma sağlanmaya çalışılmıştır.
Birand'ın belirttiğine göre; bu görüşme sırasında Yunan tarafı, kamuoyunun baskılarını hafifletmek açısından, Türkiye'nin, HORA'nın izleyeceği rotaları önceden Yunanistan'a bildirmesini ve Yunanistan'ın da buna göre uzaktan gözleme yapmakla yetinebileceğini söylemesine karşın, Türk tarafı, böyle bir davranışı önceden Yunanistan'dan izin almak şeklinde yorumlanabileceğini öne sürerek, yapılacak araştırmanın Ege Denizi'nde kıta sahanlığına sahip çıkma anlamını taşımadığını açıklayabileceğini belirtmiştir. [435]
Demirel Hükümeti'nin, Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonunun ÇANDARLI gemisine vermiş olduğu görevden farklı bir nitelikte görevlendirildiğini açıklayarak, HORA'yı Ege Denizine göndermesi gerçekten bir çelişki olmuştur. Gerçekten de HORA gemisi, her ne kadar bilimsel bir araştırma yürütmek için Ege Denizi'ne açılmışsa da, üstlendiği görevin bir siyasal nitelik taşımaktan da öte, iki ülke arasında doğrudan bir savaşa yol açabilecek bir boyutu da bulunmaktadır. Bir yandan iki ülke arasındaki bir savaşı göze alarak yola çıkmak ve iç politikada olayı bu yönüyle değerlendirmek, diğer yanda da, kıta sahanlığı konusunda Türkiye'nin resmi isteklerinin dışında bir yaklaşım sergilemek; yapılan hareketin bir hak iddiası anlamı taşımadığını açıklamak, hükümetin iç politika amaçlı davrandığı şeklinde yorumlanabilir. Ancak, girişilen hareket yalnızca iç politikada gündemi belirli bir süre için değiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimi bakımından da yeni bir gerginlik ortaya çıkarmıştır.
Ortaya çıkan bunalımın azaltılması, Yunanistan'ın çabalarıyla mümkün olmuştur. Karamanlis Hükümeti'nin, Türkiye'nin tutumu karşısında askeri yollar yerine siyasi ve hukuksal yollara başvurmayı tercih etmesi, bir anda hem Yunanistan'da Türkiye'nin saldırgan emeller peşinde koştuğu ve gerginliği tırmandıran taraf olduğu suçlamalarına olanak vermiş hem de Karamanlis hükümetinin, barışı seçen taraf olarak ulusal/uluslararası alanda saygınlığının artmasına olanak tanımıştır.
Bunun yanı sıra; Türkiye'nin bu dönemde yaşamakta olduğu ekonomik ve toplumsal sorunlar ve siyasal çekişmelerin hükümetlerin iç politikada olduğu gibi dış politikada da tutarlı davranmalarını engellemiştir.
Kıbrıs sorununda herhangi bir ilerlemenin sağlanamamış olmasından dolayı uluslararası kamuoyunun Türkiye'ye yönelttiği eleştiri ve baskıların sürmekte oluşu; ABD tarafından Türkiye'ye uygulanan ambargonun yaratmış olduğu sorunlar; ekonomik açıdan Türkiye'nin içinde bulunduğu darboğaz; terör olaylarının önemli oranda artmış olması; uluslararası finans çevrelerinin Türkiye'ye kredi verirken güçlükler çıkarmaları ve yaratılan bağımlılık; iktidarların dış politikada kararlı ve tutarlı davranabilmelerini güçleştirmiştir. Ayrıca, koalisyon hükümetleri sırasında küçük partilerin sürekli ayrılma tehditinde bulunarak alınan kararlar üzerinde etkili olmaları da söz konusudur. İç politikaya ilişkin sorunlar üzerinde olduğu gibi uygulanacak dış politika konusunda da koalisyon ortakları arasında önemli görüş ayrılıkları yaşanmıştır. Bu ise, hükümetin dış politikada kararlı davranmasını engellemiştir. Özellikle MC koalisyonları sırasında MSP ve Erbakan'ın sürekli karşı çıkması sonucunda Kıbrıs ve Türk-Yunan sorunlarına bazı küçük ödünlerle çözüm bulunması yolu kapalı kalmıştır. Öylesine ki, yapılan görüşmeler sırasında Türk temsilciler çözüm önerilerini koalisyon ortağı Erbakan'a kabul ettirmekte güçlük çektiklerinden yakınır hale gelmişlerdir.
Bu bağlamda, zaman zaman liderlerin Türk-Yunan ilişkileri konusunda yapmış oldukları açıklamalar, Türkiye'nin bazı toprak talepleriyle ortaya çıktığı şeklinde yorumlanabilecek bir nitelik taşımaya başlamıştır. Örneğin, Demirel, HORA'nın açmış olduğu gerginlikten kısa bir süre sonra, Ege Denizi'nde Yunanistan'a ait olan adaları "Ege Adaları" olarak adlandırmaya başlamış ve bu yönde ısrarlı olmuştur.
"Demirel, 20 Ağustos günü Esenboğa'ya inerken, Cumhuriyet muhabiri Turgut Güngör, Yunan, 'Yunan adaları'... diye bir soru sorarken, sözünü kesip, 'Yunan adaları demeyin, Ege Adaları deyin!' şeklinde konuşunca kıyamet koptu.Dışişleri de şaşırmıştı. Bu söz, Türkiye'nin Yunan adalarına göz dikmesi anlamına geliyordu açıkça. Bir ülkenin lideri bunu söyleyince kamuoyunda önemli beklentileri de başlatır ve günün birinde istemese de, savaşın gerçek tohumlarını atmış olduğunu görüverirdi. Ancak iş işten geçerdi.
Demirel tepkiler gelince bu sözünün üzerine gitti ve 'Ege adaları dedim ve de Ege adaları diyeceğim,' diye yeni bir açıklama yaptı.
Yunan kamuoyunun kaygılarında haklı olduğunu, uluslararası alanda Türkiye'nin gerçekten adalarda gözü olduğunu perçinleyen bir yaklaşımdı bu... Yunanistan'ın Batı ülkelerine dönüp 'işte Türkiye'nin kıta sahanlığından gerçek beklediği, bir gün adaları ağına düşürebilmektir' propagandasına en güzel olanağı hazırlamış oldu... Adalar bu olaydan sonra artık Türkiye'deki en basit vatandaşın bile gözüne batmaya başladı." [436]
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin yönelimini etkilemesi bakımından göz önünde bulundurulması gereken bir başka unsur ise; siyasal iktidarın sivillerin elinden orduya geçtiği dönemlerdeki dış politika değişiklikleridir. 1980'li yılların sonlarına kadar Türkiye'de hemen hiç bir siyasi iktidar, kamuoyunun yoğun duyarlılığını ve baskısını göz ardı ederek iki ülke arasındaki sorunları tek taraflı ödünlerle çözümlemek çabası içerisinde olmak istememiş, böyle bir yöneteme başvurmaktansa sorunları sürüncemede bırakmayı tercih etmiştir.
426- 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili Türk yazınında çıkan kitaplardan bazıları için bkz; Mehmet Ali Birand, 30 Sıcak Gün, İst. Milliyet Yay. 1980; Mehmet Ali Birand, Diyet..; Erol Mütercimler, Kıbrıs Harekâtının Bilinmeyen Yönleri, İst. Yaprak Yay. 1990; Erbil Tuşalp, Paşa ile General, İst. Bilgi Yay. 1991; Yalçın Doğan, "10. Yıldönümünde Kıbrıs Barış Harekâtı'nı Ecevit Anlatıyor," Cumhuriyet, 20-31 Temmuz 1984. Zehra Y. Cerrahoğlu, Birleşmiş Milletler Gözetiminde Kıbrıs Sorunu ile İlgili Olarak Yapılan Toplumlararası Görüşmeler (1968-1990), Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.
427- M. A. Birand, Diyet.., s. 54.
428- M. A. Birand, Diyet.., s. 56.
429- M. A. Birand, Diyet.., s. 57.
430- Bu konuda bkz; M. A. Birand, Diyet.., ss. 60-62.
431- Bu konudaki tartışmalar için bkz; dönemin Türk basını; ayrıca, Metin Toker, Not Defterinden, İst. Milliyet Yay. 1981. 1980 sonrası Türk siyasi kültüründeki değişikliklerin en önemli göstergesi 1992 yılına gelindiğinde CHP ve AP'nin devamı olan SHP ve DYP arasında bir koalisyon ortaklığının kurulması olmuştur.
432- Bkz; dönemin basını; ayrıca, "Erbakan'ın Evren'in Anıları Üzerine Düşünceleri," Milliyet, 2 Aralık 1990.
433- M. A. Birand, Diyet.., s. 121.
434- M. A. Birand, Diyet.., s. 169; ayrıca, Ecevit'in demeci için bkz; Milliyet, 23 Temmuz 1976.
435- M. A. Birand, Diyet..,
436- M. A. Birand, Diyet.., ss. 201-202.