AZINLIKLARA İLİŞKİN SORUNLAR
Türkiye ve Yunanistan arasında yoğun tartışmaların yaşanmakta olduğu hemen her dönemde gündeme gelen azınlıklar konusu, uluslararası sistemde ve hukuk kurallarında getirilen yeni hükümler çerçevesinde giderek bir insan hakları sorunu olarak algılanmaya başlanmıştır. Uluslararası Daimi Adalet Divanı'nın tanımına göre azınlık kavramı, "bir devlette yerleşmiş bulunan (incorporés) ve nüfusu ayrı bir ırk, dil ya da dinden oluşan toplumsal gruplar"ı belirtirken; BM Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt-Komisyonu Raportörü F. Capotorti'nin önerdiği tanıma göre ise;
"... Sayısal olarak bir devletin nüfusunun geri kalanına göre az olan, egemen olmayan konumda bulunan [o devletin vatandaşları olan] üyeleri etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur." [17]
Bu bağlamda ele alındığında, bir azınlık grubunun varlığını belirleyen bazı nesnel ölçütlere dayanmak gerekmektedir; buna göre,1) Azınlık ile çoğunluk arasında ırk, din ve dil gibi noktalarda belirgin bir farklılığın olması;
2) Azınlık grubunun özelliklerini yansıtacak ölçüde bir sayısal çokluğun var olması;
3) Azınlık grubunun o ülkede başat olmaması;
4) Azınlığın söz konusu ülkenin yurttaşı olması;
5) Azınlığa mensup bireylerin o ülkeye sadakatle bağlı olması,
6) Azınlık bireyleri arasında farlılıklarını gözetecek ölçüde bir azınlık bilincinin bulunması,
7)Yurttaşı olunan ülkede çoğunluğun kendilerini azınlık olarak gören bu unsurların varlığından haberdar olarak onlara azınlık gibi davranması gerekmektedir.[18]
Bu ölçütler dikkate alındığında, özellikle Balkanlarda mevcut azınlıklar sorununa ilişkin gözlemlerde, azınlıkların yurttaşı bulundukları ülke dışında bir başka ülkeye etnik, dinsel, dilsel açıdan yakınlık duyarak kendilerini "soydaş" hissetmeleri de mümkündür. Bu durumda ise, "Başat kitle karşısında kendisini farklı gören, ezildiği/dışlandığı görüşünde olan ve egemen kültürden ayrı kimliğe sahip grupların köken ve soy bilinci bakımından da somut farklılıklar göstermeleri halinde, başat kitle ve onun iktidar araçları tarafından , -Yunanistan örneğinde olduğu gibi dışlanmaları hatta inkar edilmeleri söz konusu olabilmektedir. Böyle durumlarda gruplar genellikle sosyal/kültürel/siyasi dezavantajlarla karşı karşıya kalabilmektedirler."[19]Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da baş gösteren ulusçuluk akımından etkilenmesi, ekonomik ve toplumsal yapısında değişiklik yapamaması, askeri başarısızlıklarla desteklenince çöküş sürecini hızlandırmış ve sonuçta, Osmanlı Devleti, Avrupa ve Balkanlarda topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Bu durum Balkanlarda bulunan Türk/Müslüman nüfusun büyük bir bölümünün Anadolu'ya kadar uzanan bir göç dalgası yaşamasına yol açarken, kaybedilen topraklar üzerinde kurulan yeni devletlerle Osmanlı Devleti arasında bir azınlıklar sorununu tartışma konusu yapmıştır.[20]
Balkan Savaşları ile artan bu sorun, özellikle Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin niteliği göz önünde tutulduğunda, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir boyut kazanmıştır. İngiltere, Fransa ve İtalya'nın yanında Sevr Anlaşması'nın [21]kendisine sunduğu olanağı değerlendirerek Anadolu'ya asker çıkaran Yunanistan'ın savaşta yenilerek geri çekilmesinden sonra, günümüz Türk - Yunan azınlıklar sorunu olarak nitelendirilen olaylar yaşanmaya başlanmıştır.
Yunanistan'ın "Megali İdea" olarak adlandırmış olduğu, eski Bizans toprakları üzerinde Büyük Yunanistan'ın yeniden kurulması rüyası, Yunan kuvvetlerinin Anadolu topraklarına ayak basmasıyla bu yöndeki ilk adım olarak değerlendirilmiş ve hem bu rüyaya inanarak Anadolu'yu işgal hareketine katılanlar hem de Osmanlı toprakları üzerinde yaşamlarını sürdürmekte olan Yunan kökenliler/Rumlar arasında kısa sürecek bir sevinç yaşanmıştır. Ancak, savaşın Türklerin yengisi ile sonuçlanması, bu rüyaları yıkmış ve hem savaşla birlikte Anadolu'ya gelen Yunanlıların hem de daha önce Anadolu'da yerleşmiş bulunan Rumların bu topraklardan Yunanistan'a göç etmelerine yol açmıştır. [22]
Savaş dönemi ile birlikte, iki ülke arasında kitlesel göçlerin yaşanması, beraberinde yoğun bir ekonomik ve toplumsal bunalımı ortaya çıkarmıştır. Özellikle, Yunanistan'da bu bunalım oldukça sarsıntılı olmuştur. Savaşın sonunun belli olması ve Yunanistan'ın ağır bir yenilgi almasından sonra kitlesel göçlerin [23] yaşanması, Lozan Görüşmeleri sırasında gündeme gelmiş ve bu konuda taraflar arasında bir anlaşmanın yapılması gereği üzerinde görüş birliğine varılmıştır. Bunun sonucunda, daha Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan, Türkiye ve Yunanistan arasında, karşılıklı olarak göç eden insanların hak ve statülerini düzenleyen bir anlaşma imzalanmıştır. 30 Ocak 1923 tarihli Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme ve Protokol'ün hükümlerine göre; (madde 1)
"Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye'ye, ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan'a dönerek orada yerleşemeyecektir.(Madde 2) , Birinci Maddede öngörülen mübadele:
a) İstanbul'da oturan Rumları,
b) Batı Trakya'da oturan Müslümanları kapsamayacaktır.
1912 Yasası ile sınırlandırıldığı biçimde İstanbul Belediye sınırları içinde 30 Ekim 1918 gününden önce yerleşmiş tüm Rumlar, İstanbul'da oturan Rumlar sayılacaktır.
1913 Bükreş Antlaşması'nın saptamış olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş tüm Müslümanlar, Batı Trakya'da oturan Müslümanlar sayılacaklardır." [24]
İki Ülke arasında imzalanan bu sözleşmeye göre, sözleşmenin uygulanmasını sağlamak üzere, Türk ve Yunan temsilcilerinin de bulunduğu bir uluslararası karma komisyon oluşturulmuştur. Oluşturulan bu komisyon bir süre görev yaptıktan sonra değişim sırasında kimlerin yerleşik sayılacağı konusunda farklı yorumlarla karşılaşmış ve bu durum, iki ülke arasında ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden olmuştur. Bu arada, yerleşik teriminin kapsamı konusunda Milletler Cemiyeti'ne ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı'na yapılan başvurunun iki taraf arasındaki görüş ayrılığını giderememesi sonucunda ilişkiler gerginleşmiş, Yunanistan'ın Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının arazi ve mallarına el koyması ve buralara Türkiye'den Yunanistan'a göç eden insanları yerleştirmeye başlaması, buna karşılık olarak da, Türkiye'nin İstanbul Rumlarının mallarına el koyması, her iki ülkede de azınlıkların zararlı çıkmasıyla sonuçlanan bir süreç oluşturmuştur. Bu bağlamda, iki ülke arasında 1926 yılında hazırlanan anlaşma da azınlıklar konusundaki soruna kesin bir çözüm getirmekten uzak kalmıştır.Taraflar arasında azınlıklar konusunun kesin çözüme bağlanmasına ilişkin son girişim, 10 Haziran 1930'da bu konuda bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile yerleşim tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türk/Müslümanlarının hepsi yerleşik sayılmışlardır. Ayrıca, iki ülke de toprakları üzerinde kalan azınlıkların statüleri ve mal varlıklarının korunması konusunda önemli yükümlülükler üstlenmişlerdir.
Azınlıklar konusundaki uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır. İki ülke arasında dostluk ve işbirliği çabaları artmış, azınlıklara ilişkin antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra, Ekim 1930'da Türk - Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla birlikte, bir de Deniz Kuvvetlerinin karşılıklı olarak sınırlandırılmasını öngören protokol ve Oturma, Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi imzalanmıştır.
Bununla beraber, doğrudan bir Türk - Yunan azınlıklar sorunu olarak değerlendirilmemekle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de azınlıklar üzerinde baskıya dönüşen kimi uygulamalara rastlanmıştır. Bunlardan özellikle "Varlık Vergisi" uygulaması ilginç bir uygulama olmuştur. Savaş sırasında bir takım savaş zengininin ortaya çıkması ve bunların kamuoyunun tepkisini çeken bir zıtlık oluşturması, savaş dolayısıyla ekonomik darboğaz içerisindeki hükümetin, bu kesim üzerinde uygulanacak olan ve bir kez alınması düşünülen vergilendirmeye gitmesine yol açmıştır. Büyük oranda azınlıklara mensup kişiler üzerinde yoğunlaşan ve adil bir şekilde uygulanmayan vergilendirme, kısa süre içerisinde tepki çeken bir uygulama olarak kamuoyunda eleştirilere neden olmuştur. Bu vergilendirme sırasında adil davranılmamış olması ve ciddi aksaklıkların yaşanması azınlıkların hükümete bakışını olumsuz etkilemiştir.
Türk - Yunan ilişkilerinde dostluğun sağlanmasıyla azınlıklar sorunu 1950'li yıllara değin ikili ilişkilerde bir sorun olarak belirmemiştir. Bunda her iki ülke ulusal liderlerinin gerçekçi yaklaşımlarla davranmış olmalarının yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı'na yol açan gelişmelerin yaratmış olduğu ortak güvenlik endişesinin de rolü olmuştur. Kısa süre sonra başlayan savaş sırasında, Yunanistan'ın işgale uğramış olması ve savaş sonrasında da iç savaşın başlaması, iki ülke arasındaki ilişkileri sınırlandırırken Yunan iç savaşı sırasında hükümete sadık kalan Türk/Müslüman azınlık üzerinde Yunan komünistlerinin yoğun baskılarda bulunması, bu kez Batı Trakya'dan Türkiye'ye yeni bir göç yaşanmasında etkin olmuştur.
Azınlıklar sorununun Türk - Yunan ilişkilerinde hem bir iç politika sorunu hem de dış politika sorunu olarak gündeme gelmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunu nedeniyle gerginleşmesine koşut olmuştur. 1950 ortalarına kadar ikili ilişkilerin dostluk ve işbirliği havasında gelişmesi hem Yunanistan'da hem de Türkiye'de azınlıklara yönelik politikaların ılımlı ve sevecen olmasında etkili olmuştur. Gerçekten de, bu dönemde Türkiye'de azınlıklar DP iktidarının sağlamış olduğu kolaylıklardan yararlanarak parlamentoda temsilci bulundururken Yunanistan'da da Türk/Müslüman azınlığın çeşitli sorunlarına çözüm bulunmaya çalışılmıştır.
1960'ların ortalarından başlayarak, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusu üzerinde yoğunlaşan ve ilişkileri sertleştiren gelişmeler, azınlıkların, karşılıklı olarak, yaşadıkları toplumdan dışlanmasına yol açan kimi uygulamalarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Her iki toplumda da azınlıklar diğer ülkenin ajanları olarak algılanmaya başlanmıştır. Kıbrıs sorununun kamuoylarında ulusal bir dava olarak propagandalara konu edilmesi, azınlıkların durumunu güçleştirmiştir. 1963-64 Kıbrıs olayları ise, Türk Hükümeti'nin, 1930 Sözleşmesine son vererek bu sözleşmeden yararlanarak İstanbul'da çalışmakta olan Yunanlıları ülkelerine geri göndermesine neden olmuştur. [25]
1960 sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunundan dolayı dalgalanma göstermiş olması, azınlıklar konusunda da benzer yansımalar yapmıştır. 1967 yılında, askeri cuntanın Yunanistan'da işbaşına gelmesiyle birlikte, azınlıklar üzerinde yeniden sistematik baskılar görülmeye başlanmıştır. Gerçi, 1968 yılında iki ülke arasında bir Kültür Protokolü imzalanmıştır, ancak kısa süre sonra, bu protokol de fiilen uygulanmamaya başlanmıştır. [26]
1974 yılında, Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahale de bulunarak Kıbrıs Türk toplumuna yöneltilen kitlesel yok etme girişimlerini engellemesinden sonra ise, özellikle Batı Trakya Türkleri üzerinde oldukça yoğun baskı yaşanmaya başlanmıştır. İki ülke arasında bir savaş olasılığını arttıran olayların yaşanmakta oluşu, Yunanistan'ın Kıbrıs Rumlarına destek verme olanağı bulamaması ve ulusçu duyguların incinmiş olması Batı Trakya Türk/Müslüman topluluğuna yönelik politikaların sertleşmesine yol açarken, Yunan kamuoyu da azınlıkları ulusal bütünlükleri açısından tehlike olarak görmeye başlamıştır.
1974 yılı, aslında Türk - Yunan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır; bu tarihten itibaren, daha önce gündemde olmayan sorunlar bir anda uzlaşmazlığı arttıran konular olarak ilişkilere konu edilmiştir. Azınlıklar konusundaki Yunan yaklaşımları açısından ise, daha önce idari makamlar tarafından bürokratik yöntemler kullanılarak azınlık haklarına getirilen kısıtlamalar, bu tarihten sonra artık, açıktan açığa, bir yönetimsel politikaya dönüşmüştür. Böylece, Türkiye'deki İstanbul Rum topluluğunun azalmış olmasını ve dolayısıyla, iki ülke arasında azınlıklar konusunda karşılıklılık ilkesinin uygulanamaz hale geldiğini ileri süren Yunanistan ile Türkiye arasında azınlıklara yönelik politikalar konusunda kimi zaman sert tartışmaların ve uygulamaların yaşandığı bir sürece girilmiştir.Bununla birlikte Patrikhane'nin İstanbul'daki varlığının korunmasına ilişkin tartışmalar sürmektedir.
1980'li yıllara gelindiğinde, iki ülke arasındaki iletişimsizlik ve uzlaşmazlıkların derinleştiği koşullar içerisinde azınlıklar konusu daha belirgin bir görünüm sergilemeye başlarken, içerik açısından da farklılaşma gözlenmiştir; Türkiye'deki azınlıklar açısından bu durum, daha çok İstanbul Rum azınlığın sahip olduğu taşınmaz mal varlığının korunması, Vakıflar ve Patrikhane statüsü konularında ön plana çıkarken, Yunanistan açısından ise, durum daha çok, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın anlaşmalardan ve Yunan yasalarından kaynaklanan haklardan yararlandırılmayarak göçe zorlanmaları, bu yolla Batı Trakya'nın Türk/Müslüman kimliğini ortadan kaldırmak ve Türkiye'de Rum azınlığın kültürel/dinsel varlığı açısından oldukça önem verilen Patrikhane'nin statüsünün korunması konularında belirmeye başlamıştır.
Günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde azınlıklar üzerinde yapılan tartışmalar, Türkiye açısından, özellikle, Batı Trakya'daki Türk/Müslüman topluluk üzerinde oluşturulan baskılar ve saldırılara ilişkin olmaktadır. 1989-90 döneminde Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde uygulanan baskıların yol açmış olduğu gerginlik bu konuda ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
1988 yılında, Yunan Yüksek Mahkemesi'nin, Trakya İstinaf Mahkemesi tarafından Batı Trakya Türk Toplulukları Birliği hakkında almış olduğu bir kararı onaylamasıyla bu birlik kapatılmıştır. Mahkeme, vermiş olduğu kararda "Türk" sözcüğünün Türkiye yurttaşlarını çağrıştırdığını, Yunan yurttaşlarını tanımlamakta kullanılamayacağını belirttikten sonra, "Yunan Müslümanları"nı tanımlarken "Türk" sözcüğünü kullanmanın kamu düzeni açısından tehlikeli bir davranış olacağını hükme bağlamıştır. [27]
Yunan Mahkemelerinin vermiş olduğu bu karar karşısında, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlık toplumu üyeleri, kararı protesto etmek amacıyla bir gösteri düzenlemişlerdir. Bu gösteri, Türk/Müslüman azınlığın ilk kez sokaklara inişi olarak yorumlanmıştır. Polis ise, bu gösteri sırasında göstericilere karşı kuvvet kullanmış ve pek çok gösterici çıkan olaylar sırasında yaralanmış ve bazı göstericiler tutuklanmışlardır. Bu olaylardan kısa bir süre sonra, "Batı Trakya Türk Gençler Birliği"nin adı polis yoluyla değiştirilerek "Batı Trakya Müslüman Gençler Birliği"ne dönüştürülmüştür.
Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde oluşturulmaya başlanan bu türden baskıların yol açmış olduğu bir başka gerginlik ise, 1989-90 yıllarında yaşanmıştır. 1989 Yunan genel seçimleri sırasında, seçimlere Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı bir bağımsız liste oluşturarak katılmış ve bu seçime katılan adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif, azınlık temsilcileri olarak parlamentoya katılmışlardır. Ancak, Haziran'da yapılan seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş ve Kasım 1989'da seçime gidileceği açıklanmıştır. Bu seçimlere hazırlanan adaylar, hazırladıkları seçim bildirgelerinde Batı Trakya Türk azınlığı olarak kendilerini tanımlamışlardır. Buna karşın, adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif bu seçimlerde parlamentoya katılamamışlardır. Seçimler sonrasında bu adaylar hakkında dava açılmıştır. Bu dava sırasında Mahkeme, adayları, "Yeni Demokrasi, Sol Koalisyon ve PASOK adaylarının anarşi ve terör ortamı yaratılmış olduğunu söylemelerine dayanarak, 1989 Ekim ayının son on günü boyunca Gümülcine'de Ceza Usul Kanununun 245, 320 ve 321. maddelerinin ihlal edildiğini öne sürmüş ve adayları, iftira etmek ve yanlış bilgi vermekle; ayrıca, "Türk" sözcüğünü kullanarak sosyal barış zararına halk arasında ayrım yapmak ve yurttaşları açıktan veya dolaylı olarak kanunları ihlal etmeye kışkırtarak Ceza Kanununun 192. maddesini ihlal etmekle suçlamıştır." [28]
25-26 Ocak 1990 günü yapılan duruşma sonucunda Mahkeme, sanıkları suçlu bularak 18 ay hapis ve 3 yıl boyunca siyasi haklardan men edilmesine karar vermiştir. Mahkemenin vermiş olduğu karar, hem kararın özü hem de kullanılan yöntem açısından, o sırada Mahkemede bulunan gözlemciler tarafından yoğun eleştirilere uğramış, hakimlerin sanıklara karşı önyargılı oldukları, sanıkların hukuki haklarına dava sırasında özen gösterilmediği ve dava konusunda mahkemenin yeterli incelemeleri yapmadığı suçlamaları, sıklıkla vurgulanmıştır.
Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif'in mahkeme tarafından suçlu bulunmasından sonra, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı alınan kararları protesto etmiştir. Dava üzerinde yoğunlaşan ilgi ve dava sonucu, azınlık üyeleri ile Yunanlıların arasındaki ilişkileri gerginleştirmiş ve bir süre sonra Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa yönelik saldırılar yaşanmıştır. Gümülcine'de meydana gelen olaylar sonucunda azınlıkların ev ve işyerleri, camileri tahrip edilmiş ve çıkan olaylar sırasında yaralananlar olmuştur.
Sadık Ahmet [29] ve İbrahim Şerif'in suçlu bulunarak hapsedilmeleri ve sonrasında Gümülcine Türk azınlığa yönelik saldırılar, Türkiye'nin yoğun tepkisini çekmiştir. Olayların hemen sonrasında Türkiye'nin Gümülcine'de Başkonsolosu (Kemal Gür) Gümülcine'de Valisi ile görüşerek Türk azınlığa yönelik saldırılar konusunda acil önlemler alınmasını istemiştir. Benzer girişimler, Ankara ve Atina'da da yürütülmüş ve Türk azınlığın can ve mal güvenliğinin sağlanması istenmiştir.
17- Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri Cilt II, Ankara: Turhan Kitapevi, 1999, s. 184. Ayrıca bu konuda bkz; Murat Hatipoğlu, Yunanistan'da Etnik Gruplar ve Azınlıklar, Ankara: SAEMK Yay. 1999.
18- M. Hatipoğlu, Yunanistan'da Etnik ..., ss.2-5.
19- M. Hatipoğlu, Yunanistan'da Etnik ..., s. 5.
20- Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen kitlesel göçlerin bu ülkelerde yaratmış olduğu etkilere ilişkin olarak bkz; Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye'ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995.
21- 10 Ağustos 1920 tarihinde üç farklı Sevr Antlaşması imzalanmıştır, Osmanlı Sevri, Trakya Sevri ve Yunan Sevri. Azınlıkların statüsü bakımından Yunan Sevri bağlayıcı nitelikte sürekli genel ilkeler getirmesi bakımından özelliğe sahiptir ve Yunanistan'ın sadece Batı Trakya Türk azınlığına ilişkin olarak değil ülke sınırları içerisinde yer alan tüm azınlıklara ilişkin olarak karşılıklılık ilkesi aranmadan yükümlü olmasını hükme bağlamaktadır. Bu konuda bkz; Baskın Oran, "Türk Dış Politikası ve Batı Trakya", Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s.312
22- Yunanistan'ın Anadolu'da girişmiş olduğu işgal hareketinin Yunanistan'daki farklı bir yorumu için bkz; Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995.
Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda kalan Rumların Osmanlı toplumu içindeki konumlarına ilişkin olarak bkz; Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları, Ankara: Ayraç Yayınları, 1997.
23- Göç eden insanların tam sayısı konusunda çeşitli rakamlar ileri sürülmekle birlikte Türkiye'den Yunanistan'a göçenlerin sayısı 1.250.000, Yunanistan'dan Türkiye'ye göçenlerin sayısı ise 500.000 olarak kabul edilebilir. Bkz; K. Arı, Büyük Mübadele Türkiye'ye Zorunlu ..., s.8; A. A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası.., s.104.
24- İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları, Ankara: TTK Yayınları, 1983, s. 177.
25- B. Oran'ın belirttiğine göre; " Türkiye'den Yunanistan'a gidip oturan ve çalışan Türk olmadığı için, tek taraflı işleyen bu sözleşme sonucu o sırada İstanbul'da sürekli oturan ve çalışan 12.704 Yunan yurttaşı vardır. 1963 yılında Kıbrıs'da Türklerin katliama uğramaları karşısında Ada'ya müdahale edemeyen Türkiye, herhalde Yunanistan'ın zor duruma düşürmek için 36. madde uyarınca altı ay önceden ihbarda bulunduktan sonra sözleşmeyi feshetmiş ve bu Yunan yurttaşlarının oturma izinlerini bir daha uzatmamıştır. (16 Eylül 1964). Üstelik zararlı eylemleri saptananlar altı aylık süre beklenilmeden sınır dışı edilmiştir. Böylece 1134 Yunan uyruklunun hastalık ve öğrenim gibi insansal nedenlerle kalmalarına izin verilmesine karşılık, 8.600 Yunan uyruklu Yunanistan'a dönmek zorunda kalmıştır. Bu arada, Bozcaada ( İmroz ) ve Gökçeada'da yarı açık cezaevi kurmak ve devlet üretim çiftliği açmak için yapılan kamulaştırmalar da buralarda oturan Rum azınlığın Yunanistan'a göçmesiyle sonuçlanmıştır. Fakat bu göçleri doğuran en önemli öge, İstanbullu Rum gençlerin evlenmeleri açısından yaşamsal önem taşıyan İstanbullu Yunanlıların gitmesi olmuş, bundan sonra İstanbul Rum nüfusu gitgide azalarak bugünkü 4000-5000 düzeyine gerilemiştir." Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1986, s. 148. Ayrıca bkz; Baskın Oran, Yunanistan'ın Lozan İhlalleri, Ankara: SAEMK Yayınları, 1999.
26- 70'li yıllarda Yunanistan'da Türk azınlığın konumuna ilişkin değerlendirmelerin ilk elden aktarımı için bkz; Kamuran Gürün, Bükreş-Paris-Atina Büyükelçilik Anıları, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1994, ss.185-223.
27- Bu konuda bkz; Helsinki Watch, Destroying Ethnic Identity: The Turks of Greece, August 1990, A Helsinki Watch Report; Ayrıca dönemin Türk ve Yunan basınında da bu konuda yazı ve yorumlar çıkmıştır.
28- Helsinki Watch, Destroying.., ss. 17-18
29- 22 Temmuz 1995 tarihinde Gümülcine yakınlarında geçirmiş olduğu bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirmiştir.