ÖNERİLER
  • Üyelik
Çarşamba, 18 Nisan 2018 08:00

ÖNERİLER

Yazan
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

ÖNERİLER

 

Uluslararası ilişkilerde esas, aktörler arasında ahde vefanın bozulmaması ve karşılıklılık ilkesi üzerinde gelişmektedir. Bununla birlikte, aktörlerin sayısının arttığı ve çeşitliliğin söz konusu olduğu günümüz uluslararası toplumunda, bu aktörler arasında yaşamın her alanında yoğun bir ilişki ve çıkar etkileşimin yaşandığı görülmektedir. Bu etkileşim, beraberinde, hala temel aktör durumundaki ulus devletlerin sisteme müdahalelerini ve sistemle olan bağlarını hangi ölçütlere öncelik vererek yürütecekleri sorusunu gündeme getirmektedir. Bu bakımdan ele alındığında, temel aktör durumunda olan ulus devletlerin ikili ve çok taraflı ilişkilerinde dış politikalarını belirlerken çok yönlü düşünmeleri gereği ortaya çıkmaktadır. Kısa dönemli çıkar paylaşımlarına ve işbirliklerine koşut olarak, aktörler arasında uzun dönemlere ertelenen farklı çıkar beklentilerinin ve amaçlarının bulunması da mümkündür. Dolayısıyla, uluslararası ilişkilerde dostluk ve işbirliğinin yanı sıra, uzlaşmazlık ve çıkar çatışmaları da sürekli olasılıklar arasında bulundurulmak zorundadır.

Bu durum Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde de söz konusudur; iki ülke arasında pek çok sorunun bulunmasına karşın son dönemde ılımlı bir yakınlaşma nasıl yaratılabilmiş ise, bu ılımlılığın yerini bir anda soğuk savaş koşullarına bırakması da mümkündür. Bu ılımlı yakınlaşmanın sürmesi ise, büyük ölçüde uzlaşmazlığa taraf olan devletlerin politikalarını belirlerken sıfır toplamlı strateji ve taktiklerden kaçınmalarına bağlı olmaktadır. Bu ise, ulusların tarihinde yoğun çabalara ve zamana bağlı olarak şekillenebilecektir.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde uyuşmazlıkların çözümünde etkin olduğu düşünülen en temel faktörlerden birisi, iki ülke siyasileri arasında var olan güven eksikliği ve sorunların ulusal dava olarak algılanmakta oluşudur. Bununla birlikte, Türk - Yunan ilişkilerinde diyalog sürecini başlatan ve iki ülkeyi birbirini daha iyi tanımaya yönelten gelişmeler izlendiğinde, aslında, köklü bir anlayış değişikliğinin izlerine rastlanılmaktadır. Ancak sorun, bu değişikliğin kalıcı olup olmayacağıdır.

Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye ve Yunanistan arasında pek çok sorunun varlığı söz konusu iken, özellikle PKK ve Öcalan konusunda izlemiş olduğu politika yüzünden, Türkiye ve Yunanistan'ın bir savaş riski ile yeniden karşı karşıya kalmış olmalarının ardından mektup diplomasisi ile iki ülkenin bir anda fiili bir yumuşamaya zemin oluşturacak davranışlar sergilemeye başlamaları ve bununla da kalmayarak, Ankara ve Atina'da yakınlaşmayı hızlandırabilecek önemli konularda anlaşmalar imzalamış olmaları, günübirlik bir politika değişikliği olarak değerlendirilemez. Diğer ikili sorunlar bir yana bırakılırsa, özellikle PKK ve Öcalan olayındaki yaklaşımlarıyla Yunanistan, açıkça Türkiye ile bir sıcak çatışmaya doğru sürüklenmeye başlamış ve sağlamış olduğu destek, ulusal çıkarlarının ötesinde bir sorumluluk yüklemeye ve savaş riski taşımaya başlamıştır. Bu durum, hiç kuşkusuz, Yunanistan'da hükümetin ve muhalefetin izlemekte olduğu Türkiye karşıtı hareketlerin desteklenmesine ilişkin politikaların gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Bu bağlamda, Yunanistan'da hükümetin PKK ve Öcalan'a vermiş olduğu destekten ve sorumluluktan kaçınabilmesi kolay olmamıştır. Bununla birlikte, özellikle ABD ve AB ülkelerinin Yunanistan'a yönelik baskılarının da Yunanistan'ın politikalarını gözden geçirmesinde etkili olduğu kuşkusuzdur.

Bu bağlamda dile getirilmesi gereken en önemli nokta ise, Türkiye'nin PKK ve Öcalan konusunda izlemiş olduğu pasif politikadan vazgeçerek aktif bir politikaya yönelmiş olmasıdır. Burada aktif politikadan kasıt, Türkiye'nin stratejisini belirleyerek bunu gerçekleştirmek üzere saptamış olduğu araç ve söylemlerindeki tutarlılığı kararlılıkla dile getirmiş olmasıdır. Suriye'ye yönelik olarak dile getirilen görüşlerin sadece Suriye ile sınırlı olmadığının dile getirilmesi ve ayrılıkçı terörü destekleyen her ülkeye karşı uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kararlılıkla savunacağını dile getiren Türkiye'nin, bu kararlılığını askeri güç kullanma tehditi ile desteklemiş olması, diplomatik faaliyetlerin hızlandırılarak Türkiye'nin isteklerinin yerine getirilmesini kolaylaştırmıştır. Bu bakımdan, uluslararası sistemde Türkiye'nin, yeni dönemde de bölgesel güç dengesini değiştirme kapasitesine sahip temel aktörlerden biri olduğu görülmüştür.

Dolayısıyla, Türkiye'nin ulusal dış politika stratejilerini belirlerken ulusal çıkarlardan hareketle, bölgesel ve uluslararası dengeleri etkileyebilecek politikalar izlemesi gerekmektedir. Bu bakımdan, ulusal güç kavramının, "güç"e atfedilen her alanda ülke gerçekleriyle bağdaşır bir şekilde analiz edilerek yorumlanması ve sistem içerisindeki diğer aktörlerle rekabet edebilecek, dengeleyebilecek, üstünlük sağlayabilecek şekilde geliştirilmesi gerekmektedir. Hiç kuşkusuz, bu durum özellikle uluslararası sistem içerisindeki diğer aktörlerle olan ilişkilerde bağımlılık ilişkisinin en aza indirgenmesi ve/veya en azından, bu bakımdan bir karşılıklılığın sağlanabilmesi ile mümkündür. Nitekim, Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerde diplomasi sürecini hızlandıran ve diyaloğu kabul edilebilir bir zemine oturtan gelişmelerde bu durum söz konusudur. PKK ve Öcalan olayında, Yunanistan'ın Türkiye karşısında AB ve ABD'nin desteğinden yoksun kalması ve inandırıcılığını yitirmiş olması, büyük ölçüde, Türkiye ile ABD arasındaki stratejik dayanışmaya bağlı olmuştur. Bu bakımdan, Türkiye ve ABD arasındaki stratejik dayanışmanın, Türkiye'nin bölgedeki dengeleri belirlemedeki hareket yeteneğini arttırmış olduğu açıktır ve bu durum ABD'nin çıkarlarına da uygun bir sonuç olarak değerlendirilmektedir.

Türk - Yunan ilişkileri bakımından oluşturulan bu diyalog sürecinin uluslararası siyasal sistem içerisindeki gelişmelere de uygun olduğu gözlenmektedir. ABD'nin, Türkiye ile olan stratejik ortaklığının yanı sıra, AB destekli Yunanistan'ı bütünüyle yalnız bırakmak istemediği de söylenebilir. Dizginlenebilir bir Yunanistan'ın varlığı istenmektedir ve bu durum özellikle Helsinki Zirvesi sırasında, Yunanistan'ın, Türkiye'nin tam üyeliğe aday ülkeler arasında yer almasına ilişkin görüşmelerde veto hakkını kullanmamasında da etkili olmuştur.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki esas sorunlar söz konusu olduğunda ise; Ege Denizi'nde ulusal karasuları sınırının Yunanistan tarafından 6 milden öteye genişletilmesi Türkiye'nin hiçbir koşulda kabul edemeyeceği bir girişimdir. Bu açıdan Türk dış politikası, esasta, Ege Denizi'nin siyasi, hukuki ve coğrafi bakımdan özel durum oluşturduğunun öncelikle Yunanistan'a, sonra iki ülke arasındaki ilişkilerde etkinliğe sahip diğer ülke ve örgütlenmelere kabul ettirilmesi üzerine kurulmak zorundadır. Türkiye ve Yunanistan arasında barış, işbirliği ve istikrarın sağlanabilmesi için tarafların ilkelerde anlaşmış olmaları zorunludur. Bu ilkelerin başında ise,

Ulusal karasuları sınırının Ege Denizi'nde 6 deniz milinden öteye genişletilmeyeceğinin garanti altına alınması,
tarafların savaşa başvurmayacakları,
barışçıl çözüm yöntemlerini ve diplomasiyi kullanacakları,
ulusal kamuoylarını görüşmeleri çıkmaza sürükleyebilecek yönde şartlandırmamaları,
üçüncü ülke ve örgütlenmeleri ilişkilerin ve görüşme sürecinin içine dahil etmemeleri, gelmektedir.

Madrid Deklarasyonu'nda da dile getirilmiş olan bu tür ilkeler, 1999 - 2000 sürecinde Türkiye ve Yunanistan'a, aralarındaki uyuşmazlık konularını ele alabilecekleri bir diyaloğu başlatabilme ve sürdürebilme açısından önemli bir fırsat yaratmıştır. Taraflar, bu fırsatı iyi değerlendirerek aralarında güven ve işbirliği ortamını sağlam bir zemine oturtmak ve temel sorunlarını görüşebilecekleri bir süreci oluşturmak zorundadırlar.

Bu bakımdan, taraflar arasında yürütülecek bir görüşme sürecinde uyuşmazlık konuları ele alınmadan önce, mevcut statükoyu sağlayan ve ikili ilişkilerin yürütülmesinde mutabık kalınan ikili ve /veya çok taraflı hukuksal ve siyasal metinler üzerinde anlaşmalıdırlar. Statüko kuran ve rejim oluşturan metinler üzerinde varılacak bir mutabakat, ilerleyen süreçte, tarafların hareket sahalarını ve sorunların bu metinlere dayanarak çözümlenip çözümlenemeyeceğini, yeni metinler hazırlanmasının gerekip gerekmeyeceğini belirlemesi bakımından önemlidir.

Türkiye bakımından, iki ülke arasında Lozan Barış Antlaşması ile kurulmuş olan dengede süreçsel olarak hangi sorunların ortaya çıktığı ve neden çözümlenemediği araştırılmalı ve bu yapılırken görüş ve çıkarlar açıklıkla dile getirilmelidir.

Türk - Yunan ilişkileri çerçevesinde düşünürsek, Türkiye, Yunanistan ile olan uzlaşmazlıklarda hukuki, siyasi gerekçelerini göz ardı etmeden Yunanistan'ın ileri sürmüş olduğu görüşlerin meşrulaştırma mantığını anlamak zorundadır. Diğer bir deyişle,  uzlaşmazlıkta bir bakıma kendini karşı tarafın yerine koymalıdır. Karşı tarafın duyarlılığını anlamak ve o duyarlılıklar eğer çatışmaya yol açıyor ve uzlaşma yolunu tıkıyor ise,  gerekli esnekliği göstermek zorundadır. Bu durum elbette ki tek yanlı yorumlanamaz, aynı davranışın karşı taraftan da beklenmesi gerekir. Karşı tarafın beklentilerimiz ve duyarlılıklarımız hakkında doğru bilgilendirilmiş olması da bizim yükümlülüklerimiz çerçevesinde düşünülmelidir; Statü kuran antlaşmalar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, Türkiye ve Yunanistan arasında Ege Denizi'nde Lozan Barış Antlaşması ile yerleştirilmek istenen denge göz ardı edilmeksizin, uzlaşmazlık konularının kıyıdar ülkelerden sadece birinin hak ve çıkarlarını gözetilerek çözüme vardırılmasının mümkün olmadığı açıktır. Böyle bir çaba, kaçınılmaz olarak, iki ülke arasındaki ilişkileri bozacak ve sıcak bir çatışma riskini arttıracaktır. Dolayısıyla, taraflar arasında gerçekleştirilecek müzakerelerde bir tür üstünlük mücadelesi içerisinde olunması, müzakere sürecini kesintiye uğratabileceği gibi, ortak çözüm önerilerine ulaşmak için gereken esnekliğin gösterilmesini de engeller. Bu bakımdan, üstünlük arayışı yerine eşitlik ve denge arayışının olması daha anlamlıdır.

Diğer bir önemli nokta ise, taraflar arasında çatışmacı değil de uzlaşmacı bir anlayışın kalıcı olarak yerleştirilebilmesi için her iki tarafın da beklentilerine uygun bir üst kimliğin yaratılması uygun olacaktır. Türk ve Yunan ulusal kimliği ve/veya Hıristiyan/Müslüman kimliği yerine özünü demokrasiden alan evrensel yurttaş kimliğinin yerleştirilmeye çalışılması birleştirici bir unsur olarak düşünülebilir. Türk - Yunan ilişkilerinde üzerinde oydaşmanın sağlandığı noktalardan biri olarak karşımıza çıkan ulusların karşılıklı önyargılarla hareket ettikleri gerçeği de üzerinde çaba harcanması gereken bir konudur. Tekeli'nin de belirttiği gibi; "Önyargı öğrenilen bir davranıştır. Ailede büyüklerin önyargıları küçüklerin önyargılarını önemli ölçüde etkiler.Araştırmalar göstermektedir ki çocuklar, önyargılarının önemli bir bölümünü daha okula gelmeden, ailesi içinde edinmektedir. Her insan belli önyargılar toplamına sahip olarak yaşamını sürdürmektedir. Grup önyargılarının gelişmesi, grup stereotiplerinin yaratılmasıyla yakından ilişkilidir. Etnik gruplara ve uluslara ilişkin yaygın stereotip kabulleri ya da genellemeleri vardır. Kendimizi zorlasak da ötekinin 'ötekiliği' konusundaki genellemelerden kurtulamayız. İki grup  arasındaki ilişkiler de bu stereotip beklentilerine göre kurulduğu için, bu genellemeleri pekiştirmeye yardımcı olur. Zaman içinde bunlar içselleşerek vaziyet alış haline gelir. Bu vaziyet alışlar ve stereotipler diğer gruplara karşı toplumsal mesafe normları haline gelir. Artık işlevsel düzeydeki ilişkiler, bunları destekleyici yönde gelişmese de, dil aracılığıyla toplumda varlıklarını uzunca sürdürürler.

'Öteki' ve ona ilişkin önyargılar zaman içinde içselleştirilerek, kısa dönemler için belli bir özerklik kazansa da, uzun dönemde gruplar arasındaki ilişkilerin yapısal özellikleri belirleyici olur. Eğer gruplar arası ya da uluslararası ilişkiler sıfır toplamlı ise, yani biri kazanırken diğeri kaybediyorsa, bu ilişkilerin yapısı değiştirilmeden, yani sıfır  toplamlı olmayan bir oyun haline getirilmeden, önyargıların değişmesi beklenemez. Ama oyunun kuralları değiştirilirse zaman içinde önyargılar da değişmeye başlar. Bunun belki de en güzel örneği Avrupa Birliği'nin kırk yıla yakın bir sürede bu konuda aldığı yoldur." [476]  Dolayısıyla, 1999-2000 sürecinde gözlemlediğimiz yakınlaşma ve işbirliğine ilişkin adımların bu görüşler çerçevesinde değerlendirilmesi, her iki ülkede de ulusların önyargılarının değiştirilmesine olumlu katkıda bulunacak bir gelişme olacaktır. Birer stereotip [477] olarak kabul edebileceğimiz Türkiye Dışişleri Bakanı İ. Cem ve Yunanistan Dışişleri Bakanı  G. Papandreu'nun, gerek ulusal ve gerekse uluslararası kamuoyu önünde sergiledikleri yaklaşımın iki ülke arasındaki ilişkilerin sıfır toplamlı bir çözüme ulaştırılması yönünde değil, şimdi, uzlaşı, işbirliği, güven ve karşılıklılık ilkesi çerçevesinde biçimlendiği söylenebilir. Yaşanan gelişmeler ulusal kamuoylarının stereotiplerin bu yaklaşımlarını içselleştirmeye hazır olduklarını göstermektedir. Bu bağlamda, her iki ülkenin de üyesi olmaya çalıştığı (Yunanistan tam üye, Türkiye  tam üyeliğe aday ülke) Avrupa Birliği'nin bu arzuyu gerçekleştirebilecekleri örgütlenme olduğu  da söylenebilir.

Ege Denizi'nde her iki ülke bilim adamları tarafından yürütülecek bir çalışma ile Ege Denizi'nin egemenlik haritasını çıkarmak öncelikli olmalıdır. Gerek Türkiye'nin gerekse Yunanistan'ın elinde mevcut deniz sınırlarını ve bu denizde kıyıdar ülkelere ait olan ve/veya olmayan adalar, adacıklar ve kayalıkların sayısı ve konumunun yanı sıra, isimleri de kararlaştırılmalı ve iki ülke arasında, mevcut deniz hukukuna ilişkin sorunlar, oluşturulacak olan bu ortak harita temel alınarak görüşülmelidir. Hukuki/siyasi hak ve egemenlik çatışmasına açık olmakla birlikte, böylesi bir çaba, tarafların uzlaşmazlıkların yoğunlaştığı bölgeleri ortaya çıkarmalarına yardımcı olacaktır. Bu tür bir çalışmanın ortaklaşa başarılamaması durumunda Türkiye'nin bunu ulusal düzeyde oluşturarak akademik, askeri, siyasi, hukuksal tezlerinde kullanıma sunması uygun olacaktır.

Özellikle Ege Denizi'nde ulusal karasuları dışında kalan ve egemenlikleri üzerinde uzlaşma sağlanamayan ve üzerinde yerleşime uygun olmayan kayalıkların Ege Denizi'nin ortak mirası olarak kabul edilmeleri ve egemenlik dışı kabul edilmeleri düşünülebilir. Bu durumda, Ege Denizi'nde bilimsel faaliyetler ve çevre korumacılığına ilişkin olarak faaliyet gösterecek bir ortak Ege Deniz Bilimleri Araştırma Merkezi'nin oluşturulması ve iki ülke bilim adamlarının biraraya getirilmesi de mümkün olacaktır.

Diğer yandan, Ege Denizi'nde ulusal ve uluslararası deniz trafiğinin güvenliğini sağlamaya yönelik olarak ortak önlemlerin alınmasını kolaylaştıracak bir yapılaşmaya gidilebilir.

Bir başka açıdan ele alındığında ise, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin gerçekleştiği düşünülerek Ege Denizi'nde Yunanistan'ın egemenliğinde olan fakat Anadolu kıyılarına yakın olan adalar ve bir bütün olarak Ege Denizi, AB'nin iç sınırları içerisinde sayılacaktır. Dolayısıyla, şimdiden adalar ile Anadolu kıyı kentleri arasında ekonomik, kültürel, ticari ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin hazırlıklara başlanmalıdır. Bu adalarda yaşayan Yunanlıların gereksinim duyacakları temel maddelerin  ve hizmetlerin bir kısmının Anadolu kıyılarından karşılanması, iki ülke halkları arasındaki işbirliğini hızlandıracak ve dayanışma duygularını arttıracaktır. Kaldı ki her iki ülkede de sivil inisiyatifler bu konuda önemli yol almışlardır.

 Diğer yandan, Ege Denizi'nde Türk deniz ticaret filolarının ve balıkçılık işletmelerinin yenilenmesi ve modernleştirilmesi de gerekecektir. Özellikle, Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliğin azalmasına koşut olarak, bu bölgedeki zengin tarihi miras ve turizm olanakları dikkate alındığında, bölgeye yeni yatırım olanakları ve hareketlilik kazandıracağı söylenebilir. Türkiye ve Yunanistan arasında, Ankara'da 2000 yılı başlarında imzalanan turizm anlaşması bu konudaki adımlardan biri olarak algılanmalı ve iki ülke girişimcilerinin ortak yatırımlara girişmeleri teşvik edilmelidir.

AB'ne tam üyeliğin sağlayacağı olanaklardan biri de her iki ülkede yaşayan Türk ve Rum azınlıkların sorunlarının çözümüne ilişkindir. Türkiye'nin AB'ne tam üye olarak katılmasının ardından her iki ülkenin de Lozan'la azınlık olarak kabul etmiş oldukları ve Ahali Değişimi'nin dışında tuttukları azınlıkların yurttaş olarak bulundukları ülkeye uyumlarını kolaylaştıracak ve yaşam standartlarını arttıracak önlemleri alarak ayrımcı uygulamaları ortadan kaldıracak koşullara ulaşacakları söylenebilir. Bu bağlamda, bu insanların eğitim, mülk edinme, yerleşme ve seyahat özgürlüklerine getirilen kimi kısıtlamaların da en kısa sürede karşılıklı olarak giderilmesi gerekecektir.

Türkiye ve Yunanistan arasında uyuşmazlıkların psikolojik algı boyutunu şekillendirmesi bakımından göz ardı edilmemesi gereken bir konu da ulusal kamuoylarının ulusal kimlik ve tarihsel geçmişe ilişkin olarak nesnel verilere ulaşmakta yaşadıkları sıkıntılardır. Bu bakımdan, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan, iki ülke ortak tarihini ilgilendirdiği kadar ,aynı zamanda, Balkanlar'ın da tarihini ilgilendiren olayları ve arşivlerini araştırmacıların hizmetine sunmak ve düşmanlıklar yerine, dostluk ve işbirliğini, dayanışmayı pekiştirecek araştırmaları ve incelemeleri desteklemek zorundadırlar. Özellikle gelecek kuşakların birbirlerini daha yakından ve doğru tanımalarını kolaylaştıracak en kestirme yol budur.  Fanatik etnik/dinsel söylemlerin ilişkilere olan zararı, her iki ülke halkları tarafından da dile getirilmektedir. Bu durum özellikle Yunanistan açısından önemli bir iç sorunu gündeme getirmektedir; Yunanistan'da Ortodoks Kilisesi'nin siyasi yaşamdaki etkisinin hükümetlere yüklemiş olduğu baskı, bu tür bir yapısal politika değişikliğinin kolay olmayacağını göstermektedir.

Türk - Yunan ilişkilerindeki yakınlaşmanın, her şeye karşın, çok kısa sürede sorunların bütünüyle çözülmesini sağlayacağını düşünmek aşırı iyimser bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye, bir yandan yakınlaşmayı kolaylaştıracak politikaları üretirken, diğer yandan karşılaşabileceği kimi sorunlara da hazırlıklı olmak zorundadır. Bu bakımdan ele alındığında,  AB'ye tam üyeliğinin gerçekleşmiş olduğu bir aşamada, Yunanistan'dan Türkiye'ye ve özellikle  Yunan ulusçuluğunun tarihsel söylemlerinde dile getirmiş oldukları yörelere doğru -sınırlı da olsa- bir göçe hazırlıklı olmalıdır.[478] Sermaye ve insan akışının ulusal yapı ve dengeleri bozmayacak şekilde düzenlenmesine çalışılmalı, bu bakımdan bir tür karşılıklılık aranmalıdır. Dolayısıyla, gelişme stratejilerinde, sermaye ve insanların serbest dolaşımının söz konusu olacağı bir yapıda,  Türkiye'den AB'ne olduğu kadar, tersine bir göçün yaşanması da mümkün sayılmalıdır. Böylesi bir durumda ulusal değerler ile Avrupalılık değerleri arasında kimi sorunlar doğması kaçınılmaz olacaktır, bunlara hazırlıklı olmak gerekecektir.

Türkiye, uluslararası siyasal sistemde etkileşime girmiş olduğu her aktör  hakkında doğrudan bilgi akışını sağlayabilmeli ve kendi hakkındaki bilgileri doğrudan aktarabilmelidir. Bu, özellikle stratejik çıkarların ve dış politika hedeflerinin başarılmasını sağlayacak olan taktik davranışların başarılmasını kolaylaştıracaktır. Diğer yandan, aktörler arasında çıkabilecek olası çıkar  çatışmalarının da en aza indirgenmesini sağlayacaktır. Bu bağlamda dile getirilmesi gereken bir başka nokta da Türkiye'ye karşı uluslararası alanda Yunanistan tarafından desteklenmekte olan lobi ve propaganda faaliyetlerinin sona erdirilmesine ilişkin olmak zorundadır. Bu konuda Yunanistan ile bir anlaşmaya varılamadığı taktirde Türkiye'nin etkin karşı önlemleri alması zorunludur.

Türkiye ve Yunanistan arasında sağlanacak bir yakınlaşmanın ulusal savunma harcamaları üzeride yaratacağı etkiler söz konusu olduğunda da bu durumdan Yunanistan'ın daha fazla yarar  sağlayacağı düşünülebilir. Türkiye'nin Ortadoğu'daki sınırlarının çatışma bölgelerine yakınlığı ve doğu/güneydoğu komşularıyla olan sorunları dikkate alındığında, ulusal savunma harcamalarında kısa sürede bir düşüşün beklenmesi mümkün değildir. Buna karşın, Yunanistan ile Türkiye arasında ilişkilerin geliştirilmesinin ve Türkiye'nin AB'ye tam üye olarak katılmasının, "Türk tehditi"nin kalmadığı bir ortamda, Yunanistan'ın savunma harcamalarını önemli ölçüde azaltacağı söylenebilir. 
  
 


476-  İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine..., s. 89-90. 
477- Gerginliğin keskinleştiği ve diyaloğun yerini, "Soğuk Savaş"ın aldığı dönemlerde askeri, diplomatik ilişkiler ön planda olduğundan iki ülke arasında yakınlaşmayı ve halkların birbirini daha iyi tanımasını kolaylaştıracak girişimler ve kanaat önderleri geri plana itilmektedir. Sanat, kültür, bilim, çevre gibi alanlarda seçkin kimliği ile ön planda olan insanların ulusal kamuoylarında ilişkilerin olumlu yönde gelişmesini sağlayacak etkiyi yaratması mümkündür. Nitekim, Deprem sonrası halkları birbirine daha fazla yakınlaştıracak girişimler  içerisinde her iki ülkeden de sanatçı ve edebiyatçılar, bilim adamları etkin rol üstlenmişlerdir. 
478- AB'nin en çok üzerinde durmuş olduğu konulardan biri Türkiye'ye serbest dolaşım hakkının tanınması durumunda AB ülkelerine yoğun bir akışın yaşanacağı ve bunun da bu ülkelerde işsizliği arttıracağıdır. Dolayısıyla Türkiye'ye belirli bir süre serbest dolaşım hakkının tanınmayacağı bilinmektedir. Buna karşın diğer ülkelerden Türkiye'ye bu türden bir akışın olacağı da göz ardı edilmemelidir. Bu durumda Türkiye'ye serbest dolaşım hakkı tanınacak süreye değin Türk insanı AB ülkelerinde bu haktan yararlanamayacak, ama diğer ülkeler bu haktan yararlanacaktır. Örneğin, basında Yunanistan'ın, Pontus söylemlerinde dile getirmiş olduğu Trabzon'da konsolosluk açmak istemekte olduğuna ilişkin haberler yer almaktadır. Özgen Acar, "Pontus'ta Bayrak Gösterisi", Cumhuriyet, 8 Şubat 2000, s. 8.

Okunma 5571 kez
Yorum yapmak için oturum açın

Kitap-İçindekiler

Üye Giriş

üyelik